İnsanın kimin çocuğu olarak dünyaya geldiği mühimdir. Tesadüfidir diyen var, değildir diyen var, o beni aşar. Ben şanslıymışım, orası kesin.
Annem babama rastladığında, babamın beline kadar saçları, sırtında gitarı varmış. Anladınız nasıl birisi olduğunu. Annemi şarkılarla tavlamış.
Gitarlı gecelerin sonunda, adettenmiş, bazen çaldığı gitarı kırdığı olurmuş. Doğup da, Ankara’da bir apartmanın terasına çıkarılırken ben, bunların hiçbirini bilmiyordum.
Yakışıklı, gitar çalıp, şahsına münhasır besteler yapan bu adam, beni ilk yıllarımda bu şarkılarla uyuttu hep.
Yani ben “Geri Dönün İyi İnsanlar”la, “Müzikomani”yle, “Hayat Bir Ahtapot”la büyüdüm. İçindeki esprileri, kafiyeleri kırınca derin felsefeler çıkan bu şarkılar, benim geleceğimde tekrar edeceğim kariyerime ışık oldu.
İnsanın, babası tarafından ruhuna konulan lokmalar da mühimdir bak.
Annen savrulurken, babandan yaşlı bir ağaç gibi dik ve sağlam durmasını beklersin. Arkadaşların seni ağlattığında, gövdesine sarılır, gölgesine kaçarsın.
Meğer ben aklım değilmişim sadece, kalbim de değilmişim, bir bedenmişim ben. Ikınıp bir canlıyı hayatla buluşturabilecek basit bir beden.
Meğer ben kadınmışım. Kadın gibi bir kadın. Çocuk gibi bir kadın değil sadece.
Meğer ben aynadaki ben değilmişim. Aynadaki kimmiş ben başkaymışım. Bir içim varmış benim. Bir de dışım.
Meğer tek aşk, şarkılardaki değilmiş. Başka bir aşk varmış yavruya duyulan. Kalbe doğumla dolan. Kaynağından gözyaşlarıyla fışkıran.
Meğer annem... Ah annem... Bakın yazamıyorum ona gözlerim doluyor.
Meğer beslemeye muktedirmişim. Sütmüşüm ben, ilaçmışım, balmışım.Meğer kokum birine cennetmiş, sığınakmış, yuvaymış.
Hani, iş dünyasındaki kadınlar için yapılan meşhur ‘cam tavan’a çarpma benzetmesi var ya, o da bundan kaynaklanıyor.
“Cam tavan”, kadınların kariyer basamaklarını ancak belli bir yere kadar tırmanıp, bir noktadan sonra yükselemediklerini, bunun sebebinin de görünmez bir cam tavan olduğunu söyler.Bunun üzerine çok tartışmalar oldu. Yok denildi. Artık kadınlar da erkekler kadar çok kazanabiliyor ve şirketlerde üst düzey yönetici olabiliyor denildi.
Sebebin birazı biyolojik, birazı da yetiştirilme tarzımız. Kendimize erkekler kadar güvenmiyormuşuz biz.
Güven her şey mi? Dunning-Kruger etkisi diye bir teori var, diyor ki: Bazı insanlar sebepsizce kendilerini abartırlar. Aşırı güvenli davranırlar.
İşin garibi, bu insanlar ne kadar az yeteneklilerse, o kadar çok güvenli davranırlar. Ve ne yazık ki, evet burası çok ilginç, hayatta bizi bir yere getiren de yetenekten çok kendine güvendir!Resmen diyor ki, güven yetenekten daha önemlidir! Güven, başarıya ulaşmada yetenekten önce gelir!
Kendine güven üç malzemeden yapılıyor: Risk alma, kaybetme ve buna rağmen ısrar etme.
Erkekler, daha anaokulundan itibaren birbirleriyle kaba saba dalga geçerek ve acımasızca eleştirerek bunları geliştiriyorlar. En azından aşağılanmaya ve kaybetmeye dayanıklı hale geliyorlar.
