Nilüfer Kas

Laf taşıyan çocuklar

2 Eylül 2005
‘Anne, babam bana dondurma almadı...’, ‘Anne, kuzenim altına kaçırdı...’, ‘Arkadaşım Can küfür ediyor...’ Bunları söyleyen kızım, arkadaşlarını ‘ispiyonlamaktan’ kendini alamıyor. Yoksa bizi jurnalci bir hayat mı bekliyor? Laf taşıyan insanlara öfkelenirken, bir karış boyuyla olmadık laflar taşıyan kızıma ne demeliyim? Babasıyla konuştuğumuzda akla hayale gelmedik detayları anlattığını öğrenip, şoka giriyorum. Bazen de birlikte yaşadıkları olayların ayrıntılarını bildiğimi öğrenince, bu kez de babası küçük dilini yutuyor.

Mesela, babasında kaldığı bir gün, hızlı kahvaltı yapalım derken masada olması gereken bir detay atlandığında benim haberim oluyor. Ya da trafikte biriyle ağız dalaşına giren babasının söylediği sözler, diğer şoförün yanıtları da bire bir canlandırılarak bana aktarılıyor. Merak edip sorsam neyse... Böyle bir durumla karşılaştığımda bir yandan olayı dramatikleştirmemeye çalışsam da diğer yandan kızımı jurnalci bir hayatın bekleyip beklemediği konusunda soru işaretleri taşıyorum.

Anaokulunda da hangi arkadaşının annesine yüksek sesle bağırdığını, kimin küfrettiğini, kimin kiminle yakın olduğunu ayrıntılarıyla biliyordum.

Bu yıl okula başlayacak. Bakalım, yeni okulunda, yeni arkadaşlarıyla nasıl bir performans gösterecek!

Uzmanlar uyarıyor

Bir pedagog arkadaşımla bu durumu konuştuğumda, endişelenmemin yersiz olduğunu, çoğu çocuğun ‘laf taşıma’ işine çok sık başvurduğunu söyledi.

Uzman arkadaşımın söylediğine göre, laf taşıyan çocukların ya kendilerine güveni yokmuş ya da tam tersine kendine olan aşırı güven nedeniyle bunu yaparlarmış. Çünkü herkese ders vermek isterlermiş Ama bu aşırı güvene rağmen büyük bir olasılıkla kendini silik biri olarak hissederlermiş.

Kendine fazla güveni olmayan çocukların çoğunluğu da bilgi taşıyarak kendisine önem verileceğini sanır, anne babasının gözünde değerli hissedilmek için bu yola başvururmuş.

Bu çocukları anlamak zor. Aynı işi yapıyorlar ama farklı uç karakterlerde yer alabiliyorlar.

Tam ben Nehir’in hangi kategoride yer aldığını anlamak için soru sormaya hazırlanırken pedagog arkadaşım ‘Dur bakalım, o kadar uzun boylu değil’ diyerek resmen kulağımı çekti;

‘Laf taşıyan çocuğu olan ebeveynler aynada kendini bakmalı. Belki de sen her şeye burnunu sokan birisin. Her şeyi öğrenmek ve hayatında geçen bütün olayları kontrol etmek istiyorsun. Kızın belki de senin sorularından önce davranmak ve merakını gidermek için laf taşıyor olabilir. Bütün bunların ötesinde aslında çocuklar laf taşımazlar. Anne-babalarına, olmuş ya da olacak tehlikeli olayları bildirirler. Böyle bir durumda seni uyararak, bir arkadaşı tarafından dövülmesini engelleyebilir. Ama çoğunuz, bu övgüye değer davranışla jurnalciliği birbirine karıştırıyorsunuz.’

Hoppala... Bu uzmanlarla da konuşulmuyor. Şimdi ne mi yapacağım? Anneme gidip, çocukluğumda laf taşıyıp taşımadığımı soracağım.

Nasıl tepki vermeli

Sizin tanık olmadığınız bir arkadaşının ya da kardeşinin hatasını koşup size mi yetiştiriyor? Ona hemen ‘Olabilir. Sana inanmak istiyorum. Ama ben orada değildim, görmedim. Yokluğumda kardeşinin ya da arkadaşının yaptığını öğrenmem için bana söylemek senin görevin değil’ diyebilirsiniz. Kendisinden daha küçük bir çocuğun aptallığını mı yetiştiriyor? Kendisine ‘Bu küçük çocuk birçok şeyi daha yeni öğreniyor’ hatırlatmasını yapın.

Ona ‘ispiyoncu’ muamelesi yaparak amacına ulaştırmayın. Ama onu, laf taşıdığı bu olayın gerçek ciddiyetini kendi kendine sorgulamaya zorlayın. ‘Bu bu konuda sen ne düşünüyorsun? Daha ciddi ve enteresan şeylerden bahsedebiliriz’ diyebilirsiniz.

Son nokta olarak ‘Böyle hiç durmadan laf taşınmaz. Yasak değil ama hiçbir ilginç yanı, üstelik sana da hiçbir yararı yok’ sözlerini söyleyin.

Ona değer verin. Kendisine güvenmesine ve bunu başkalarının aleyhine işler yapmayı bırakarak kazanmasına yardımcı olun. Çocuğunuz kendisini geliştirdiğinde ve başarılarında tebrik etmeyi kesinlikle unutmayın.
Yazının Devamını Oku

Bu kış çok çarpıcı olacağız

29 Ağustos 2005
Biz yazın son demlerini yaşarken, moda ve makyajın kış sezonu çoktan belirlendi. Bu kış tüm kadınlar kırmızıdan bordoya uzanan çarpıcı renklerdeki dudaklara, kedi gözü makyajlardan saçlarda atkuyruğuna kadar farklı farklı görünümlere bürünüyor. Kış sezonunda makyaj artistlerinin en sevdiği far rengi elma yeşili. Rengin gözünüzde sıra dışı yerine, asil görünmesi için sadece gözün üst ya da alt kısmına çizgi çekmek ya da gözün dış kısmını vurgulamak gerekiyor. Yeşilin belirgin bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamak için kirpiklerinizi siyah bir maskarayla iyice belirginleştirmelisiniz.

Sezon makyajının önemli ayrıntılarından biri de takma kirpikler. Makyaj artistlerine göre özellikle gece makyajının ihtişamlı bir detayını oluşturan takma kirpikleri sadece gözün üst kısmında kullanmak yeterli.

Duman gözler, soğuk mevsimde tüm varyasyonlarıyla yüzlere gizemli bir görünüm katacak yine. Altın kahveler ve mor, klasik antrasit tonlarıyla rekabet ediyor. Makyaj ise tek bir renk üzerine yoğunlaşılarak yapılıyor. Görsel etki için hareketli göz kapağına belirgin bir renk tonlaması uygulanıyor, gözün alt kısmı ve kaşa kadar olan kısım ise daha yumuşak bir şekilde renklendiriliyor.

GÖZLER DUDAKLARDA

Sezonun öne çıkan önemli detaylarından biri olan dudaklar, koyu renk rujlarla sıra dışı ve seksi bir görünüme kavuşuyor. Altın pigmentli bordo tonlarını kullanmadan önce dudağınızı kendi rengindeki bir dudak kalemiyle çerçeveleyin. Daha sonra rujunuzu bir fırça yardımıyla sürün.

