24 Kasım 2002
<B>‘‘Tanışır tanışmaz dut gibi aşık oldum. Dut ne demek şeftali, kavun, karpuz gibi aşık oldum. Kız da bana ilgisiz değildi abicim.’’ ‘‘Tabii ilgilenecek, yakışıklı adamsın.’’
‘‘O zamanlar çok daha yakışıklıydım. Kadın milletinin dönüp bakmaktan boynu tutulurdu. Rahmetli anacığımın iç cebime koyduğu nazar boncuğunu yanımdan eksik etmezdim.’’
‘‘İlginin sonu ne oldu?’’
‘‘Buluşmaya başladık. Buluşup, konuşup duruyoruz, ama Funda elini bile tutturmuyor.’’
‘‘Tutucu bir aile yetişmiştir.’’
‘‘Yok canım gayet modern bir ailesi vardı. Kızın mini etek giymesine filan ses etmezlerdi. Bir bacak bacak üstüne atardı, ben güneşte kalmış tereyağına dönerdim. Ama elini bile tutamazdım.’’
‘‘Belki de soğuk mizaçlı bir kızdı.’’
Oktay, rakısından öttürerek bir fırt çekti.
‘‘Ne soğuğu abi, beni görünce gözleri çakmak çakmak olur, nefesi sıklaşırdı. Ben kıza bakıp iniledikçe o da bana bakıp inlerdi.’’
‘‘Ee, derdi neymiş?’’
‘‘Elini tutarsam elalem ne dermiş sonra!.. Ben ovunuyorum, kız kıvranıyor halimiz perperişan. Yutkunmaktan bademciklerimiz ayvaya döndü. Elalem ne der korkusuyla yanyana bardak gibi oturuyoruz. Elalemin bir şey dememesi için 'Gel, beni babamdan iste' dedi.’’
‘‘Sen de gidip isteyiverseydin.’’
‘‘İste demek kolay, ama neyime güvenip isteyeyim. O sırada özel bir şirkette küçük bir memurum. Kazandığım ancak bana yetiyor. Babamdan kalan gecekondu olmasa kiraya gücüm yetmez. Ama Funda'yla yanyana oturup da hasretinden verem olmamak için gidip kızı istedim.’’
‘‘Kızı verdiler mi?’’
‘‘Yalvar yakar oldum. Kız da bastırınca gönülsüz gönülsüz verdiler. Ama sonra kız caydı.’’
‘‘Niye caydı?’’
‘‘Benim gecekonduyu görünce ben burada oturamam, sonra elalem ne der diye caydı.’’
‘‘Elalem ne dermiş?’’
‘‘Evde kalma korkusundan gecekonduda oturmaya razı oldu dermiş. Yahut 'Çulsuzun biriyle yattı kalktı, evlenmeye mecbur oldu' dermiş. Yalvar yakar oldum, ne Nuh dedi ne peygamber. Bir ara köprüden atlamayı bile düşündüm abicim. Sonra gidip patrona yalvardım, böyle böyle dedim. Acıdı maaşıma biraz zam yaptı. Kiralık bir apartman dairesi buldum. Gecekonduyu da yok pahasına elden çıkardım.’’
‘‘Satmasaydın keşke.’’
‘‘Keşke abicim! Ama düğünü neyle yapacaktım? 'Düğünden vazgeçelim, dostlar arasında bir yemek yiyip eğlenelim' dedim. Ama elalem, 'Dul karı aldı' der korkusuyla yaptık düğünü. Hem de düğün salonunda değil de bir otelde. Yine elalem bir şey demesin diye hava fişeği patlattık, 8 kişilik yemek odası takımı, 12 kişilik yemek takımı, kocaman Soni televizyon, çamaşır ve bulaşık makinesi ve bir sürü ıvır zıvır aldık. Evde dolanacak yer kalmadı. Gecekondudan gelen paralar uçup gitti, üstüne borçlandım bile.’’
‘‘Ama muradına erdin.’’
‘‘İkimiz de erdik. Çok mutluyduk. Hacı yolu gözler gibi paydos saatini gözlüyordum. Saat 6 der demez bir koşu eve gidiyordum. Trafik sıkışınca yürüyordum. Sonrası aşkı muhabbet! Ama geçim sıkıntısı da yakamızı bırakmıyordu. Ay sonunu bir türlü getiremiyorduk.’’
‘‘Karın tutumlu değil miydi?’’
‘‘Yok be abicim, elinden defter kalem eksik olmazdı. Geliri gideri bir bir yazardı. Herkesler Gima'dan Migros'tan alışveriş yapıyor diye Funda da Gima'ya giderdi. İki üç Gima torbasıyla dönerdi. Ama birinin içinde birkaç elma, birinde iki ekmek, birinde de iri dursun diye koca bir lahana alıp dönerdi. Asıl alışverişi cuma pazarından yapardı. Elalem, laf etmesin diye pazara giderken kılık değiştirirdi. Yani tutumluydu ama kasap ne der korkusuyla 250 gram kıyma alamazdı. İlla yarım kilo alırdı. Böylece biz, kör topal geçinirken bir gün beni kayınpeder çağırdı.’’
‘‘Ne istiyormuş?’’
Cevap vermeden önce Oktay, rakısından yine gürültülü bir hüp çekti.
‘‘Bizim kendisini ziyarete otobüsle gelip gitmemiz zoruna gidiyormuş. Niye bir araba almıyormuşuz? İkinci el de olabilirmiş. Oturduğu apartmanın kapıcısının bile arabası varmış. Elaleme karşı mahçup oluyormuş. Önce şaka yapıyor sandım. Biz apartmanın aylık giderini aksatıp dururken bir araba nafakamıza tüy dikerdi. Ama kayınpeder gayet ciddiydi. Konu komşu alay bile edermiş. 'Bak, koca emekli milletvekili Salih Bey'in damadı çulsuzun biriymiş. Salih Bey de çocuğa zırnık bile koklatmıyor.' derlermiş. Ahlaya oflaya araba parasının yarısını verdi. Tanıdık bir bankacı dostuna telefon etti. Ben de gidip araba kredisi aldım. Elalem ne der korkusuyla bir araba sahibi olmuştuk. Zırt pırt oraya buraya gezmeye başladık. Ama benzin parasına can dayanmıyordu. Boğazımızdan kesmeye başladık, iğne ipliğe döndük. Bir akşam eve dönünce Funda'yı ağlarken buldum. Aslında şen şakrak bir kızdı. Öyle kolay kolay ağlamazdı. Önce, sadece hıçkırdı nedenini söylemedi. Ama üstelememe dayanamayıp derdini döküldü. Eski kolej arkadaşlarıyla yaptıkları yıllık toplantıda arkadaşları niye çocuk yapmadığımızı sormuşlar. Funda mı kısırmış, yoksa benim erkekliğimde bir özür mü varmış?’’
Oktay gözünü patlıcan salatasına dikip bir süre sustu.
‘‘Sonra ne oldu?’’
‘‘Ne olacak, Funda beni aylarca yatağa almadı. Salonda kanapede yattım. Bizim çocuk bakacak mecalimiz mi vardı? Ancak baba olmaya rıza gösterince yatak odasına girebildim. Böylece elalem sayesinde nurtopu gibi bir oğlumuz oldu. Ama biraz pahalı oldu. Elalem ne der diye Funda ve ailesi doğumun İşçi Sigortaları Hastanesi'nde olmasına rıza göstermediler. Kız özel bir hastanede doğurdu. Oğlan, dünyaya daha gelirken kapıyı 3 milyardan açtı. Daha arabanın kredi taksitleri bitmeden başka bir bankadan borç almak zorunda kaldım.’’
‘‘Ne derlerse desinler! Kim bu elalem yahu?’’
‘‘Sen, ben, biz, dostlar ve hepimiz abicim.’’
‘‘Sonra ne oldu?’’
‘‘Sonra olacaklar oldu. Motoru trak dedi araba yolda kaldı. Oğlan hastalandı, hop özel hastaneye... Banka borçlarını ödeyemeyince eve ve maaşıma haciz kağıtları gelmeye başladı. 2 milyarı ödeyemediğim için çocuk hastanede rehin kaldı. Elalem neler neler diyecek diye bir taraftan Funda ağlar, bir taraftan kayınpeder homurdanır...’’
‘‘Eee, sonra?’’
‘‘Sonrası yaa hey abicim!’’
