Paylaş
Gülmemeye de, güldürmemeye de çalıştığım çok oldu. Yani çoğu insanın tam tersi. Hayatta gülünecek ne var diye düşünenler çok. Haklılardır da. Yine de gülmenin, insanı kahve gibi taşıran bir şey olduğuna eminim. Gülen insan, sanki içinden dışına büyük bir esinti yaşayan ev gibi, pencerelerini aniden dışarıya iter ve tüllerini dışarıya uçurur. Birini bu halde görmek, eşsiz geliyor bana. Ben insanların en çok bu hallerini seviyorum. Sığ deyin, of deyin, sırt çevirin, göz devirin ne yapayım, ben böyle hissediyorum. Böyle doğdum.
Bir odaya girince de, sahneye çıkınca da, sevdiğimi severken de niyetim belli. İnsanlara iyi gelmek, müjde vermek, üstlerinden yük almak istiyorum ben. Bu bir işse, bu işe yaramak için gelmişim en başta. Benim her türlü ilişkiden anladığım bu. Vakte böyle kıymet gösteriyorum. Bir gün fotoğraf çektirirken, “Gülmediğinde dudaklarını ne yapacağını bilmiyorsun” demişlerdi. Doğrudur. Bilmiyorumdur.
Geçen hafta, Ken Burns’ün 10 DVD’lik inanılmaz bir özenle hazırlanmış “Jazz” belgeselini izlerken, kendimce kendime benzettiğim bir ruha tesadüf ettim. O ruh, nefesiyle tarih yazan caz müzisyeni Louis Armstrong’du. Virtüöz çalışına ve o müthiş sesine gülümsemesini ekliyordu. Eklemeyebilirdi. Çünkü o kadar iyi ki, kimseye şirin görünmek gibi bir kaygısı olamaz.
O siyah beyaz yıllarda, üstelik siyahların zulüm gördüğü yıllarda, bembeyaz dişlerini ve içi gülen gözlerini yanından hiç eksik etmemiş. 70 yaşında artık çok hastayken bile sahnedeki halini görmeliydiniz.
Bütün gücünü, proteinini içinin sarısından alıyordu. Hani hava bulutludur da, arada güneş çıkar ya bazen, bazı insanların varlıkları öyle oluyor.
Ben de öyle olmak isterim. Etrafımdaki istisnasız herkes için.
Meğer, bana dedikleri gibi ona da demişler, “Ne bu böyle neşeni saçıp duruyorsun (beyazlara)?” O da içinden benim dediğimi demiştir sanıyorum: “Saçarım saçmam sana ne, benim değil mi neşe!”
Neşeli pazartesiler hepinize. Olsun kafiyeniz yerinde.
Paylaş