Bir süredir kozmetik çantalarındaki ağırlığını yitiren eye-liner’lar yeniden hak ettikleri değeri kazanıyor. Makyaj sırasında eye-liner’ı sadece gözün üst kısmında kullanmak gerekiyor. Gözün iç kısmından başlayarak ucuna dek ince bir çizgi halinde dikkatlice çekmeyi ihmal etmeyin. Uygulama sırasında kaşınızı elinizle yukarı doğru kaldırarak çizginin daha belirgin olmasını sağlayabilirsiniz.

SAÇLARDA KIZIL HAREKAT

Bakır tonları bu kış saçlarda kadınların akıllarını başlarından almaya hazırlanıyor. Siz de bu modanın yakın takipçisi olmak istiyorsanız önerilerimize kulak verin: Eğer sarışın ya da kumralsanız, bu renk size çok yakışacaktır. Esmerseniz saçlarınızın tonunu önce açmalı daha sonra bakırın herhangi bir tonunu uygulamalısınız.

Diva görüntüsünün en önemli detaylarından biri saçlara krepe uygulaması. 40’lı ve 50’li yıllarda Hollywood kadınlarının vazgeçilmez modeli şimdilerde yeniden geri dönüşünü kutluyor. Yukarı doğru krepeyle kabartılarak taranmış saçlar ya da topuzlar, ekstra volümlü çene boyunda bob kesimler için gerekli tek aksesuvar ise ince dişli bir tarak...

Bebeksi bir cilt için

Cildinizin daha genç ve gergin bir görünüme sahip olmasını istiyorsanız mikrodermabrazyon (kimyasal peeling) ve asit peeling’i, dermatologların da en sık başvurduğu yöntemler arasında. Üstelik bu uygulama sırasında herhangi bir yara izi ya da kırışıklık gibi bir olumsuzlukla da karşı karşıya kalmak söz konusu değil.

L’Oreal laboratuvarlarının, dermatolojik tekniklerden esinlenerek evde kullanım için yarattığı ikili cilt bakım ürünü ‘Refinish Cilt Mikro-Dermabrazyon Kiti’, cildin yüzeyini soyucu ve güneşe karşı 15 koruma faktörlü tedavi sonrası nemlendiricisiyle ev konforunda yeni bir cilt vaat ediyor. Siyah nokta oluşturmayan, boya maddesi ve parfüm içermeyen Refinish, çok hassas ciltler hariç tüm cilt tiplerinde kullanılabiliyor. Sonuçta cilt yüzeyindeki düzensizlikler pürüzsüzleşiyor, cildin görünümü parlaklaşıyor, ince çizgiler kayboluyor ve ciltte yumuşak bir etki oluşuyor.

ÜRÜN MARKET

Makyajda renk şovu

Bu sonbahar içinizdeki kadını uyandırın. Menekşe tonları, morlar ve siyahlarla dişiliğinizi ön plana çıkarın. Clinique’in sonbahar-kış makyaj koleksiyonu buğulu ve çekici gözleri masum dudaklarla bütünleştiriyor. Mürdüm ve nefti tonları da gizemli ve büyüleyici gözler yaratıyor.


Temas alerjisine son

Bebeklikten başlayarak yaşamımız boyunca temasta bulunduğumuz sayısız ürün, vücudumuzda farklı birçok alerjiye neden oluyor. Uruage laboratuvarlarınca geliştirilen ‘Bariaderm’ krem, hem temas alerjisini önlüyor hem de oluşmuş hasarları onarıyor. Ayrıca cildin alt tabakalarında oluşmuş zararları da onararak cildin desteklenmesini destekliyor.
Yazının Devamını Oku

Evden ilk ayrılma girişimi

26 Ağustos 2005
Korktuğum her şey başıma geliyor. Kızım, 8 yaşındaki kuzeniyle tatile gitme planı yaptı. Bavulunu hazırladı, önümüzdeki hafta Samsun’a gidiyormuş. Hem de 10 günlüğüne! Altı yılın sonunda ‘Yazıklar olsun sana verdiğim emeklere’ diyecek noktaya getirdiği için Nehir’i tebrik etmem gerekiyor. Ben ki, onun kokusunu her gece içime çekmek, her akşam eve döndüğümde sımsıkı sarılmak, sıcaklığını hissetmek için altı yıl boyunca tüm iş seyahatlerimi askıya aldım.

Tiyatroya, özel davetlere, evlilik törenlerine bile giderken vicdanım sızladı, erkenden eve dönmenin yollarını aradım. Arkadaşlar, bu tür gecelerde size söylediğim ‘Erken kalkmak zorundayım. Nehir uyumuyormuş’ gerekçem, sadece bahaneden ibaretti. Bencil bir anne olamadım.

Sizler hep kulağımın arkasına ‘Yarın Nehir büyüyecek. Arkasına bakmadan gidecek. Sen akşamları kukumav kuşu gibi pencerelerde onun dönmesini bekleyeceksin’ sözlerini üflediniz. Ama bunlar benim bir kulağımdan girip, ötekinden çıktı. Bağımlılığımı bir türlü azaltmaya beceremedim. Ne güzel mutlu mesut gidiyorduk. Ta ki, kardeşimin haylaz oğlu Ateş, kalmak için bize gelene kadar.

Sevgili yeğenim, kızımın aklını çeldi. 20 odalı(gerçekte 4 oda, bir salon) bir yazlık ve muhteşem deniz vaadiyle Nehir’i kandırdı.

Ben kardeşimin oğluna suç bulmuyorum. Benim kızım, arkasını önünü düşünmeden, Samsun’daki 10 günlük tatile balıklama atladı.

İYİ ÇOCUK OLMAK NE DE ZORMUŞ

Ateş, iki gün bizde kaldı. Ben işe geldiğim için iki çocukla annem tek başına aslanlar gibi mücadele etti. İki ve daha çok çocuğu olan aileleri bir kez daha takdir ettim. Her an kapris, her dakika küsmeye nasıl dayanıyorlar bilmiyorum.

Aslında, biz Ateş’ten korkarken, Nehir yüzümüzü kara çıkardı. Çocuk, öylesine uyumluydu ki, bu hallerini annesi-babası görse derin hissiyattan gözleri yaşarırdı. Bir dediğimizi iki etmedi. Kendi evinde uykusunun gelmediğini öne sürerek gece 02.00’lere kadar ayakta kalırken, ‘Hadi çocuklar yatıyoruz’ dediğimde yatağındaydı. Ateş’in bu halleri karşısında ağzımız açık kaldı.

Annesi-babasının zavallı çocuğa! haksızlık yaptığını, aslında ne kadar da uyumlu biri olduğunu söyleyip, bolca dedikodu yaptık.

İki günün sonunda eve dönen Ateş’in annesine söylediği sözler karşısında dumur oldum. Sevgili oğlumuz, aslında bizde çok sıkılmış, erkenden uyutmuşuz (sanki yatağına silah zoruyla gönderdik, tövbe tövbe) İki gün boyunca ‘iyi çocuk’ olmak, onu yormuş. Özgürlüğüne yeniden kavuştuğu için çok mutluymuş.

İki kuzen, bu süre içinde bir yandan birbirlerini yedi, bir yandan da yeni planlar yaptı.