Oktay bardağına rakı koydu. Garsondan soğuk su istedi. Rakıyı suyla denkleştirdi. Okkalı bir fırt çekti. Fırt sesine restoran halkı dönüp kötü kötü baktı.
‘‘Sonra gidip şirketin alacaklarını tahsil ettim. Patron beni çocukluğumdan tanır. Ve güvendiği için para pul işlerini bana bırakırdı. Oğlanı hastaneden çıkardım. Arabayı tamir ettirdim. Banka borçlarını kapattım. Artık, elalemin diyecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Sonra da ayrıldık. Funda çocuğu alıp gözyaşları içinde baba evine döndü.’’
‘‘Ne oldu, aranızdaki aşk bitti mi?’’
‘‘Aşk biter mi? Beni hálá seviyor. Hatta arada bir geceyarıları kimseye görünmeden tenhalarda buluşuyoruz.’’
‘‘Öyleyse niye ayrıldı?’’
‘‘Kocası hapse düşmüş bir kadın için elalem neler demez abicim?’’
Oktay rakısını yine gürültüyle içerken,
‘‘Biraz sessiz iç yahu. Mübarek Ramazan'da içmene elalem ne der? Bunların çoğu iftarı bekliyor’’ dedim.
‘‘Sen de rakı içiyorsun.’’
‘‘Ben elalemi iplemem oğlum.’’
‘‘Ama çakılmasın diye rakıyı susuz içiyorsun. Her içişinde yarım saat öksürüyorsun.’’
Sonra, Oktay sallanarak ayağa kalktı.
‘‘Heey elalem, bu mübarek Ramazan'da ben her gün okkayla rakı içiyorum, haberiniz var mı?’’ diye garsonlar gelip lokantadan çıkarıncaya kadar bağırdı durdu.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2002
İyi kıvıran bir şarkıcının konseri tıklım tıkaç... Maçlar dolu, lüks lokantalar, diskolar filan da öyle. Ama tiyatroya niye gitmiyorsunuz be kardeşim? Onca güzel oyunun, onca dünya çapında usta oyuncunun emeğinin karşılığı boş sıralar mı olmalı? Sakın bana ‘‘Tiyatrolar pahalı!’’ filan demeyin. Malboro, hamburger kaç para? Çoğunuzun cebinden, elinden, kulağından cep telefonu düşmüyor. Faturaya kaç para ödüyorsunuz? Tiyatrolar mabet gibidir, ruhunuz dinlenir, gönlünüz temizlenir. Gelin tiyatroda buluşalım. Televizyona bakmaktan şaşılaşmış gözlerinizden öperim.
BİRİ BİZİ DİKİZLİYOR
Ferhan Şensoy birkaç yüzyıl, (yani biraz gecikmiş) bir Molyer. Yazıyor, sahneye koyuyor, oynuyor. Hatta, hızını alamayıp dekor bile yapıyor. Ferhangi Şeyler oyunu Cibali Karakolu, Orhan Veli, Hababam Sınıfı gibi büyük gişe oyunlarını solladı sanırım. 1500. oyun, bir Türkiye rekoru... Allah Ferhan'ı seyirciye bağışlasın.
Orta Oyuncular'ın yeni oyunu Biri Bizi Dikizliyor, uyumsuz ve perişan bir aile şamatası. Ailede herkes birbirinden nefret ediyor. Kadın 2. kocasından, koca 3. karısından, üvey çocuklar da birbirinden... Arada, adını unutacak kadar bunamış bir de ev sahibi var. Aile, geçim sıkıntısına düşünce çareyi televizyona çıkmakta buluyor. Eve kameralar, mikrofonlar döşeniyor ve TV seyircisinin gözü önünde bol şamata bir ev yaşamı başlıyor.
Oyun bugün başlıyor. Tel: 251 18 65
KAYGUSUZ ABDAL'I KAÇIRMAYIN
Abdallar, Anadolu'ya Türkçe'yi ve Müslümanlığı yayan gezginci ozanlar, yani aşıklardır. Yunus Emre Hakk'a, Karacaoğlan güzelliğe aşıktı. 14-15. yüzyıllar arasında yaşamış olan Kaygusuz Abdal, hem birliği, hem dirliği, hem de güzelliği arar. Ama karıncaya ve 40 gün kaynatıp da pişiremediği kaza deyiş düzecek kadar da Tanrı'nın yarattığı her varlıkla ilgilidir. Zaman zaman sivri diliyle Nasreddin Hoca'nın mizahını anımsatır. Bu büyük Anadolu düşünürü ve aşığının öyküsünü Sevgi Sanlı oyunlaştırmış, Sönmez Atasoy sahneye koymuş. Sahne üstünde 40'a yakın oyuncu var, müzik var, deyiş var.
Oyunu mutlaka görün Ramazan'ınız şenlensin. Dedeleriniz de iftardan sonra Direklerarası'nda tiyatro seyretmeye giderdi.
Bilet fiyatları da hamburgerden ucuz.
İstanbul Devlet Tiyatrosu- Taksim Sahnesi: 249 69 44
3. YILINDA HUYSUZ İHTİYAR
Bugünlerde Müşfik Kenter de Huysuz İhtiyar'ı oynamayı sürdürüyor. Ayıptır söylemesi, oyunu ben yazmış ve yönetmiştim. Müşfik, beni oynuyor. Tabii, beni benden daha iyi oynuyor. Keyifli oyundur bence izleyin. Ya da siz bilirsiniz.
Kenter Tiyatrosu: 246 35 89
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2002
<B>‘‘Yine ne oldu, ne homurdanıp duruyorsun Barış'çığım?’’</B><br> ‘‘Aykut'a fena bozuluyorum, bir gün elimden bir kaza çıkacak abicim!’’
‘‘Aykut sana ne yaptı ki?’’
‘‘Aykut bana ne yapabilir, haddine mi düşmüş? Ben onu paspas gibi çiğnerim!’’
‘‘Siz okul arkadaşı değil miydiniz?’’
‘‘Evet, aynı okulda, hatta aynı sınıfta okuduk.’’
‘‘Yanlış anımsamıyorsam onun sayesinde mezun olduğunu söylemiştin bir gün.’’
‘‘Evet, lise bitirme sınavında bana kopya vermişti.’’
‘‘Üstelik seni çok sever, yardım edebilmek için çırpınır.’’
‘‘Evet, birkaç kez borç vermişti de dükkánımı kapatmaktan kurtulmuştum.’’
‘‘Zaten dünya tatlısı bir çocuktur. Kimseye kötülüğü dokunduğunu görmedim. Karıncayı bile incitmez.’’
‘‘Evet incitmez.’’
‘‘Kültürlüdür.’’
‘‘Evet, hababam okur.’’
‘‘Saygılıdır, küçüğüne bile saygı gösterir lütfensiz konuşmaz.’’
‘‘Allah için efendi heriftir.’’
‘‘Öyleyse, ne halt etmeye bozuluyorsun?’’
‘‘Bozulurum tabii, hıyar herif Cimbom'lu be abicim!’’
* * *
Barış, rahmetli Necdet'in biricik oğluydu.
Necdet, çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı. Zamansız ölümünden sonra becerebildiğimiz kadar oğluyla ilgilenmiş, yardım etmeye çalışmıştık. Barış aslında iyi bir çocuktu ama giderek asık yüzlü ve içine kapanık bir adam olmuştu. Sanıyorum mutsuzdu.
Bir gün onu şen şakrak ıslık çalarken ve yüzünde güller açarken görünce önce şaşırdım, sonra da sevindim.
‘‘Hayrola, sayısal mı bildin, yoksa altılıyı mı tutturdun?’’
‘‘Onlar kaç para eder abicim? En büyük ikramiye bana çıktı!’’
‘‘Ne çıktı?’’
‘‘Aliye çıktı... Ah be abicim Aliye onca zengin, yakışıklı, okumuş adam arasından beni nasıl seçti, hálá anlayamıyorum. Yüce Mevla'mın bir mucizesi işte!..’’
‘‘Yani aşık oldun.’’
‘‘Görüp de Aliye'ye vurulmayan var mı? Sen bile görsen yaşına başına bakmadan niyeti bozarsın...’’
‘‘Demek çok güzel.’’
