Paylaş
Artık onu ben mi elime alıyorum, yoksa Iron Man filmindeki metaller gibi o mu bana yapışıyor bilmiyorum.
Elimi sabunlarken ya da başka şeyler tutmam gerektiğinde filan bırakıyorum onu. Ama her ses çıkardığında ona koşup baktığım gibi, bir bebeğe baksaydım kocaman bir çocuğum olmuştu.
* * *
Arada bir bana musallat olmuş bir illet gibi, elimden silkip atıyorum onu. Sonra mutlaka gidip tekrar alıyorum. Sanki bir yerde hapisim de, dünyaya oradan bakıp oradan konuşabiliyorum. O simsiyah pencereden.
Aklıma gelen şarkıları bile ilk o duyuyor. Gözüm daha bir şeyi adam gibi görmeden, o resmini çekiyor. Daha fazla bakma nasılsa hafızada var gibi bir tavır içerisinde.
Sadece ben mi... Herkes. Herkesin boynunda 45 derece bir açı, sırtında hafif bir kambur o ekrana bakıyor. Bir ekranla uyuşturulmuş uzaylılar gibi.
Beş dakika bile kaybolsa, bir bağımlı gibi hayattan kopuyoruz. Ta ki ona kavuşana kadar bir panik atak.
Sanki “Bunu sakın yanından ayırma” diye tembihlenmiş. Hem yalnızlığımız, hem kalabalıklarımız orada.
Bir kafede oturmuş tek başına kahve içen insanın, Hopper resimlerindeki melankolik hali yok artık. Telefonuna bakıyorsun, Hopper’dan saklanıyorsun. Hopper da seni çizmezdi zaten öyle mavi çirkin bir ekrana bakarken.
* * *
Meğer bu sadece benim derdim değilmiş. Bu illetten kurtulmak için türlü yöntemler ve kurallar geliştirmeye uğraşan bir dolu insan varmış.
Mesela, artık yemeklerde ‘phone stack’ (telefon yığını) denilen bir oyun oynanmaya başlamış. Yemeğe gelen herkes, oturur oturmaz telefonunu masanın ortasına üst üste yığıyor. Kim yemeğin sonuna kadar dayanamayıp telefonuna bakarsa, hesabı o ödüyor.
Evlerde de bunun gibi kurallar uygulanmaya başlamış. İşten gelince, sadece 2 yaşındaki çocuğuyla ilgilenmek isteyen bir anne, eski bir süt kutusuna atıyormuş girerken telefonunu. Ve akşam yemeğine kadar bakmıyormuş.
Yemeği ailece birbirimize bakarak yiyelim diyen aileler, ‘akvaryum’ çözümünü bulmuşlar. Yemek sırasında herkes telefonunu, koridorda bir masada duran boş balık akvaryumuna atıyormuş. Yemek bitince almak serbestmiş.
* * *
Bu kurallar artık sadece böyle tek tek evlerde değil, partilerde bile geçerli olmaya başlamış. Moda dünyasının kraliçesi Anna Wintour en son, New York’ta East Village’de verdiği bir partinin davetiyesine aynen söyle yazmış: Yanınızda ekran ve artı 1 getirmeyin!
Diyeceksiniz ki, ya acil bir şey olursa? İşte böyle durumlar için de sigara odaları gibi telefon odaları varmış. Doktorsanız ya da evdeki bebeğinizi merak ettiyseniz, bu odalara girip konuşup çıkabiliyorsunuz.
Hoş karşılanmayan tek şey telefon da değil üstelik. Özellikle ünlülerin olduğu bir partideyseniz, davet mail’inde “Lütfen bu partiyle ilgili hiçbir fotoğraf ve bilgiyi sosyal medyada paylaşmayın” uyarısı geliyormuş.
Ve hatta artık iyice ilerisi, New York’lu parti planlayıcısı Bronson Van Wyck, partilerde telefon ve sosyal medyayı etkisiz hale getiren, evet doğru okudunuz etkisiz hale getiren, bir teknoloji bulduğunu iddia ediyor!
* * *
Yıllar önce bir yazı yazmıştım. İleride tatil yerleri ilanlarını ‘telefonların çekmediği ve wifi’in olmadığı dinlenme cenneti’ diye verecekler demiştim. Sanki oralardan pek uzakta değiliz.
Bugün telefonunu eve girince boş akvaryuma atan, davetiyelere ‘getirmeyin şunu’ yazan, yarın kafayı dinlemek için ulaşılamıyor olma lüksüne para verir.
En acıklısı da, 7/24 ulaşılamıyor olmanın artık bir lüks olması.
* * *
İmdat Hopper neredesin?
Paylaş