İkinci gün eve döndüğümde Nehir ‘Anne bu akşam Ateşlere gidebilir miyim?’ diye sordu. ‘Evet’ yanıtımı alınca uzun bir ‘oley’ çığlığı attı. İki günlük çetin savaşın ardından annemin dinlenmeye ihtiyacı vardı. Arkasından Nehir ikinci bombayı patlattı. ‘Anne, ben de Ateşlerle Samsun’a gidebilir miyim?’

Hemen vereceğim ret yanıtı ikisini de galeyana getirirdi. Samsun tatilinin mantıklı bir yanı yoktu. ‘Peki, istiyorsan gidebilirsin’ dedim. İkinci ‘oley’ daha gür çıktı.

Ateş’i almaya geldiklerinde Pınar ve Özay, müthiş ikilinin planlarını dinlediler, sadece gülümsemekle yetindiler. Nehir, önce beş günlüğüne kuzeninin evinde kalacakmış, beşinci günün sonunda hazırladığım bavulu alıp, bu kez 10 günlüğüne Samsun’a gidecekmiş. Annemle mutfakta bu işin içinden nasıl çıkacağımızın planlarını yaparken Nehir’in ‘Annemi özlerim’ diye ağlamasına kahkahalarla güldük.

ALLAHIM BEN NE YAPTIM

Sonunda Nehir, o gece dayısının evine gitti. Ertesi gün işten aradım. ‘Aşkım akşam gelip seni alayım mı?’ diye sordum. Yanıt aynen şöyle ‘Saçmalama anne. Planımızı biliyorsun. Beş gün buradayım, sadece bavulumu almaya geleceğim.’

Allah’ım, ben nerede yanlış yaptım? Baştan ‘hayır mı’ demeliydim? Ama yasaklayıcı bir anne portresi çizmek istemiyorum ki! Annem bize bu taktiği uygulardı. Hayır demezdi ama muhalefet ettiği noktaları mutlaka dile getirirdi. Biz tıpış tıpış eve dönerdik, hem de kendi isteğimizle...

O günü karın ağrısıyla geçirdim. Ya gerçekten tutturursa diye tırstım. Akşam eve döndüm, ev sessiz. Akşam Nehir telefon etti. Bu kez ‘gelecek misin?’ diye sormadım. İki dakika sonra ‘Anne bu geceyi evimde, yanında geçirebilir miyim?’ dedi. Yarım saat sonra İdealtepe’deydim.

Ateş Nehir’i döneklikle suçluyordu. Nehir, Ateş’e hiç karşılık vermedi. Çantasını hazırlayıp, beni kapıya doğru sürükledi. Arabada Samsun’a gitmekten vazgeçtiğini söyledi.

Aklın yolu birdir. Geceyi, birbirimize sarılıp, mışıl mışıl uyuyarak geçirdik.

Özgürlüklerini verin

Bedensel Engelliler Dayanışma Derneği Genel Başkanı Kemal Demirel’in engelliler adına bir ricası var. Demirel, her geçen gün daralan ekonomi ve mevsim gereği yardımların tamamen durması nedeniyle ihtiyaç sahiplerine gerekli yardımları yapamaz hale geldiklerini söylüyor. Özellikle havaların güzel olması nedeniyle dışarı çıkmak isteyen engellilerin tekerlekli sandalye ihtiyaçlarını karşılayamadıklarını dile getiren Demirel, gönül dostlarının imkanları doğrultusunda, yardımın azı çoğu aranmadan yardımcı olmalarını ve engellilere bu güzel mevsimi yaşamaları için özgürlükleri yönünde tekerlekli sandalye armağan etmelerini istiyor.

Bedensel Engelliler Dayanışma Derneği Tel:

0 216 370 26 26

Yazının Devamını Oku

Hafta sonu babaları

22 Ağustos 2005
Boşanmış çiftlerin en büyük sorunu, velayeti alamayan tarafın, çocuklarıyla tatminden uzak bir ebeveyn-çocuk ilişkisi yaşamasıdır. Kimse iki ev arasında mekik dokuyan çocukların neler hissettiğini düşünmez. ‘Hafta sonu babalığından’ memnun olmayan Nehir’in babası da, faturayı bana yüklüyor; ‘Öküz ölmüş ortaklık bozulmuş ama buzağının suçu ne?’

Bana göre boşanmanın en sevimsiz tarafı, çocukların iki ayrı hayata uyum göstermek zorunda kalmalarıdır. Ama başka çareleri de yoktur. Velayet kimdeyse, haftanın büyük bölümü o ebeveynle geçirilir, diğeriyle hafta sonları ya da uzak bir şehirdeyse yaz tatillerinde bir araya gelinir.

Anneler çocuklarından ayrı kalmaya razı olmadıkları için hafta sonu ebeveynliği çoğunlukla babaya düşer. Bizim içinde bulunduğumuz ortam da bundan farklı değil.

Nehir benimle birlikte, düzensiz olarak da babasıyla bir araya geliyor. Hafta sonları Nehir’in gönlü olacak babasına gidecek, gönlü olacak yatıya kalacak, gönlü olacak dışarıda vakit geçirecekler. Gönlü olunca tamam da, gönlü olmayınca fatura bana kesiliyor.

Babası, Nehir’i yeterince görememekten şikayet ettiğinde ‘Öyleyse hafta sonu bir program yapın’ önerisine ‘İşim var. Zaten ben hafta sonu babalığı yapmaktan nefret ediyorum’ yanıtını veriyor. Çocuğun hafta sonu için yaptığı sinema, pizzacı, alışveriş merkezi turu, kids play’larda oynama isteğini ise çoğunlukla ‘Bu gibi yerlerde sadece vakit geçiriyoruz.

Duygusal anlamda paylaştığımız bir şey yok’ gerekçesiyle reddediyor. Yani hep şikayet, hep şikayet...

Haklı olduğu taraflar yok değil ama mevcut durum bu.

Geçen hafta Nehir’le bir plan yaptılar. Arabası bozulduğu için o plan uygulanamadı. Söz verildiği zaman, çok hayati bir neden yoksa yapılması taraftarıyım. Bu durumda doğal olarak tırnaklarımı çıkardım. Sonunda altı yıldır duyduğum şeyleri yeniden duymak zorunda kaldım.

Nehir’in babası, söylediklerinin bir kulağımdan girip ötekinden çıktığını, onu sözel olarak anlamadığımı düşünmüş olacak ki, ‘hafta sonu babalığıyla’ ilgili düşüncelerini yazılı olarak iletti. Aşağıda, boşanmış bir babanın ‘hafta sonu babalığı’ yaparken içinde düştüğü duygu durumunu bulacaksınız. O bana haksızlık etmiş ama ben adil olma kaygısıyla yazısına müdahale etmedim:

BABADAN MEKTUP VAR

İnanmayacaksınız ama babalar da tıpkı anneler gibidir. Ayrı olsalar da, onlar da bebekleriyle baş başa özel zaman geçirmek isterler. Nedir bu özel zamanlar? Annelerin çocuklarıyla evde baş başa paylaştıklarından bahsediyorum. El ele televizyon izlemek, izlenilen film üzerine öğüt verir konuşmalar yapmak, kendi hazırladıkları sofrada dip dibe yemek yemek, beraber sofrayı toplamak, oyunlar oynamak, birbirine sarılarak uyumak.