‘‘Bir kerecik çok yetmez, elli kere çok güzel. Ama ruhu yüzünden de güzel. Geçen gün grip olacağım tuttu. Biraz ateşim çıktı, eve gidip yattım. Kızın hüngür hüngür ağlamasını bir görsen yüreğin yarılır. Ağlaya ağlaya bana çorbalar pişirdi, terletip çamaşırlar değiştirdi, bebekler gibi baktı. İyileştiğim halde çaktırmayıp yataktan çıkmadım. Nazlanıp iki gün hastalığın keyfini çıkardım.’’
‘‘Anlaşılan kız da sana aşık olmuş.’’
‘‘Aşık ne demek, deli divane olmuş. Bir saat beni görmese beş kere telefon ediyor. Sırf sesimi duymak içinmiş.’’
‘‘Sende de ne ses vardır ama!..’’
‘‘Demek ki benim karga sesim ona bülbül sesi gibi geliyor.’’
‘‘Düğün ne zaman?’’
‘‘Sana niye geldim sanıyorsun abicim? Yarın akşam Aliye'yi istemeye gidiyoruz. Ama çok korkuyorum.’’
‘‘Neden korkuyorsun?’’
‘‘Kızın babası çok zengin, hatta Aliye'nin bile otomobili var. Hem de Bemeve... Razı gelmezler diye ödüm patlıyor.’’
‘‘Sen de çulsuzun biri değilsin ya, evini barkını gül gibi geçindirecek kadar kazanıyorsun be oğlum.’’
Çiçeğimizi, çikolatamızı yüklenip Hüseyin Bey'in sarayına dayandık. Ev gerçekten çok güzeldi. Boğaz'a nazır geniş ve bakımlı bir bahçe içinde bir villaydı. Fakat Aliye, evden de güzeldi. Güzellerin ne hikmetse çoğu kaşıntı olur. Ama kız hem güzel, hem şen şakraktı. Bizim Barış, turnayı göz bebeğinden vurmuştu.
Hüseyin Bey, babacan biriydi. Biraz mırın kırın eder gibi oldu ama benim dilbazlığım tutmuştu. Barış'ı öyle bir cilaladım ki Mersedes niyetine elimi öpene satabilirdim. Anlaşılan kız da bastırmış olmalı ki adamcağız adetten olan ‘‘Biraz düşünelim’’ lafını bile edemeden oturup düğün programını yapmaya başladık.
Bir hafta sonra düğün hediyesi ne ister diye sormak için Barış'ın giyim mağazasına uğradım. Eski asık suratlı herif, kasada yine sümsük sümsük oturuyordu.
‘‘Hediye filan istemez!’’ dedi.
‘‘Niye oğlum?’’
‘‘Evlenmiyoruz da ondan.’’
‘‘Babası vaz mı geçti?’’
‘‘Hayır, ben vazgeçtim.’’
‘‘Neden?’’
‘‘‘‘Kız Aleviymiş! Aleviler din düşmanıdır!’’
* * *
Bir gece vakti karakoldan telefon ettiler. Gelip Barış'a kefil olursam nezarethaneye atmayıp bırakacaklarmış. Yarın suçüstü mahkemesi varmış. Bir telaş giyinip gittim, herifi alıp eve getirdim. Meyhanede bir adamı dövmüş.
‘‘Adamı tanıyor musun?’’
‘‘Yoo, ama namussuz herif Cillo Aşireti'ndenmiş. Konuşurken laf arasında söyledi.’’
‘‘Sana ne be, sen İstanbul çocuğusun! Aşiretle maşiretle ne alıp veremediğin var?’’
‘‘Ben İstanbul doğumluyum ama biz aslında Derran'lıyız. Dedem anlatmıştı; sülalemiz Davro Aşireti'ndenmiş. Yani ben bir Davro'yum!’’
‘‘Davro olmuşsun da ne olmuş yani?’’
‘‘Ne olmuşu var mı abi, Cillo bizim yedi göbek kanlımızmış. Benim dedemin dayısını filan hep bunlar vurmuş. Herif 'Ben Cillo'lardanım' deyince tepem attı, birkaç tane patlattım.’’
‘‘Ne birkaçı be, adamcağızı hastanelik etmişsin. Üstelik tanımadığın ve baban yaşında bir garip. Sende hiç merhamet yok mu?’’
‘‘Onlar bizim düşmanımız. Düşmana merhamet olmaz!’’
‘‘Cillo'lar düşman, Aleviler düşman, Galatasaraylılar düşman!.. Yunanlılar, Ruslar düşman!.. Düşmansız yaşamayı beceremiyorsun değil mi?.. Beceriksizliğinin, başarısızlığının, mutsuzluğunun nedenini düşmana bağlayınca için rahat ediyor. Ben de mi düşmanım be?’’
‘‘Sen de solcusun.’’
‘‘Sen sağcı mısın, Halk Partisi'ne oy verdim demedin mi?’’
Barış, bir an durakladı. Öfkeyle bir sigara çıkarıp yaktı. Dumanı hırsla içine çekip düşündü:
‘‘Sen de uzun boylusun be abicim!’’ dedi.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2002
Ofoooff!.. Tarifsiz kederler içindeyim. Gecenin bir yarısı ahlar, oflar içinde televizyonda seçim sonuçlarını izlemekteyim. Tayyip, gümbür gümbür ya da paldır küldür geliyor. ‘‘Doğurabildiğiniz kadar doğurun. Siz bakamazsanız ben bakarım!’’ diye fetva üfürüp de kendi çocuklarının okul parasını bile başkasından alan, şiir okuyan adamın milyonlarca aç bilaç çocuğa nasıl bakacağını düşünüyorum. İçimi karalar basıyor. Şeytan diyor ki, sokaklardan topla birkaç bin sokak çocuğu, dayan Tayyip Bey'in kapısına...
‘‘Haydi bakmaya bunlardan başla. Artık gözlükle mi bakarsın, dürbünle mi bakarsın paşa gönlün bilir. Ekmek paralarını veremezsen hiç olmazsa tiner paralarını ver’’ deyiver.
Ofoff!.. Gayet efkárlıyım açmasın güller.
Hele hele,
‘‘Gim geliise gelsin, emme guvvetli bir igdidar ossun!’’ diye televizyonlarda şakıyan Sabancı tipi işadamlarının, trilyonluk ihaleleri Müsiad'lı dinle-ticaret kokteyli yapan işadamlarına kaptırınca salya-sümük nasıl feryat edeceklerini düşünüp kahırla mutfağın yolunu tuttum. (Üff yahu, amma uzun cümle oldu. Tam 36 sözcük!..) Buzdolabının kapağını açıp 6 ay önceden kalmış yarım şişe rakıya iç çekerek baktım. Ama efkárım rakı içirtecek kadar koyu bir efkár değildi. Muhalefetteyken zort zort öten partilerin iktidara gelince dillerinin kulaklarına nasıl kaçtığını çok görmüştüm. Hatta tek ayak üstünde 40 yalan üfüren Amerikalı iş kadını Çiller'in efkárını düşününce keyiflendim bile. Tekrar televizyona döndüm. Hay dönmez olaydım. Dedemin ve babamın partisi olan CHP yine tarihi bir fırsat kaçırmıştı. Bu barajlı, garajlı, avantalı seçimde batan geminin mallarından ancak 180 milletvekilliğini kapabilmişti. 1983 seçimlerinde kimsenin tanımadığı, kendi halinde bir devlet memuru olan Necdet Calp bile sol adına yüzde 35 oy almıştı. Yani şimdi AKP'yi tek başına iktidar yapan oy sayısı kadar... Hem de Turgut Özal'a karşı... Yıllardır Halk Partisi niye sürüm sürüm sürünmekteydi? İlk nedeni, partinin miskin ve halktan kopuk memurin yapısıydı. Birbirlerinin gırtlağını sıkıp amip misali bölünmek için sarfettikleri enerjinin yarısını halkla bütünleşmek için sarfedebilseler şimdi iktidardaydılar. Parti belki de hak ettiğinden fazlasını almıştı. Deniz Baykal'a rağmen meclise girebilmişti. Baykal başarısızlığın simgesiydi. Solun genel başkanlığına hababam soyundu durdu. Ama Ecevit'ten de Erdal İnönü'den de şaplak yedi. Gitti kendi partisini kurup seçimlere girdi. Yüzde iki oy alabildi. Murat Karayalçın'ın bitik halinde solun başına geçebildi. Halk Partisi'ni tarihinde ilk kez meclis dışında bırakmayı becerdi. Sonra, bir afur ve tafurla,
‘‘Politikayı bıraktım, evime gidiyorum’’ dedi. Adam, evine gidince ne yapar? Kitap okur, bahçe sular, hanımıyla iki çift laf eder değil mi? Değil işte... Tam Halk Partisi derlenip toparlanacakken uzaktan kumandayla kendine yer açıp ‘‘Partim ve halkım beni çağırıyor!’’ naraları atarak Halk Partisi'nin tepesine yine hopladı.
