Paylaş
Uyuyacağımıza uyanıktık. Uyanacağımıza uyuyorduk. Fark etmiyordu.
Bir yere yetişmiyorduk. Güneşi takip etmesek oluyordu.
Hep takip ediyorduk da ne oluyordu değil mi?
İnsan bazen rutinlerini kırmalı, hep yaptığı şeyleri yapmamalı demiyor mu bütün ‘insan yardımcısı’ kitaplar?..
Seninle yürümek başkasıyla yürümeye benzemiyordu.
Seni durup durup öpebiliyordum. Ya da seninle yürürken durabiliyorduk bir anda.
Sarılıyorduk. Garip olmuyordu.
Gelen geçenler aşk nedir biliyordu. Ancak çok katılaşmış ruhlar unutmuş olur aşkı.
Seni o tuhaf otelin lobisine kahvaltı etmeye götürüyordum.
Bir şeyi tutturduğumda nasıl olduğumu bilirsin. Saatin çok erken olması, o rock star dolu otelde herkesin uyuyor olması ihtimali önemli değildi.
Hem sen oranın bahçesini seviyordun. Ama gittiğimizde bahçesi kapalı olacaktı.
Biz seninle bunları düşünmeden güneşli bir kaldırımda yürüyorduk.
Nereye gittiğimizin hiç önemi olmayan yürüyüşlerden.
Ama tabii ben bir kadındım.
Kadınlar hep gidecekleri yerleri düşünürler.
Mağazaların vitrinlerine yansıyorduk seninle yürürken.
Sabahın bu köründe kapalı olan mağazaların.
Bir mağazam olsa satılan şeyleri insanlara giydirir, önünden yürütür, cama da videosunu koyardım.
Bu fikri sana söylesem mi diye düşündüm. Söylemedim değil mi? Nasıl sence?
Senin sevdiğin ve girer girmez karşına çıkan tezgahında iki saat geçirdiğin o güzel isimli kitapçının önünden geçiyorduk. O solda kaldı, başımı sağa çevirdim.
Tupturuncu bir kazak giymiş siyah bir adam, neşeyle kahve içerek laptop’una bir şeyler yazıyordu.
Neşeyle kısmı kazağından kaynaklanıyordu.
“Sabahın köründe bu rengi seçen biri mutsuz olamaz” dedim sana.
Sen “Fotoğrafını çek bence” dedin.
Aslında adamın yanına gidip “Bu saatte bu rengi seçtiğiniz için sizi tebrik etmek istedim” demek geliyordu içimden ama içimizden gelenlerin ne kadarını yapabiliyoruz değil mi?
Ben adamın sırtının fotoğrafını çektim, sen karşıya ‘Kitap Çorbası’ isimli kitapçıya girdin. Ben de peşinden.
Hayatta en sevdiğim şey peşinden gelmek.
Sonra aldığımız kitaplarla otele geldik.
İkimiz de yanımızda kitap olunca kendimizi tamamlanmış hissediyoruz.
İnsan olmamızın boşluğunu dolduracak o cümleyi, hiçliği bize unutturacak o lafı arıyoruz deliler gibi.
Kitaplar olmasa, hiçbir sorusu cevaplanmamış boş sınav kağıtları gibi sıfır alıp, arafta kalmaktan korkuyoruz.
Otelde bir adam, elektrik süpürgesiyle lobiyi temizliyor. Kimse yok. Bütün rock starlar uykuda.
Gece olanları süpürmek ister gibi, loş lobiyi iyice süpürüyor adam.
Ses, “Gidin buradan temizleniyorum” diyen bir odanın sesi!
Ama biz buraya yürüyenler, bahçe kapalı olmasına rağmen kahvaltısını orada edecek olanlarız. Oturuyoruz. Kahvaltı var mı? Var.
O lobi evimin salonuymuş gibi rahat geziniyorum.
Demek başkaları olmayınca insan kendine sınır çizmiyor.
Madem burada şu an bir tek biz varız, o halde burası bizim.
Seni ısrarla bu boş lobiye getirmemi anlamsız buluyorsun belki ama biliyorsun beni, ben bu sabah buraya gelmek istedim seninle ve gelmem lazımdı.
Gelmen lazımdı.
Ne önemi var boş lobilerin, sana güzel bir şarkı çalacağım bak bayılacaksın.
Dur resepsiyona gidip wifi şifresini öğreneyim...
Koşarak lobiden geçip sana geliyorum.
Yine çok önemli olmayan bir şey çok önemliymiş gibi bir heyecana kapıldığım için koştum pardon.
Sana hemen söylemem gereken bir şey var.
Buranın wifi şifresi ne biliyor musun?
All or nothing. (Ya hep ya hiç.) Bize benziyor.
Paylaş