Bunlar olmadan kurulan baba-çocuk ilişkisi, tuzu, biberi, salçası, kimyonu olmayan yemeğe benziyor.

Bu saydıklarımı, birbirini çok seven, aynı çatı altında yaşayan anne ve evladının hayatından söküp at (yani rolleri değiştir) ilişkideki hızlı çöküşü net olarak göreceksin. Lütfen yılın en trendy sözünü hayata geçir ve empati yap.

Zor bir şey hafta sonu babalığı! Soruyorum, kim bir hafta görmediği kızına veya oğluna herkesin içinde sarılmak ister? Kim bir hafta özlemle beklediği evladıyla bir alışveriş merkezinin kalabalık fast foot masalarında yemek yemek ister? Kim çocuğunun pırıl pırıl, kıvırcık saçını okşamak yerine Amerikan yapımı abuk subuk bir çocuk filmine gitmek ister? Bir anne olarak ‘neden olmasın’ diyorsan, buyur bu güzel etkinlikleri her hafta sonu sen yap. (Bu güzel etkinlikleri hafta sonları biz zaten yapıyoruz)

Boşanma olduğunda siz kadınlar, biz babaların çok anlayışsız olduğumuzu, çocuğun psikolojisinden anlamadığımızı, onlara yeterince zaman ayırmadığımızı, onları sizlerden daha az sevdiğimizi söyleyip durursunuz. Bu iddia kesinlikle çok haksız.

Asıl anlayışsız olan korkarım ki siz annelersiniz. Zira hem çocuklara babayla el ele neşe dolu bir hafta sonu vaat ederek, onların küçücük yüreklerine bu tohumu eker, onları bir gelin gibi veya minik bir damat gibi süsleyerek cumartesi günü babalarına teslim eder, hem de babalarına eğlencenin şablonunu bir gün öncesinden sıkı sıkı dikte edersiniz.

Dönüşte de çocuklarınıza ‘Eğlendiniz mi hayatım?, Ne yediniz? Sana bir şey almadı mı?’ gibi bir sürü soru sorarak, bir hafta sonranın sevimsiz hafta sonunu da hazırlarsınız. Zira her cumartesi buluşmasının yankısı hafta boyu sürer. (Kusura bakma. Seni hayal kırıklığına uğratacağım ama bizde bu kadar uzun sürmüyor. Ayrıca ben soru sormam.)

Böyle ne sağlıklı bir çocuk yetişir ne de sağlıklı bir babalık yapılır. Anne olarak çok şanslısın. Çünkü ortak çocuğumuz senin yanında. Ağlayınca, gülünce, acı çekince, sevinince ilk sen şahit oluyorsun. Öyle ki hafta sonu babası olarak, kızımın ilk adımlarını, emeklemelerini, hatta ileriki yaşlarda da daha birçok ilklerini göremeyeceğim. Babalığımı hep kalabalık parklarda, alışveriş merkezlerinde, fast footlarda, sinemalarda yaşayacağım.

İki damla gözyaşı dökemeyen bir baba olarak en ufak bir gerilmede direkt haksız çıkıyorum. Hatta ‘Evladım için saçımı süpürge ettim. Gece ateşlendiğinde ben hastane köşelerinde sürünürken, sen neredeydin? Haberin bile olmadı. Onu sinemaya götürmek bile yük geldi sana’ diyerek zeytinyağı olup üste çıkıyorsun. Sana bir şey soracağım; ‘Öküz ölmüş ortaklık bozulmuş ama buzağının suçu ne ?’

İmza: Nehir’in babası

Tecrübeli hafta sonu babasından öğütler

Babalarıyla çocukların birbirine kaynaşması için ikisine de destek olun.

Babayla ayrılmış olsanız bile onu sevmek, ona karşı iyi duygular beslemek zorundasınız.

Zira o sizin canınız kadar sevdiğiniz yavrunuzun babası. Yani bir zamanlar sizin canınızdı. Şimdi ona ‘canın çıksın’ diyemezsiniz.

Unutmayın çocuğunun artık iki evi var. Çocuğunuz sizin yanınızda nasıl yaşıyorsa babasının evinde de öyle yaşaması için uygun ortam yaratın.

Sakın ‘Ben zaten her şeyi yapıyorum’ demeyin. Yapsaydınız çocuk her zaman babasının evine gitmek, babasıyla daha fazla vakit geçirmek isterdi.

Kim haksızlık yapıyor

Olaya kimin tarafından baksanız, öbür taraf mutlaka haksız çıkıyor. Aslında ortak hedef ‘çocuğun mutluluğu’ olunca, tarafların ne düşündüğü o kadar da önemli değil. Kısaca, ‘her şey çocuk için’ demek lazım.
Yazının Devamını Oku

Bu hastanelerde çocuk doğurulmaz

12 Ağustos 2005
Hastanenin boş koridorlarında ağlayarak ‘Annemi istiyorum, anne neredesin?’ diyen çocuğun sesi kulaklarımdan gitmiyor. Küçücük çocuklara bu muameleyi layık görenleri, bu konuda hassasiyet gösterenler adına magmanın sıcaklığında yanmaya gönderiyorum. ‘Bu ülkeye çocuk doğurulmaz’ diyenlerin saçmaladıklarını düşünüyordum. Ama son iki ayda art arda meydana gelen olaylar nedeniyle bu görüşe yakın durmaya başladım. Allah aşkına milletin gözünden sakındığı çocukları, hem de hasta çocukları ellerinden, ayaklarından karyola demirlerine bağlamaya kimin ne hakkı var?

Kin duymaktan, öç almaktan kaçınırım ama bence bu adamları, (suçsuzlar ama o adamların çocuklarını) aynı karyola demirlerine bağlamak lazım. Bakalım bu insanlık dışı uygulamaya kaç saat dayanabilecekler?

Nehir hasta olduğunda ödüm kopar, üzerine titrerim, bir dediğini iki etmem. Hasta olduğu dönemde benim sevgime, sıcaklığıma daha ihtiyaç duyduğunu düşünürüm. Elini bırakmam, saçını saatlerce okşamaktan bıkmam. Çünkü hasta olduğunda, Nehir daha fazlasını ister. Anlayışla karşılarım, kızmam.

İzmir Tepecik Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi Servisi’nde tedavi gören çocukların benim kızımdan farklı istekleri olacağını sanmıyorum. O kadar minikler ki... Aynı karyolaya yatırılan iki minik beden, ellerini ayaklarını oynatamıyor bile. Henüz ‘anne’ bile diyemeyen bu çocukları yatağa bağlayan zihniyeti Allah’a havale ediyorum.

Hastane yetkililerinin (bana göre ‘yetkisizlerinin’) gerekçesi komik; Enfeksiyon oluşmaması gerekçesiyle servise hiçbir refakatçi kabul etmiyorlarmış. Aslında rezaletin ana nedeni, bir-iki aylık bebeklerden altı yaşındaki çocuklara kadar onlarca hastanın bulunduğu serviste yeterli donanım ve personel olmaması.

Utanmadan, kendi çocuklarına bu muameleyi reva görmeyeceklerini dile getiren yetkililere bir sorum var; Refakatçi kabul eden diğer hastanelerin çocuk servislerinde tedavi görenler, hasta çocuklar mı, elma kurtları mı?