Deniz Baykal'a baktıkça hep eski müzikli, danslı Amerikan filmlerini anımsarım nedense... Gözümde Baykal, hoplayıp, zıplayıp Fred Aster gibi dans ediyor... Bing Krosbi gibi gönül tellerine dokunan şarkılar söylüyor... Politikacı olacağına yerli film jönü olsaydı hem sol, hem de kendi daha mutlu olurdu. Gel de efkárlanma...
O efkárla yine buzdolabına yollandım. Yarım şişe rakının kapağını açtım. Halk Partisi, dedemin ve babamın partisiydi, ama benim partim değildi ki... Öyleyse bu efkár niye? Rakının kapağını kapatıp tekrar yerine koydum. Ben bu rakıyı içeceğim! İçeceğim ama bana güçlü kuvvetli bir efkár gerek. Şöyle ciğerim yanmalı, of çekince ağzımdan Aşık Kerem misali alevler fışkırmalı...
Derhal açlık sınırının altındaki halkımın perişan hallerini düşündüm. Üstelik düşünmekle de kalmayıp gövdesinin tozunu silerek bağlamayı elime aldım.
‘‘Pencereden kuş uçtu... Yandı yürek tutuştu.’’
‘‘A istanbul sen bir han mısın? Varan yiğitleri yutan hep sen misin?’’
‘‘Nettin Kızılırmak allı gelini? Dalga vurdu göremedim boyunu...’’
‘‘Şu kanlı zalimin ettiği işler... Garip bülbül gibi zareler beni...’’
‘‘İskilip üstünde bir kara bulut... Ana ben gidiyom sen beni unut...’’
‘‘Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm...’’ gibisinden hicranı bol türküleri yanık yanık çığırmaya başladım. Aklım rakı şişesinde, halkımın çilesi yüreğimde hem çalıyorum, hem söylüyorum hem de ağlıyorum. Kederim tam kıvamına gelince dolabı açıp şişeyi çıkardım. Bu çileli halk uğruna içmeyip de ne halt edeceksin?
Tam rakıyı bardağa boşaltıyordum ki, kara kaderli halkımın kaçak yaptığı gecekonduları eciş bücüş apartmanlara çevirip benim ömür boyu çalışa, didine kazanacağım parayı çalışmadan üç-beş yılda kazanıverdiği, kentleri mezbeleye çevirdiği, bisiklete binmesini bilmeden araba kullanıp yılda 15 bin kişiyi telef ettiği, 15 çocuk doğurup sokağa salıverdiği ve hırsız, kapkaççı, tinerci, telekız sayısında patlama yaptığı, vatandaş olmayı reddedip aşiret ağasının kulu olmayı yeğlediği filan aklıma geliverdi. Hele Jet Fadıl'ı bile milletvekili seçtiğini de anımsayınca efkárım geri kaçtı. Şişeyi yerine koydum. Ben içeceğim ama yeterince efkárlanmadan nasıl içeceğim?
Allah'tan imdadıma Fener-Galatasaray maçı yetişti. Amanın, Türkiye'de liglerin, Avrupa'da kupaların canavarı, milli medarı iftiharımız Nobel ödüllü Fatih Terim'in takımı sigara külü gibi dökülüyor. Gelen vuruyor, gol oluyor... Giden vuruyor gol oluyor. Her golde içim titriyor, yüreğimi kahır basıyor. Koca Cimbom çoluk çocuğun deneme tahtası olmuş. Diyarbakır'a, Kocaeli'ne bile gol atamayanlar ilk gollerini Galatasaray'a atıyorlar. Bir ara gözüm kaleci Rüştü'ye takılıyor. Kendi ceza sahasının dışına çıkıp duruyor. ‘‘Gidip bir tane de ben atsam mı acaba?’’ diye düşünüyor olmalı. Altıncı golden sonra dayanamayıp fırladım. Dooğru rakı şişesine... Galatasaray 6 tane yemiş, kederden içilmez de ne yapılır?
Şişeyi boşaltacakken ne yazık ki Galatasaraylı olmadığım aklıma geldi. Üstelik ülkemizin en birinciye meselesi futboldan da pek hoşlanmıyorum. Keçi boynuzu çiğnemek gibi bir iş... Bir gol için bir alay itiş kakış seyredip durmak benim gibi tezcanlı adam işi değil.,,
‘‘Ah be, Fenerli olmak varmış... Şimdi keyiften amma içilirdi’’ diye homurdanırken zınk edip durdum. Tabii yahu, rakı keyiften içilir. Yalvar yakar olup kapıcı Yusuf'a kaloriferi yaktırmışım. Erman Toroğlu'na hazırladığım kız gibi mezeler dolapta durup duruyor. Ötemi berimi yokladım fazla bir ağrım sızım yok. Elim ayağım tutuyor ve bu yaşta hálá bir işe yarıyorum. Ben keyiflenmeyeyim de kim keyiflensin? Üstelik yarın Ramazan. Zaten ben 6 aydır rakı orucu tutmakta değil miyim? Yüce Mevlam bütün günahlarımı affetmiştir. Hatta, yeni günahlara yer bile açılmıştır.
En kristal kadehimi çıkarıp şırıl şırıl doldurdum. Sonra rakıyı sulu içtiğimi anımsayıp yarısını şişeye geri döktüm.
Kıssadan hisse: Rakı, kederden değil keyiften içilir.
Haydin şerefe!..
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2002
Oturduğum koltuktan kalkıp pilot kabinine yürüyorum. Kaptan pilota, ‘‘Yakıt depolarında arıza var. Bu benzin bizi İstanbul'a götürmez. Hemen Antalya Havalimanı'na dönelim’’ diyorum. Pilot gülümseyerek,
‘‘Göstergelerde hiçbir arıza görünmüyor. Üstelik hava açık, rüzgár bizden yana. Yeşilköy'e 6 dakika önce bile ineriz.’’ diyor.
‘‘İyi halt ederiz. Size küstüm vallahi, bana değil de önünüzdeki o kıytırık kadranlara inanıyorsunuz.’’
Yeşilköy Havalimanı'ndan çıkarken Cem Yılmaz'a rastlıyorum. Oğlanda surat beş karış. Kakara kikiri gülmesine alışık olduğum için şaşırıyorum.
‘‘Hayrola, bir melanet mi var yoksa hasta filan mısın?’’
Cem içini çekip ve bana hicranlı bir bakışla bakıp,
‘‘Mecburen karikatürcülüğe döneceğim abi... Sizin gazetede bana bir iş bulabilir misin?’’
‘‘Niye yahu, gül gibi işin var.’’
‘‘Artık işim yok, komiklik öldü. Şimdi kimsecikler bana gülmüyor.’’
‘‘Niye?’’
‘‘Öyle komikler çıktı ki hepsi bana beş basıyor. Kimi, her apartman dairesinde bir trilyoner yaratıyor. Kimi, vergi almayıp üste para veriyor. Kimi, ofsaytı kaldırıyor. Kimi, doğurup getirin çocuklarınıza ben bakarım diyor. Bu komiklikler beni aştı abi.’’
Cem'i makûs kaderiyle başbaşa bırakıp mecburen denize atladım. Çünkü Atlantis Oteli'nin cankurtaran delikanlısının tişörtünü zorla sırtından alıp giyinmiştim. Göğsünde cankurtaran yazılı bir tişörtle bir içim su Rus turist kızlarının önünde yürümek çok fiyakalı oluyordu. Ben yaprak yeşili gözlü, karınca belli, portakal göğüslü İlona'nın önünde beşinci turumu atarken sarışın bir kafa suya batıp çıkmaya başladı. Ceylan gibi bir Rus kızının belki de beni görüp boğulacağı tutmuştu. Kurtardığım kız beni kucağına alıp sahile çıkardı. Zaten o bir Rus kızı değil, suda jimnastik yapan ben yaşta, ben boyda, benden enli bir Alman turist hanımdı. Kadını kurtardığım için kocası bana çok kötü baktı.
Taksi muhabbetini sevdiğim için, bir karış sakallı sıska şoföre oyunu kime vereceğini sormuştum.