Bazı iddialara göre bu uygulama tam 20 yıldır sürüyor. Çocuklar, hastalıklarının durumuna göre 1 günden 1 aya kadar annelerinden ayrı kalıyor. Annelerini sadece haftada bir-iki saat görebiliyorlar. Emziren annelere ise her gün öğle saatlerinde izin veriliyor.

Hastayken annelerinin sıcaklığını hissedemeyen bu çocukların yaşadığı travmanın sorumluluğunu üstlenecek bir yetkili var mı? Bu sorunun yanıtını onların da kolay kolay vereceğini sanmıyorum. Bildiğim tek şey var; Boş koridorlarda çıplak ayakla, bir o yana, bir bu yana koşarak, hastane odalarında annesini arayan çocuğun ‘Ben annemi istiyorum’ çığlıkları uzun süre kulaklarımdan gitmeyecek.

Bebekler ölüyor

İzmir Tepecik Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi Servisi’nde yaşananlar bir yana, Kayseri Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Hastanesi Yenidoğan Servisi’nde geçen hafta bir gecede altı bebek, birkaç gün sonra iki bebek daha öldü. Geçen haziran ayında da Edirne Tıp Fakültesi’nde sekiz bebek, Manisa Moris Şinasi Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nde ise iki bebek hayatını kaybetti. Bütün bunlar, size üçüncü sayfa haberleri gibi sıradan gelebilir.

Ama, ölen bebeklerin ailelerini düşününce mideme yumruk yemiş gibi oluyorum. Bir saatliğine bile o anne-babanın yerinde olmak istemem. Düşünün, bebeğinizi 9 ay bekliyorsunuz, bütün hazırlıklarınızı yapmışsınız, evinize bebeğinizle dönmeyi planlarken, korkunç haber geliyor; ‘Serviste enfeksiyon var, bebeğiniz öldü.’ Afedersiniz ama ‘pardon’ denecek bir konu mu?

Kardeşim hastane işinde çalışıyor. Bu nedenle hastanelerin enfeksiyona karşı alması gereken tedbirlerin ne kadar ciddi yatırımlar gerektirdiğini yakından biliyorum.

Özellikle ameliyathanelerde, yenidoğan ve yoğun bakım üniteleri başta olmak üzere hastanenin her yerinde hijyen için alınması zorunlu tedbirlerin bu hastanelerde alınmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. İşin özü, hastanelerin bir ihmali olduğu kesin. Ölümlerin üst üste gelmesi ise büyük şanssızlık. Hatta bazı hastaneler ameliyathanelerini ev tipi klimalarla soğutuyor. Bu zihniyete ne erken doğan, ne de bakıma muhtaç yetişkinler dayanır.

Büyük şanssızlık

Ölümleri incelemek üzere oluşturulan komisyonlar ise hastanelerin ihmali olmadığı yönde rapor verdi. Bu salgın bir hastalık değilse, ülkenin her yanında, her hastanede görülmüyorsa, nasıl hastanenin ihmali bulunmuyor, anlamıyorum.

Hastane enfeksiyonları çok riskli bir durum. Bebeklerin ölümüne ‘serratia’ bakterisinin neden olduğu söylendi. Hastane enfeksiyonlarının tedavisinde çok başarılı olunamadığı için en önemli strateji, personelin ve hastanenin bu konuda önlem alması.

Ortada öyle trajik bir durum var ki; Kimse sorumluluğu üzerine almıyor, faturayı ödemeye yanaşmıyor. Faturanın büyüğünü, annesinin sıcak göğsüne yatamadan ölen minik bedenler ödüyor.

Enfeksiyona dikkat

Yenidoğan bebek ünitelerinde bebeklerin enfeksiyon kapabileceği en az 20 çeşit bakteri var.

Normalde zararsız görünen bir bakteri, savunmasız haldeki bebeğin ölümüne yol açabilir.

Üniteye dışardan gelecek bir bebek bile çok riskli. Bu yüzden özellikle görevlilerin temizliği büyük önem taşıyor.

Yenidoğan bölümüne gelen bir ziyaretçi ya da elini yıkamayan bir görevli, ünitedeki bütün bebeklerin ölümüne yol açabilir.

Ziyaretçi, üzerinde enfeksiyon sonucu ölüme yol açacak çok sayıda bakteriyi bulundurabilir.

Bu nedenle hastanelerin yenidoğan bebek bölümlerine girme konusunda ısrarcı olmayın.

Bu ayrılığı unutmayacaklar

İzmir Tepecik Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi Servisi’nde yaşananlar kolay kolay unutulmayacak. Elleri ve ayaklarından ranzalara bağlanan bu çocuklar da yaşadıkları travmayı unutmayacak.
Yazının Devamını Oku

Ailece şımardık

5 Ağustos 2005
Nehir eğlensin, gönlünce tatil yapsın diye gittiğim, içinde çocuklar için her şeyin düşünüldüğü Hillside Beach Club aslında bana yaradı. Bir gün içinde evini özleyen kızımı Hillside’dan ayırmak için saatlerce dil dökmek zorunda kaldım.

Kendinizi şımartmak için neler yaparsanız bilmiyorum ama ben, Taksim’e gittiğimde mutlaka İnci’ye uğrarım. Bir porsiyon profiterol yorgunluğumu alır, beni mutlu eder. Ayda bir yüz maskesi, 15 günde bir peeling, duştan sonra aromalı vücut nemlendiricileri ve bir servet ödediğim yüz nemlendiricim, kendimi şımartma yöntemlerimin başında gelir.

Şimdiye kadar bunlarla şımarırdım. Ama artık daha fazlasını istiyorum, bunlarla tatmin olmayacağımı söylüyorum. Üç günlük Hillside Beach Club kaçamağı, şımartılma standartlarımı değiştirdi.

Tatiller bana vücut ve gönül yorgunluğundan başka bir şey vermez. Nehir üç yaşındayken yaptığımız ilk tatil, anneme de bana da zehir olmuştu. Üç gün boyunca yemek yemeyi reddeden Nehir, üçüncü gün sinirlerimi bozmuş, yüzlerce kişinin arasında hüngür hüngür ağlamama neden olmuştu. Didim’de geçirdiğimiz kabus tatil yüzünden her yıl tatil sendromuna girerim. Ta ki Hillside Beach Club’a gidene kadar.

Nisan ayında iki günlük Nehir’le gittiğimiz Antalya tatiline annemi götürmediğimiz için 48 saati bana zehir eden kızımı bu kez baştan kontrol altına aldım. Annem de bizimle geldi. Hillside Beach Club’a daha önce giden arkadaşlarımın ‘Kızım yeryüzündeki cennete gidiyorsun, tadını çıkar’ sözlerinin ne kadar gerçeği yansıttığı konusunda tereddütlerle yola çıktık. (Füsuncuğum bence de az söylemişsin.)

Hem ruhum, hem bedenim kendini dış dünyadan arındırdı. Hem de Nehir’in tüm kapris ve şımarıklıklarına rağmen. Bir de şunu fark ettim; Nehir evde masum bir kedi, dışarıda tırnaklarını çıkartmış bir aslan yavrusu.