‘‘Genç Parti'ye abicim. Sayesinde imparatorumuz İbo'yu dünya gözüyle canlı canlı seyrettim. İbo'ya canım feda!’’
‘‘Ama İbo dediğin adam, Almanya'da tecavüzden aranıyor. Yanında katil gezdiriyor. Sıkıya gelince 'Vur damadim... Dur dadim hakim bey' diye kıvırıyor. Lokantalarda kadın tokatlıyor. Yüzlerce televizyon programı yapmasına rağmen hálá Türkçe'yi söktüremiyor.’’
‘‘Olsun abicim, İbo'nun sesi güzel.’’
Şu bizim milletin müzik sevdasına bir türlü akıl erdiremiyorum. Kıldan yüzü zor görünen adamların gırtlak damarlarını şişire şişire bir Arap kadını sesiyle dört notalık türkü höykürmesine ölüp bitiyorlar.
‘‘Üstelik Genç Parti mitinginde bir kıymalı makarna dağıttılar ki, dört tabak götürdüm abicim.’’
Sıska şoför haklı. Adaylığını koysa ben de oyumu Antalya Kiriş World'un aşçısına verirdim. Adam bir kuzu çevirdi, tam dört kere kuyruğa girdim. Yediklerimi eritebilmek için sabaha kadar bir kasa soda içtim.
* * *
Cumhurbaşkanımızın Cumhuriyet Bayramı kabul resminde bana tıfıl gençliğimi anımsatan dostlarıma rastlıyorum. Engin Cezzar, hálá şen şakrak gülüyor. Bu çocuktaki gülme inadına hayranım. Eski Mısır resimlerinden fırlamışçasına ve Prenses Nefertiti'yi hasetinden çatlatacak kadar her daim güzel Gülriz Sururi, bana yirmi yedinci kez küsüyor. Çünkü yazdığı yemek kitaplarını okumamışım. Kendimi bağışlatmak için,
‘‘Gülriz, bir gün bana Şato Nöf Döstraganofşuft pişirir misin?’’ diyorum. Gülriz,
‘‘Hay hay, cuma akşamı yemeğe gel’’ diyor.
Tabii öyle bir yemeğin dünyada ne adı ne de kendisi var. Ama eminim olmayan bu yemeği Gülriz icat edip pişirir.
Bedri Koraman, tavşan dişleri ve dayanılmaz sevimliliğiyle,
‘‘Hálá korkuyorum Oğuz’’ diyor. Oysa Bedri, sevimli değil yakışıklı olmak isterdi hep. Ama Mevlam ikisini bir arada vermiyor işte. Ben de sevimli değilim, yakışıklılıkla idare ediyorum ne yapalım.
‘‘Neden korkuyorsun?’’
‘‘Eskiden güzel bir kadın ya yüz vermezse diye korkuyordum. Şimdi ya yüz verirse diye ödüm patlıyor.’’
Bir ara çok yıldızlı bir generalle sohbet ediyoruz. ‘‘Emir demiri keser’’ yıllarının çatık kaşlı, sert generallerine alışık olduğumdan bir hayli şaşırıyorum. Sohbeti koyulaştırdığım paşa, sevimli, güleç yüzlü bir Türk aydını. Ekonomi, tarih ve sosyoloji bilgisi bizim birçok köşe yazarından ötede. Üstelik de sıkı bir Gırgır ve Avni okuru değil miymiş? Eşi de bir Türk hanımefendisiyle batılı bir leydi karışımı. İki yılını Güneydoğu'da dağlarda vuruşarak geçirmiş olan paşanın doğu halkına olan sevecen sözleri beni yine şaşırtıyor. Açıkça dile getirmiyor ama, politikacıların kendi yaratmayı becerdikleri Kürt sorununu paçaları sıkışınca orduya ihale etmelerinden tedirgin. Lider ihtirasları yüzünden merkez solun ve sağın lime lime bölünüp uçtaki partilere iktidar fırsatı vermelerinden daha çok tedirgin. Aynı tedirginliği ben de paylaştığım için biraz da kalabalığın etkisiyle terliyorum ve kimseye çaktırmadan havlumu alıp dooğru havuza yollanıyorum.
Bu yıl yeni açılmış otel bakiresi Atlantis'te havuz gani... Çevresinde en güzel kızların güneşlendiği havuzu seçip ünlü Cek Nayf atlayışımla cuppadanak sulara dalıyorum. Allah Allah, ben hep tepe üstü atlıyorum ama her atlayışımdan sonra niye göbeğim acıyor ve havuz başındaki kızlar niye kaçışıyor anlayan beri gelsin!
Havuz olimpik ölçülerde. Yani boyu 50 metre. Çevremdeki bata çıka çimmeye çalışan Almancık'lara bir Boğaz çocuğunun merhamet dolu küçümseyen bakışlarıyla bakıyorum. Sonra havuzu bir uçtan bir uca eskisi gibi dipten giderek gavurcuklara biraz yol yordam öğreteyim diyorum. Bir yunus balığı zerafetiyle dalıyorum. Nefesim kesilene kadar dipten gidiyorum. Su yüzüne çıkınca aynı sarışın Alman kızının yüzünü görüyorum. Hani dalmadan önce muzaffer bir tebessümle baktığım kızın yüzünü...
Yani, onca debelenmeme rağmen suyun altında ben hiç gidemedim mi yahu? Mutlaka 20-30 metre gitmişimdir. Bu kız mutlaka başka bir kızdır. Zaten bu Alman kızları birbirine benzer. Yeni göbeğime lanetler yağdırıyorum. Ben dalıyorum ama, göbeğim bir türlü batmıyor. Göbeğim batmayınca kıçım ve bacaklarım da suyun üstünde kalıyor. Kafam suyun içinde, bedenimin gerisi dışarıda debelenerek çok güzel dipten yüzüyorum.
* * *
Birazdan bu yazıyı kanter içinde bitireceğim. Sonra, en şık şortumu giyip havuza ineceğim. Rus ve Alman kızlarıyla biraz nece olduğunu bilmediğim dillerde sohbet edip onların hayran bakışları altında ünlü Cek Nayf atlayışımla havuza dalacağım. Şimdiden banyoya gidip suyu ısıttım ve küveti doldurdum bile. Ne yapayım, tatilden bir türlü dönemiyorum.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2002
Bülent, şarkı türkü bir keyif damladı. Bir gülüyor yüzünde güller açıyordu. Radyoyu kurcalayıp oynak bir hava buldu. Bir yandan oynuyor bir yandan şarkı söyler gibi konuşuyordu. ‘‘Mevlam kadını nasıl yaratmış? Melayikeden döndürüp yaratmış... Kanatlarını çıkarıp Melayike kısmını kadın yapmış. Hele hele benim Çiğdem'imi başmelekten tornistan etmiş. Oooh, sekseen... Doksaan!.. Şıkır da şıkır!..’’
Bülent, bir ara çekiştirip beni de göbek atmaya davet etti ama yüz vermedim.
‘‘Senin Çiğdem'in de kim?’’
‘‘Benim Çiğdem'im baldan tatlı, gülden güzel, ibrişimden ince, kanaryadan hoş şakıyışlı, tüpgazdan ateşli bir huri... Ooh, yüüz!.. Denizde yüüz!.. Karada yüüz!.. Şakır da şukur!’’
‘‘Hayırlı olsun, düğün ne zaman?’’
‘‘Babasını razı edince.’’
‘‘Adam, kızı vermezleniyor mu yoksa?’’
‘‘Dünden razı ama biraz mırın kırın ediyor.
Sürü sürü cezveleer kaaynasın!’’
‘‘Niye mırın kırın ediyor?’’
‘‘Benim iki kere evlenip boşanmış olmama taktı.’’
‘‘Yanlış hatırlamıyorsam sen iki değil üç kere evlendindi.’’
‘‘Her bir şeyleri de herife anlatacak değilim ya... Ama kız da bastırdığı için çaresiz razı olacak. Bülent'imin göbeciği oynasın!..’’
Bülent şarkı türkü oynayarak gitti. Eski bir dostumu mutlu görünce ben de keyiflendim, radyoyu kapatmadım.
* * *
Aradan birkaç hafta geçti geçmedi Bülent yine damladı. Ben hemen oynak bir hava bulmak için radyoyu kurcalamaya başladım.
‘‘Kes şu zımbırtıyı be!.. Bu havalar hep karı icadı. Kalça, göbek çalkalayıp erkek milletinin kanına girmek için icat olunmuş!’’
Bülent, burnundan sesli sesli soludu. Sonra sigarasını çiğner gibi içmeye başladı. Bu durumlarda ses çıkarmadan oturacak kadar Bülent'i tanıyordum.
‘‘Karı dediğin ne işe yarar be!.. Yemek mi pişirir?.. Pöh, bütün aşçılar erkek... Dikiş mi diker?.. En namlı terzilerle modacılar erkek!.. Erkek milletinin başına bela olmaktan başka ne iş yapar?.. Yılanla şirket kurup Adem Baba'mızı cennetten kovduran kim?.. Aslında kadın milleti dururken Allah, yılan mahlukatını niye yaratmış bilmem. Bundan sonra karı milletine paydos!.. Saçının bir teli bile hayatıma giremez!.. Artık erkekçe ve erkek erkeğe yaşayacağım billah!’’
‘‘Hişt oğlum tövbe de. Bu yaştan sonra olur mu?’’
‘‘Bal gibi olur! Bu işin bir kerameti var ki dünyada milyonlarca insan herif herife güle oynaya gül gibi yaşıyor. Padişah efendilerimiz binlerce içoğlanını saraya niye dolduruyordu? Karı milleti işlere burnunu sokup ortalığı berbat etmesin diye... Hürrem Sultan, koca Osmanlı'yı az kaldı batırıyordu. Allah'tan 4.Murat yetişti de namımız kurtuldu. Çünkü 4. Murat karı kısmını yanına uğratmazdı. Bin tane içoğlanı vardı.’’
‘‘Ufak at da civcivler yesin.’’
‘‘Bin olmasa bile yüz tane vardı. Yeniçeri ocağında Zülüflü Oğlan taburları niye kuruldu bakalım? Yeniçeri, karıya kıza dadanıp Osmanlı'yı batırmasın diye!.. Biz geç bile kaldık oğlum.’’
‘‘Aman beni karıştırma. Herif herife yaşanırsa insan soyu tükenir yahu.’’
‘‘Tüp bebekler ne güne duruyor?’’
‘‘Bu kadın düşmanlığı nereden icap etti?’’
‘‘Çiğdem yüzünden.’’
‘‘Babası mı vermedi?’’
‘‘Keşke vermeseydi. Karı düğünden bir hafta önce caydı, gitti bir kıroyla evlendi. Kadın milletinde ahlak ne gezer? Onca masraf boşa gitti be!..’’
* * *
Bülent sırtında yeşil bir cübbe, ayağında poturumsu bir pantolon ve bir karış sakalla birkaç hafta sonra yine uğradı. İkram olsun diye bir kadeh içki teklif ettim, küfretmişim gibi kötü kötü baktı. Radyoyu karıştırıp Kur'an okunan bir istasyon buldu. Uzun süre sallanarak dinledi. Sonra elindeki tespihi şakırdatarak bana döndü:
‘‘Bir daha Erbakan hakkında çizersen seninle fena bozuşuruz!’’
‘‘Hayrola, bu Erbakan'cılık da nereden çıktı?’’
‘‘Ülke ahlaksızlık batağında can çekişiyor. Soygun, talan, fuhuş artık en muteber meslekler oldu. Ahlaksızlığın tek ilacı dindir elhamdülillah. Bizler sapkınları imana getirmek için gece gündüz çalışıyoruz.’’
‘‘Sizler de kim?’’
‘‘Bizler hak yoluna baş koyan Müncimi Tarikatı'ndanız.’’
‘‘Öyle bir tarikatı hiç duymadım.’’
‘‘Senin gibi besmelesiz bir gavur Müncimi'yi nereden duyacak? Gırtlağına kadar günaha battın. Ahiret'i muazzamada yatacak yerin yok. Artık hak yoluna dön!..’’
‘‘Nasıl döneceğim?’’
‘‘Çizgi çizmeyi bırakarak... Şeyhim Abdülgafur Hazretleri insan sureti çizmenin Allah'a şirk koşmak olduğunu buyurdu.’’
‘‘Çizmezsem acımdan ölürüm.’’
‘‘Ölürsen hiç olmazsa Hak yolunda ölüp cennete gidersin.’’ Bülent, telaşla saatine baktı ve
‘‘Aman cumayı kaçırmayayım!’’ deyip fırladı.
‘‘Bugün perşembe!
‘‘Olsun, her gün mübarektir.’’
* * *
‘‘Bütün bu kriz ve IMF oyunları işçi devrimi yapmayalım diye!.. Ama biz işçi sınıfının hakkını söke söke alacağız.’’
‘‘Ama sen işçi değilsin ki, tüccarsın.’’
‘‘Olsun, benim gönlüm işçi. Alıp satarken emek vermiyor muyum sanıyorsun? Biz çalınan emeğimizin hakkını kapitalizmden alacağız.’’
‘‘Siz kimsiniz?’’
‘‘Biz EHDEP'iz. Yani emekçi halkın devrimci partisiyiz.’’
‘‘Müncimilik ne oldu?’’
‘‘Bırak hırsızları!.. Cami yaptırmak için bağışladığım ve topladığım bütün paraları Şeyh alıp kaçtı. Zaten din toplumların afyonudur!..’’
Bülent yumruğunu sallayarak birkaç slogan daha attı ve,
‘‘Taksim'de gösteri yürüyüşümüz var’’ deyip gitti.
Bülent her defasında başka bir adam olarak geldi. Bazen Bethofın hayranı, bazen Orhan Gencebay... Bazen Fenerli bazen Galatasaraylı oldu. Bazen paranın nimetlerinden coşkuyla söz etti. Boğaz'da yalı alıp yat yaptıracağını, Ferrari arabadan başkasına binmeyeceğini, yüzen lüks otellerle Bahama adalarına gidip 10 yıllık Şato Nöf dü Pap şarabı eşliğinde güneşin batışını nasıl izleyeceğini uzun uzun ballandırdı. Sonra Fransız Gruyer peynirinin İsviçre eski Goda ve Alman Emantaler peynirlerinin aralarındaki farkı anlattı.
Bir ara bir lokma ve bir hırkanın gönlü gani bir adamı mutlu etmeye yeteceğini savundu. Sonra da ortadan kayboldu.
* * *
Yıllar sonra biraz çıtkırıldım parlak bir delikanlı evime geldi.
‘‘Bülent Bey mutlaka sizi görmek istiyor. Kendileri çok hasta olduğu için gelemedi.’’
Şoför beni Boğaz'a nazır saray yavrusu bir villaya götürdü. Bülent gerçekten hastaydı, ama neşeliydi. Kötü bir haber duymamak için hastalığının cinsini soramadım.
‘‘Görüyorsun, sonunda insan bir lokma bir hırkayla da mutlu olabiliyor. Makarnadan gayrısı bana yasak. Kalkamadığım için de sadece pijamalarımın içinde yaşıyorum.’’
O sırada güzel eşi, bana Fransız Brut şampanyasıyla Rus havyarı getirdi.
‘‘Sosyalistlik ne oldu?’’
‘‘Yine sosyalistim be ihtiyar. Bütün ilerici partilere tonla yardım yapıyorum.’’
‘‘Ya dindarlık?’’
‘‘Hiçbir ramazanı ve cumayı kaçırmadım.’’
‘‘Hálá Fenerli misin?’’
‘‘Tabii, ama Galatasaray yönetim kurulundayım.’’
‘‘Kadın düşmanlığından ne haber?’’
‘‘Eşimi gördün, bakarken gözlerin kaykıldı.’’
‘‘Ama şoförünü de gördüm. Ömür boyu bir sürü değişik kişilikle yaşadın. Bir türlü kendin olamadın.’’
Bülent gözlerini Boğaz'ın ışıklarına daldırdı.
‘‘Ben hep kendim oldum be ihtiyar. Bir ömrü bir kişi olarak yaşamak zavallılıktır. Haydi, benim için de biraz şampanya iç ve bana cevap ver: Sen kaç kişisin?’’
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2002
Ecevit’in nece konuştuğu anlaşıldı
Ecevit'in son bir yıldır ne dediğini pek anlayamayan halkımız, meraka kapılmıştı. Hatta aralarında,
‘‘Sıpılopş dedi. Demek ki tüpgaza zam geliyor.’’
‘‘Hadi be, sıpılopş demek köy-kent demektir!’’ şeklinde karakolda biten politik tartışmalar oluyordu.