O aslan yavrusu kapriste sınırlarını aştı, şımarıklıkta ise ‘yuh’ dedirtti. Ama her şeye rağmen benim yüzümden gülümseme gitmedi. Bence annem en çok buna sinir oldu. Nehir’e ciddi anlamda sert çıkmadığım için kendini yedi, müdahale etti. Tatili large yaşamak isteyen kızım ise ne beni dinledi, ne de anneannesini.

Kıskanacak kadar var

Bundan sonrasını arkanıza yaslanıp okuyun. Bir gün sizin de böyle bir tatil deneyimi yaşamanızı isterim desem, kıskanmadan, kızmadan, sinirlenmeden beni okumayı sürdürür müsünüz?

Fethiye’nin Kalemya Koyu’nda çam ağaçları arasına gizlenen yeryüzündeki cennet Hillside Beach Club’a vardığımızda biz, her tatil köyünde var olan standartta bir oda bekliyorduk. Kapıdan içeri adım attığımızda üç kuşak birden ‘vaavvvv’ dedik. Odaya adım atacağımızı düşünürken, önünde muhteşem deniz manzarasıyla bizi kocaman bir teras karşıladı. Son derece konforlu kanepe ve mobilyaya uyumlu alçak sehpa, odaya döndükten sonra keyif yapmak isteyenler için konulmuş.

İki yıl önce yenilenen odalar son derece sade ve şık. Odanın içinde yer alan soyunma odası, eşyaların dağılmasını önlüyor. Banyo ve tuvaletin ayrı oluşuna çok sevindim. Duş yaparken Nehir’in ‘Anne girebilir miyim çişim geldi, anne girebilir miyim aynaya bakacağım’ şeklindeki tacizlerinin önünü kesti. Ayrıca çocuklar için iki yataklı ayrı bir oda daha var.

Bine yakın misafirin ne yemekte, ne de diğer bölümlerde kuyruk olmamasına çok şaşırdım. Çünkü tatil köylerinde en çok şikayet ettiğim bitmez tükenmez kuyruklardır. Izgara kuyruğu, çay kuyruğu, meşrubat kuyruğu, salata kuyruğunda beklemek azap vericidir.

Hillside Beach Club için çok şey söylenebilir ama denizini anlatmak çok zor. Tam bir akvaryum. İnsanın içinden denizden çıkmak gelmiyor. Zaten annem ve Nehir günün 8 saatini suyun içinde geçirdiler.

Tatil zamanı gelince anne-babaları sıtma tutar. Özellikle hem çocuklar eğlensin hem de kendileri dinlensin isterler. Onca yer gezmiş, görmüş, yaşamış biri olarak Hillside Beach Club, çocuklarıyla gerçek bir tatil düşleyenler için biçilmiş kaftan. Çocuklar Kidsside’dan anne babalarının yanına gelmiyor bile. Çocuk Kulübünün sorumlusu İsmail, tüm çocukların sevgilisi olmuş.

Sabah 10.00’dan akşam 18.00’a kadar çocuklar için her türlü aktivite düşünülmüş. Kulüpte bir iki görevli var zannetmeyin. 15 kişiye yakın bir ekip çocuklarla bire bir ilgileniyor. Çocuğunuz dört yaşın altında ise bakıcılara teslim edebilirsiniz. Çocuk bakıcısı ablalar, onlarla oyun oynuyor, yemeklerini yediriyor, uyutuyor, istediklerinde ailelere teslim ediyorlar. Daha büyükler için organize edilen oyunlar, çocukları mest ediyor.

Arkadaşını buldu

Nehir için bu tatil olağanüstü güzeldi. Çünkü okul arkadaşı Aleyna ile karşılaştı. İki gün boyunca birlikte kudurdular. Arada bir iki kız kardeşi aralarına alıp, sahilde sakin sakin güneşlenmek isteyenlerin huzurunu kaçırdılar.

Bu arada SPA merkezinde masaj yaptırma şansım oldu. Çam ağaçlarının arasında yer alan Sanda SPA’da Balili kızlar çalışıyor. Beni zencefilli sular, limon aromalı buzlu havlularla karşılayıp, kulübeye çıkardılar. Balili Sugi, beni limonlu yağlarla bir güzel yoğurdu. 50 dakikanın sonunda kendimi öyle iyi hissettim ki, bulduğum her fırsatta masaj yaptırmaya karar verdim.

Konukların hepsi animasyon ekibine hayran kaldı. Sahneye koydukları ‘My Fair Lady’ müzikali, kostüm, makyaj, sahne dekoru, oyunculuk açısından herkesten tam not aldı. Bir gece önce deniz üzerinde yapılan gösteri ve havai fişekler büyükler kadar çocukları da coşturdu. Yemeklere hiç girmek istemiyorum. Mutfak kısmı ve çalışanlar Hillside Beach Club adına yakışır nitelikteydi.

Tatilimizde bizimle birlikte olan sevgili Nazlı, Nehir’in yüzme korkusunu yenmesine yardımcı oldu. Birlikte dubaları aşıp, açıldılar. Sevgili Nazlı, üç gün boyunca yaşadıklarıma şahit olduktan sonra sanıyorum anne olma konusunu en az birkaç yıl daha erteleyecektir.

İlk kez bir tatil yerinden ayrılırken yorgunluk yerine huzur hissettim. Burası gerçekten yeryüzündeki cennet. Günah ve sevaplarımı bir kez daha gözden geçireceğim. Cennet böyleyse, sevap konusunda daha çok çalışmam gerekecek.

Anne adayları da g-string giyebilir

Hamilelik döneminde de şıklığından ve rahatından ödün vermek istemeyen kadınlar, artık iç giyimde de aradıklarını bulabilecekler. Tasarımları Hollanda’da yapılan Gebe’de beli ayarlanabilir pantolon ve etekten, bikini ve mayoya, doğum sonrası da kullanılabilen kemer çeşitlerine kadar giyimle ilgili her şeyi bulmak mümkün. Gebe’nin anne adaylarına özel iç giyim serisi ise slip’ten g-string’lere kadar tüm külot modellerini içeriyor. Koleksiyonda, hamilelere özel sutyen ve karın kısmı elastiki atlet de bulmak mümkün.
Yazının Devamını Oku

Saftrik olmak kadınlara mahsus bir durum mu

29 Temmuz 2005
‘Bir yaşıma daha girdim’ cümlesini sık kullanır oldum. Buna rağmen duyduğum hikayelere hálá şaşırmama şaşırıyorum. Ama lise arkadaşımın yaşadıkları karşısında artık isyan ettim. Allah aşkına, biz kadınlar niye bu kadar safız? Aşık oluyorsun, gözün birden körleşiyor, hatta gönül gözün bile kapanıyor ve kendini birden hiç yaşamak istemediğin olaylar zinciri içinde buluyorsun. Yıllar geçiyor, bir taraftan çocuk diğer yandan kayınvalide derken, eşin karşına çıkıp bir başkasına aşık olduğunu ama seni de hala çok sevdiğini söylüyor. Hikaye hem uzun, hem de can acıtıcı!

18 yıl aradan sonra lise arkadaşımla buluştum. Araya giren yıllara rağmen o hiç değişmemişti. Aynı kibarlık, aynı ürkeklik ve aynı hassasiyet. Ben İstanbul’dan hiç kopamazken, o birkaç şehir değiştirmiş. İstanbul’a yerleştiğini öğrenince buluştuk.

Nehir’den birkaç yaş büyük oğluyla bize geldi. Bir saat içinde eski yılları yad edip, arkadaşların kulaklarını çınlattık. Konuşuyordu ama dalgındı, aklı başka yerlerdeydi. Benimle konuşmak istediği başka konular olduğunu biliyordum. Çocukları içeri gönderip, biz bahçede kaldık. Hikayesini, ‘inanmıyorum, çok safsın, şaka herhalde, nasıl yani, yok canım, nasıl olur’ şeklinde bilumum hayret sözcükleriyle kestim. Her insan ayrı bir öykü ama onun yaşadıklarını ben asla yaşamaz, bana bunu yapmalarına izin vermezdim.

Ama o, tüm yaşadıklarının gerekçesini öyle basit bir cümleyle açıkladı ki! ‘Ne yapayım, çok aşıktım.’ Bir şey diyemedim.

KİMİNLE EVLENDİ

Arkadaşım üniversite yıllarında şimdiki eşiyle tanışıyor. Kısa sürede birbirlerine aşık oluyorlar ve güzel bir ilişki yaşıyorlar. İlişkilerinin altıncı ayında eşi, kız kardeşinin evleneceğini söyleyerek bir öneri getiriyor; ‘Hemen biz de evlenelim ve annemi yanımıza alalım.’

Bizimki körkütük aşık, bırak çocuğun annesini, tüm köyü getirse ses çıkarmayacak. Bu teklifi kabul ediyor, birkaç ay içinde evleniyorlar. Anne memleketten getiriliyor. O yıl eşi okulunu değiştireceğini söylüyor. Ve başka bir şehre okumaya gidiyor. Bizimki kayınvalide ile baş başa kalıyor. Bir yandan okuyor, diğer yandan çalışıyor. Hem kayınvalidesine bakıyor, hem de eşine harçlık gönderiyor.

Dördüncü yılın sonunda eşinin bulunduğu kente tayinini yaptırıyor. Ama yeni işi merkeze 2 saat uzaklıkta olunca eşi merkezde ayrı bir ev tutuyor. Bizimki yine kayınvalide ile baş başa kalıyor. Bu arada çocukları oluyor. İlk günler gelinine minnet duygular besleyen kayınvalide ilerleyen zamanda tırnaklarını çıkarıyor ve evde hakimiyeti ele alıyor.

Bir tarafta tutkuyla bağlandığı eşiyle bir türlü bir araya gelemeyen bizim kız, diğer yanda da kayınvalideyle mağlubu ve galibi belli olmayacak bir rekabete giriyor.

ACI İTİRAF

Tartışmaların boyutu büyüyünce, eşi evine haftanın beş günü gelme sözü veriyor. 7-8 yıl aradan sonra eşine kavuşan sevgili arkadaşım, yaşanılan tartışmaları unutmaya çalışıyor.

Tam huzura kavuştum derken birileri kulağına eşinin onu aldattığını fısıldıyor. Körkütük aşık olduğu kocasının böyle bir şey yapacağına inanmıyor. Klasik aldatma ve klasik reddetme olayı söz konusu.

Ama zaman geçtikçe fısıltılar gerçek cümlelere dönüşüyor, adam da artık inkar etmekten vazgeçiyor, taktik değiştiriyor. ‘Ben aşık oldum ama seni de onu da çok seviyorum’ diyor. O gece kocasından evi terk etmesini istiyor. Adam gidiyor. Bizimki dayanamıyor ve ertesi sabah arıyor, eve geri çağırıyor. En büyük hatayı o noktada yapıyor.

Bu olaydan sonra ilişkileri biraz daha canlanıyor ama adam yüzsüzlüğü ele alıyor. Artık ilişkisini alenen yaşıyor. Arkadaşım yine kayınvalide ve oğluyla baş başa bir yaşama devam ediyor. Bu arada kayınvalidesinin başka bir evde yaşaması için ev tutuyor, eşya alıyor. Tüm bunları kısıtlı olan memur maaşıyla yapıyor.

Ama kötü gidişi durduramıyor. Oğlunu alarak baba evine dönüyor. Boşanma konusunda kararsız. Öğlunun babasının yanında, entelektüel birikiminden yararlanmasını istiyor. Adam bir adım atsa bizimkisi uçarak gidecek ama...

Aşk iyi, güzel de buna ne demeli? Hikayenin sonunu merak edenlere şunu söyleyebilirim; Durum 10-0 adamdan yana. Arkadaşım ayağına gelen tüm penaltıları kaçırmış, şimdi artık sahaya bile inmek istemiyor. Oturup yaralarını saracak.

Üzgünüm karıcığım hayat kısa seni terk ediyorum

Bir arkadaşım anlattı, buz kestim. Adam orta yaşlarda ve ne yazık ki kanser olduğunu öğreniyor. Kadın, bir yıl boyunca kanserle mücadelesinde eşinin yanında oluyor, elinden gelen desteği sonuna kadar veriyor.

Kadın hiç sızlanmıyor, aksine eşine hep moral takviyesi yapıyor. Sonunda adam hastalığı yeniyor.

Kadın, kötü günleri geride bırakmalarının keyfini aşık olduğu eşiyle yaşamayı planlarken, adam hayati bir karar alıyor;

‘Aşık oldum. Yaşamın çok kısa olduğunu fark ettim. Seni eğlenceli bulmuyorum. Bu nedenle ömrümün geri kalan kısmını seninle geçirmek istemiyorum.’

Tüm yaşananlarının üzerine bir sünger çeken adam, iki cümleyle karısını terk ediyor. Bu adama sormak istiyorum; Bir yıl önce neredeydin? Hastayken, eşin sana bakarken, ömrünün kalanını onunla geçirmeme konusunu hiç açtın mı? Peki şimdi vicdanın rahat mı?

Her zaman aşk kazanmıyor

Gençler arasında bir geyik vardır. Kim aşık olsa, aklı karışsa ‘Aşk kalbe girince, akıl seyahate çıkarmış’ denir. Nedense akıl hep kadınlarda seyahate çıkıyor. Şöyle çevremizde birkaç aklı seyahate çıkmış adam görsek, hiç fena olmayacak.
Yazının Devamını Oku

Hormonlu gıdalar kızımdan uzak durun

22 Temmuz 2005
Patlıcanın parlağını, kabağın küçük olanını seçmek için pazarcıyla verdiğim mücadelenin boş olduğunu anlamış bulunuyorum. Bile bile hormonlu ürünlerin hasını satın alıyormuşum. Doğru bildiğim her şeyi çöp kutusuna atıp, en azından kızım için organik gıdalarla dost olmaya karar verdim. Sebze çorbasına Nehir henüz dört aylıkken başlamıştım. Her gün taze çorba yedirirdim. İlerleyen aylarda sebze çorbalarında yaratıcılığımı kullandım. Çorbaya pirinç yerine, köy bulguru koyardım. Mutlaka birbirine yakışan tatlarda sebzeleri karıştırırdım. Soğan, sarımsağı her çorbanın içine koyar, soğanı bütün halde geri çıkarır, sarımsağı ezerdim.