Başbakanımızın konuşurken
‘‘Vufulıp... Dıjıflıp!’’ gibi sözcükler söylemesinin nedenini hastalığına bağlamışlardı. Masa lambası taklidi yaparak evinde, ağaç taklidi yaparak sokakta Ecevit'i amansız bir şekilde izleyen arkadaşımız Muharrem Sarımaya nihayet dıjıflıpların esrarını çözdü.
Rahşan Hanım'ın bulaşık yıkamasından faydalanan Ecevit, sık sık sokağa kaçıp Avni'yle hoka-molasına top oynuyordu. Maç sırasında Avni'yle durmadan tartışan Ecevit, nihayet Avni'ceyi sökmüş ve Avni'ce konuşmaya alışmıştı. Böylece basın toplantılarında ve seçim nutuklarında dalgınlıkla Avni'ce sözler söylüyordu. Gazetemiz, Başbakanımızın konuşmalarını tercüme etmesi için Avni'yi tercüman kadrosuna aldı. Avni maaş olarak ayda brüt 2 kilo elma almaktadır.
Çiller’e, Metin Şentürk yol gösterecek
Apo asılsın mı asılmasın mı, Avrupa Birliği'ne girsek mi girmesek mi, Erbakan'dan sonra Tayyip'le de koalisyon yapsak mı yapmasak mı diye bocalayan Çiller, nihayet derin bir nefes aldı.
‘‘Artık sağlam yolda yürüyeceğiz. Yolumuzu bize Metin Şentürk gösterecek’’ dedi. Doğru Yol Partisi'ne yeni katılan şarkıcı Metin Şentürk ise gazetecilere,
‘‘Yol gösterip partimi düze çıkaracağım’’ dedi. Ve Çiller'in yerine parti kahvecisi Mansur'un elini sıktı. Sonra da toplantıdan çıkarken kapıya çarptı.
MEMESİNİ DÜŞÜRDÜ
Ünlü şarkıcı ve model kızlarımızdan Tokatşör Sevda Demirel, bir göğsünü kaybetti. Dün gece sahnede şarkı söyleyip zıplarken göğüslerinden biri sırra kadem bastı. Garsonların ve müşterilerin uzun aramaları sonucunda göğsü Sevda'nın but tarafında bulundu.
Ambülansla gelen estetik cerrahı Doktor Tahir Terzi, Sevda'yı hastaneye kaldırıp derhal ameliyata aldı. Başarılı bir ameliyat sonrası güzel Tokatşörün göğsünü yerine yerleştiren Doktor Tahir Terzi,
‘‘Silikonu bu sefer çok sıkı diktim. Bir daha asla kaymaz’’ dedi.
DÜNYA SÖRF ŞAMPİYONASI TÜRKİYE’DE YAPILACAK
Spor Bakanlığı, Dünya Sörf Şampiyonası'nın Káğıthane ve Alibeyköy'de yapılacağını açıkladı. Bakan, yabancı gazetecilerin de katıldığı basın toplantısında,
‘‘Her yıl yağmur bastırınca bu semtlerimizi sel götürür. Vatandaşlarımız sel sularında gide-gele sörfçü kesildiler maaşallah. Sörf artık bizim milli sporumuz oldu. Altın madalyalarımız şimdiden garanti.’’ dedi.
Bebek ama 10 koruması var
Yazarımız Serdar Turgut'un geçenlerde Allah bağışlasın nur topu gibi bir oğlu oldu. Doğan bebek derhal koruma altına alındı. Korumaları tutan Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök'e,
‘‘Bebeğin kaçırılmasından mı korkuyorsunuz?’’ sorumuza,
‘‘Hayır, bu herif ketçap manyaklığından vazgeçip başımıza penis manyağı kesildi. Çocuğun penisini koparmasından korkuyorum. Çünkü atalarımız 'Serdar'ın oğlu oldu, tuttu penisini kopardı'
diye boşuna laf etmemişlerdir.’’ BAŞYAZI
Gözünüz gazete görsün
Bizim gazetenin yöneticilerine bir haller oldu. Ertuğrul Özkök gazeteye sakal bıyık takıp kılık değiştirerek geliyor. Erol Türegün'le Tufan Türenç benimle aynı masaya oturmamak için yemeği dışarıda köftecide yiyorlar. Nihayet Fikret Ercan'ı geçenlerde masasının altında yakaladım.
‘‘Yine benden mi saklanıyordun?’’
‘‘Yok abi, cebimden tenis topum düştü onu arıyordum.’’
‘‘Böyle gazete yapılmaz! Kocaman mavi-sarı-kırmızı başlıklarla gazeteyi deli kızın bohçasına çevirdiniz. Üç kabak başlık, arsa büyüklüğünde koca iki fotoğrafla sayfa şişiriyorsunuz. Size bin kere 'Gazeteye haber koyun'
demedim mi? Mesela 'yumurtalar niye küçüldü, tavukların kıçı mı krize girdi', 'Oğuz Aral'ın sokağının kazısı niye bitmiyor?'
gibi çarpıcı haberler...’’
‘‘Çok haklısın abi, bizimkilere söylüyorum ama dinletemiyorum.’’
Yardımcı olmak için onca çırpınmama rağmen bu yeni kuşağın doğru dürüst gazete çıkaracağından umudu kestim. Gazete nasıl olurmuş görsünler diye, kendi gazetemi kendim yaptım, buyrun.
Huysuz İhtiyarBekir ŞAŞKIN ONUNCU KÖY
Hayvan sevgisi
Leylekler sıcak ülkelere göçüyor. Kırlangıçlar gidiyor. Kuşlar giderken kalbimi de beraber götürüyorlar.
Ah, bizim politikacılar da leyleklerle birlikte gitseler ne güzel olurdu. Ama onlar ne leylek, ne kırlangıç... Onlar baykuş!
Bu baykuşlar vatandaşın damına yuva yapmışlar, vatandaşın yuvasını yapıyorlar.
‘‘Hey Karabaş, çekiştirme yavrum. Görüyorsun burada yazı yazıyoruz. Sizler de ulumayın sevgili Lassi, Bobi, Foks! Şimdi babanız hepinizin mamalarını verecek. Hişt hanım, köpeklerin bonfileleri nerede? Nee, yine mi para bitti? Televizyonu sat, çocukların bonfilelerini al. Televizyonu geçen ay mı sattık? O zaman çamaşır makinesini sat, kedilere kuşlara da mama al. Avrupa'sından olsun. Bu hayvan düşmanı barbar toplumda biz olmasak bu yavrucuklara kim bakacak? Hayvanlar benim sevgilim, ruhum, hayatım!..
Aaahh! Namussuz sivrisinek yine soktu. Hayvanoğlu hayvan. Ben sana gösteririm lan! Hanım nerede benim sinekliğim?’’
PAAT!..
GÜZİN ABLA’cım
Ben şincik noolucam
Sevgili Güzin Abla,
O kadın bana ihanet etti. Ona yıllarca sadakatle hizmet ettim. Bir dediğini iki etmedim. Kulu kölesi oldum. Fakat Müştak Şakşak'ı tercih edip bana ihanet etti. Halbuki bütün hayatımı ona göre yoluna koymuştum. Ankara'da 3 daire almış, Çarpar Müteahhitlik Şirketi'nin gizli ortağı olmuştum. Kayınvalidem ve kayınpederi gelecek yıl basur tedavisi için Amerika'ya göndereceğime de söz vermiştim. Ama artık maafoldum. Şincik ben ne halt edeceğim? Lütfen bana bir akıl ver Güzin Abla.
Ankara'dan Arif Arsız
Umudunu kaybetme evladım. Çiller Hanım'ın sizi Eleşkirt'ten 9'uncu aday sırasına yazması dünyanın sonu değil ya! Bakarsın Eleşkirt'lilerin hepsi sizin partiye oy veriverir.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2002
‘Ayın şavkı Bebek koyuna vurmuş yakamozlanıyor. Çengelköy'den Beykoz'a uzanan karşı sahil yemyeşil orman... Yeşiller arasında kırmızı kiremitli konak damları görünüyor. Gece kuşlarının şarkıları benim sandaldan yükselen ince saz takımının ezgilerine eşlik ediyor. Sazendelerin hepsi birbirinden huri kızlar... Hele kanuni bir dilber var ki ak elleri kelebek kanatları gibi teller üstünde uçuşuyor. Kürekçiler de dilberan kız takımından.