Minik bir tencere almıştım, onu sadece Nehir için kullanıyordum. Ayrıca kendi buharıyla pişsin diye kısa sürede, kapağını hiç açmadan, su koymadan pişirir, tuzunu inmeye yakın atardım. Bu özel çorba pişirme durumu en az üç yıl devam etti. Ne zaman Nehir anaokuluna başladı, işte o zaman evde pişen yemeklere ortak oldu.

Nehir’in beslenmesi konusunda hiç üşengeçlik yapmadım.

Kıyma aldığımda, üç-dört adet köfte çıkacak şekilde küçük parçalara ayırır, derin dondurucuda öyle saklarım. Nehir, köfte istediğinde bir saat içinde yemeği hazır olur. İlk yıl, her akşam yoğurt mayaladım. (Yaptım, ettim diyorum ama annemin de emeği az değil)

Yaptıkları sebze çorbasını iki üç gün çocuklarına yediren annelere hayret ediyorum. Uzmanlar her gün her şeyin tazesinin tüketilmesi konusunda bas bas bağırıyor. Ama bazıları inatla bu uyarılara kulaklarını tıkamaya devam ediyor.

Günümüzün çocuklarına ‘çürük elma’ adını biz taktık. Onların çürük elma olmalarında yedikleri gıdaların payının az olduğunu düşüneniniz varsa çok fena yanılıyor.

Organik gıdalar pahalı mı

Bütün derdim kızımı sağlıklı beslemek. Bunun için fast food tarzı yiyeceklerden olabildiğince uzak tutuyorum, tüm gazlı içekleri sulandırarak veriyorum.

Bir ara tavan yapan hormonlu tavuk, hormonlu salatalık tartışmasında ben de taraftım. Pazarda, marketlerin meyve-sebze reyonlarında gördüğüm her ürüne hayatımı tehdit eden bir terörist gibi yaklaştım. Hatta bir ara annemle her ürün için ayrı ayrı ‘Bunda hormon kullanmışlar, yok bu hormonsuz’ tartışması bile yaptık.

Çevremde kanserle mücadele eden her tanıdık özellikle yiyeceklere daha tereddütlü yaklaşmama neden oluyor. Bazen öyle bir paranoyaya kapılıyorum ki, uzmanların kansere karşı etkili olduğunu söyledikleri yiyecekleri birer ilaç gibi tükettiğimi fark ediyorum.

Bizleri paranoyaya sürükleyenler, üç kuruş daha fazla kazanmak, 10 günde büyümesi gereken ürünü üç günde toplamak isteyen bazı üreticiler.

Bin metrekarelik marketlerde sadece iki metrekarelik bir alana yerleştirilen organik ürünleri alanlar herkesin dikkatini çekiyor. Çoğu kişi için organik gıda tüketenler pimpirikli ve parası bol olanlar.

Oysa organik ürünlerin hikayesi o kadar da eski değil. Tarımsal üretimde daha fazla ürün almak için 1940’lı yılların başında başlayan bozulma 1985’li yıllara kadar devam ediyor. Ancak ekolojik denge bozulunca, Avusturya başta olmak üzere bazı kuzey ülkeleri bu gidişe dur demek için harekete geçiyor. Ve tarımda eski yöntemlere dönüyorlar. Yeni tarım alanlarını karayollarından ve endüstri bölgelerinden en az 1 kilometre uzağa taşıyorlar. Daha önce kullanılan kimyasalların topraktan temizlenmesi ise üç yılı alıyor. Ancak üreticiler maddi kaybı göze alarak az ürüne tamah ediyorlar.

Organik ürünler bizde pahalı. Çünkü tarımdaki üretimin yalnızca yüzde 10’u organik. Oysa Avusturya’da bugün yüzde 85, 90 oranında organik tarım yapılıyor. Bu nedenle organik ürünler, bizdeki hormonlu ürünlerle fiyat açısından fark yaratmıyor. Demek ki talep edilmesi lazım. En azından bir sonraki nesillerin sağlığı için ‘organik tarımın’ desteklenmesi konusunda adım atılması şart. Bunun için de gerçek anlamda hükümete baskı mı yapılır, protesto mu edilir, bunun şekline kamuoyu karar vermeli.

Bilgi ve bilinç gerek

Türkiye’deki tüketici ne yazık ki tam bilinçli değil. Çünkü bilgi eksikliği var. Sağdan soldan duyduklarımızla sağlığımıza dikkat etmeye çalışıyoruz. Ama kanser vakalarının artması bizi düşündürmeli ve çocuklarımızı hormonlu yiyeceklerden uzak tutmalıyız.

Doğru bildiğimiz yanlışlar

Bir anne olarak kızımın bile bile kimyasal madde kullanılarak üç günde büyütülen gıdalarla beslenmesine gönlüm razı olmuyor.

Organik mama başta olmak üzere organik ürünler üreten Milupa’nın medikal direktörü Dr. Yalım Üner’le konuştuktan sonra daha dikkatli tüketim yapmaya karar verdim.

Üç ayakkabı almak yerine iki ayakkabı alıp organik gıdaları daha fazla tüketmeyi planlıyorum. Kızımın organik mama yeme yaşı geçti. Bu nedenle Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın sertifikası bulunan ürünlerle daha fazla haşır neşir olacağım. Bir hatırlatma yapmakta yarar var; Sertifikasız ürünler organik değil. O kadar az üretiliyor ki, resmen kuyumcuların kullandığı terazilerle tartılıp satılacak kadar değerli oluyorlar.

Dr. Yalım Üner, pazarda alışveriş yaparken doğru bildiğim yanlışların neler olduğunu da anlattı.

Mesela patlıcan alırken siyah ve parlak renkte olanlarını seçerim. Aslında büyük yanlış yapıyormuşum. Çünkü patlıcana atılan ilaç, hücre içindeki sıvının kabuğa doğru çıkmasına neden olduğu için patlıcan o kadar parlak görünüyormuş. Bundan böyle patlıcanın mat olanı seçilecek.

Bir başka yanlışı kabakta yapıyormuşum. Kabağın hep küçük boyda olanlarını tercih ederim. Kabağa atılan ilaçların yarılanma ömrü ortalama 14 günmüş. Ama kabak çok hızla büyüyen bir sebze.

Kullanılan kimyasal madde kabağı daha hızlı büyüttüğü için üretici üçüncü dördüncü gün topluyormuş. Böylece kullanılan madde kabakta ömrünü tamamlamadan direkt midemize iniyor.

Bu nedenle kabağın küçüğünü değil, en büyüklerini, hatta 25-30 santim olanlarını almaya bakın. Zaten lezzet bakımından da aralarında büyük fark varmış.

En çok tükettiğimiz domateste ise balık hormonu kullanılıyormuş. Avrupa Birliği ülkelerinde bu hormonun kullanılması iki yıl önce yasaklanmış. Bizde de 2005 sonunda yasaklanacak. Ama üretici ne gelse kardır hesabı, Ocak 2006’ya kadar balık hormonlu domatesleri bize yedirmeye devam edecek.

Kafam çok karışık. Bile bile sağlığımızla oynanmasına izin verdik. Ama kararlıyım, kızımı hormonlu gıdalardan uzak tutmak için topla tüfekle olmasa bile kredi kartlarım ve nakit paramla savaşacağım.
Yazının Devamını Oku