Ben saltanat kayığımda halis Hint ipeğinden kuştüyü yastıklara yanlamış yatıyorum. Elimdeki çapariyi billur sularda sıyırtıyorum. İçilesi Boğaz sularında balık öyle bol ki çapariye istavrit yerine lüfer atlıyor. Lepiska saçlı hanedan ahu,
‘‘Hangi şarkıyı emredersiniz sultanım?’’ diye soruyor.
Mustafa Çavuş'un ‘‘Dök zülfünü meydana gel’’ hisarbuselik şarkısını buyuruyorum. Şarkının tam ‘‘... Aşıkınım haylü zaman... Gel muntazır teşrifine... Gel amman amman...’’ mısralarına gelince Celal'in başı sudan çıkıp bana yine pis pis sırıtıyor. Sonra elindeki kocaman matkapla sandalın dibinde delikler açmaya başlıyor... Hanende ve sazende yavrular göğüslerine kadar yükselen sulara rağmen çalıp söylemeyi sürdürüyorlar.
‘‘Yaktı sinem süzan ile... Müştak sana bin can ilee...’’ ve batıyoruz. Boğazın soğuk sularında debelenirken uyanıyorum. Boğaz sularına değil soğuk tere batmışım vıcık vıcık...
‘‘Ulan Celal alçağı!.. Ulan kahpe dölü... Ağzını burnunu dağıtıp seni tepelemezsem yaşam bana haram olsun!’’ diye yeminlere kasemlere başlıyorum.
Ben bu yeminleri tam yıllarca edip durdum. Celal alçağı, benim çocukluk arkadaşım... Arkadaşım sözcüğü lafın gelişi. Celal benim can düşmanım, belalım, kanlım, ömrümü kemiren hastalığım. Kin ağır bir yüktür. Tembel olduğum için ben kin tutamam. Bana yapılan en büyük kötülükleri bile hemen unutur ferahlarım. Sünnetçime bile kinlenmedim. Ama Celal'e duyduğum kin bir tahta kurdu gibi ömür boyu beynimi kemirdi durdu. İçimden söküp atamadım.
İlk tanıştığımız gün istop oynarken beni dövdü. Hem de Nalan'ın yanında. Nalan sarı kıvırcık saçlı, kırmızı çilli güpgüzel bir komşu kızıydı. Kendisinin haberi yoktu ama benim sevgilimdi. Celal'in alçaklığı okul başlayınca da sürdü. Teneffüste top oynarken camı benim kırdığımı, tarih dersinde kopya çektiğimi, merdiven altında saklanıp kızların bacaklarına baktığımı, sınıfa köpek yavrusu aldığımı, duvara tırmanıp sınıfa camdan girdiğimi hocalara gammazladı durdu. Ben de okul hayatım boyunca Celal yüzünden dayak yeyip durdum. Öğretmenler dövmediği günlerde boş kalmayayım diye Celal dövüyordu. Daha doğrusu ben herifi gebertmek niyetiyle dalgın bir zamanını kollayıp arkadan filan saldırıyordum. Ama ne çare... İnsan azmanı kopuğa vurduğum tekmeler sivrisinek vızıltısı gibi geliyordu. Hatta bir gün pabucum kaba etlerine sıkışıp kaldı. Herif, dönüp beni yine paraladı. İkimizde aynı sınıftaydık... Celal'in şerrinden kurtulmak için dersleri mahsusçuktan bilmezden gelip sınıfta kaldım. Bu kez de hem anamdan hem babamdan dayak yedim. Ama evde yediğim sopadan çok o tembel herifin de o yıl sınıfta çakması bana koydu.
Kör topal liseye geldik. Celal, artık benim meşum kaderimdi. Herif, büyüdükçe azmanlaşmıştı. Ben, cüssece ona yetişip haklayabilmek için baklavalar börekler yiyordum. Ne bulursam hırsla hababam tıkınıyordum. Sonuçta midem bozuluyor soluğu tuvalette alıyordum. Celal, bana ‘‘sıçırgan’’ diye isim bile takmıştı. Kilo almak bir yana sıskalıktan bütün elbiselerim bol gelmeye başlamıştı. Böylece kavruk kaldım.
*
Liseyi cehennem azabı çekerek kör topal bitirdim. Babamın ani vefatı yüzünden üniversiteye gidemedim. Allah'ın gücüne gitmesin ama pederin vefatına sevindim bile. Çünkü nasıl olsa Celal'le aynı üniversiteye gidecektik ve okulu bana yine cehenneme çevirecekti. Bir süre sonra askere gittim. Bilin bakalım takım çavuşum kimdi?.. Tabii Celal'di...
İşkenceyle geçen askerliğim bitince akrabaların yardımıyla bir aşçı dükkanı açtım. Şişmanlamak için yemeğe düştüğüm sırada aşçılığı iyice kıvırmıştım. İşlerim iyi gitmeye başladı. Bitişikteki dükkanı da kiralayıp lokantamı genişlettim. Dünyanın parasını harcayıp bir güzel de dekore ettirdim.
İşlerim yolunda gidiyordu. Elim biraz para görünce nişanlandım. Çocukluk aşkım Nalan da büyümüş bir içim su olmuştu. Sabahın köründen gece yarılarına kadar ırgat gibi çalışıyordum ama çok mutluydum. Ben, biraz daha para biriktirip bahçeli bir ev alıp yuva kurma hayalleri içindeyken tam karşıma bir kebapçı dükkanı açıldı. Tabii, sahibi Celal'di. Artık ne eti sattığını bilmiyorum ama Celal, kebabı bol kepçe koyuyordu. Hem de ucuza... Üstelik torpille belediyeden bira satma ruhsatı da almıştı. Millet Celal'in kebapçısında yer bulabilmek için kuyruğa giriyordu. Bizim lokanta sinek avlamaya başlamıştı. Her gece lengerle yemek döküyorduk. Sonunda battım. Celal önce benim aşçıyı, sonra dükkanı elimden aldı. Ondan sonra da Nalan'ı... Kızı kürkle mücevherlere boğup ayarttı.
İçkiye, sigaraya ve perişan gezmeye başladım. Artık her gece rüyamda Celal'i görüyordum. Rüyanın en tatlı yerinde zırt diye ortaya çıkıyor bana pis pis sırıtıyordu. Artık uyumaktan korkar olmuştum. Yaşamım boyunca alçak herif beni ezmişti. Ben acizlikten itin kılına bile dokunamamıştım. İçim nefretle doluydu. Zaten ömür boyu nefret ederek kin duyarak yaşamıştım. Artık dayanamayacaktım. Celal'i öldürmeye karar verdim. O öfkeyle tekrar işe giriştim. Aşçılıkla filan uğraşacak zamanım yoktu. Askerde tanıdığım bir arkadaş eroin işi yapıyordu. Hollanda'ya eroin götürmeye başladım. İşi öğrenip çevreyi tanıyınca kuryelikten vazgeçip kendi düzenimi kurdum. Kazandığım parayla krallar gibi yaşıyor ama her gece rüyamda Celal'i görüyordum.
Herifi gizlice izletmeye başladım. Artık bütün hayatını biliyordum. Ne yer, ne içer, hangi yollardan gider gelir hepsini ezberlemiştim. Bir gece evinin önünde pusu kurup alçağı beklemeye başladım.
Hırpani ve sıska adam sustu. Uzun uzun önündeki rakı kadehine gözlerini daldırdı. Ona meyhanede rastlamıştım. Tek başına kımıldamadan oturması dikkatimi çekmişti. İzin isteyip masasına oturdum. Laf lafı, laf sohbeti açtı. Beşinci kadehten sonra bana yaşam öyküsünü anlattı. Sessizlik uzayınca dayanamayıp sordum.
‘‘Adamı öldürdün mü?’’
‘‘O gece evine gelmedi. Ondan sonraki geceler de gelmedi.’’
‘‘Nereye gitmiş?’’
‘‘Hastaneye... Sonradan öğrendim. Ani bir kalp krizi geçirmiş. Namussuz yine bana kazık atmıştı. İyileşip hastaneden çıksın diye dualar ettim, adaklar adadım, sadakalar verdim. Çıksın da iti geberteyim.’’
‘‘Çıktı mı?’’
‘‘Bana son alçaklığını yaptı, ölüp gitti. Vallahi hırsımdan günlerce ağladım. Artık ne kin kaldı, ne nefret, içim bomboş.’’
Sıska adam son kadehini dikti ve sarsak adımlarla kalkıp gitti.
Yazının Devamını Oku