Fark edince, bu saçma huy bedenime ezber yapmasın diye, hemen kafamın içine bakıyorum. Ne düşünüyorum ben? Nerede takılıyor düşünce treni? İçinden çıkamadığım o şey ne? Hangi cümle geçti aklımdan da, kopardım dudağımdan bir parçayı?
İnsan hangi düşünceye düşerse düşsün, kendini kaldırmayı ve onun sadece aklından geçen uydurma bir cümle olduğunu kendine hatırlatmalı.
Kendinle ilgili her şeyi çözmenin ilk şartı farkındalık. Farkında olan insana hiçbir şey olmuyor. Neyse, böyle böyle endişe avındayken ben, ‘Guatemala endişe bebekleri’ diye bir şey olduğunu öğrendim.
Guatemala endişe bebekleri, sigara izmariti kadar minnacık, kağıt ve kumaştan elle yapılan bebekler.
İnanışlarına göre, bu bebeklere gece yatarken endişeni anlatıyorsun, sonra onları yastığının altına koyuyorsun, onlar senin yerine sabaha kadar endişeleniyorlar ve sen mışıl mışıl uyuyorsun.Uyumamak yok, ya öyle olursa yok, tırnak yanak dudak yemek yok.
Bayıldım bu bebeklere ben. Hemen ısmarladım Amazon’dan.
Şimdiye kadar bir kere kullandım, onda da çok işe yaradılar. Endişemi bıraktım bir küçüğe, tatlı rüyalara daldım.
Birden anlamsız geldi, sırf sezonda çıktı ve gözüme ‘yeni’ göründü diye, zaten onlarcasına sahip olduğum bir şeyleri ‘daha’ almak. Daha doğrusu bana ‘daha’ anlamsız geldi.
Elimdekilerle kendimi donatamıyorsam, ne anlamı kaldı ben olmamın.
Dergilerle senkron olmam gerekmiyor, zaten sevmiyorum. Zaten kimsenin giymediğini giyeyim kompleksim de var. Bana yakışanın değil, başkalarında olmayanın peşindeyim.
E, bu da tahmin edersiniz zor bir avcılık gerektiriyor ve büyük araştırma lazım.
Ha, yapmadım mı, yıllarca yaptım bu araştırmayı. Artık yeter. Bir şey almamamın dayanılmaz hafifliğine hoş geldim yani.
Yalnız bi dakika... Bazen bir şey çıkıyor karşıma... Ve kıyafetten çok bir sanat eseri gibi bir şey ve ben dayanamıyorum.
Sanki bedenimin bayrağı olacakmış gibi, bütün demek istediklerimi özetleyecekmiş gibi geliyor. Kıyafet değil, giyilebilen sanat. Alıyorum o zaman. İlham olsun diye. En başta kendime sonra başkalarına.
Hayat öyle gelişi güzel yaşanacak bir şey değil. Düşünerek, severek, içine çekerek, etrafa faydalı olarak ve bir yandan da kendini ortaya koyarak yapıldığında bir şeye benziyor.
Yoksa günler, biliyorsunuz işte, sabahtan akşama önümüzde uzanıyor, biz de içinden geçip gidiyoruz.
Günü bitirmek mesele değil, o çok kolay, günü nasıl yaşadığın, hangi değerlerin notalarına basabildiğin mühim.
Bir sonraki gününü, bugününden farklılaştıracak yegane güç bu erdemlerde.
Sık sık, giderken nelere sıkı sıkı tutunmalı diye düşünürken karşıma güzel bir liste çıktı. Çok beğendim.
Belki, özellikle bugünlerde, size de kılavuz olur diye aktarıyorum.
Modern hayat için 10 erdem listesi:
Bu yazıyı cumartesi gecesi yazıyorum. Pazartesi bu köşede olabilmesi için, en geç pazar sabahı yollamış olmam gerekiyor.
2004’ten beri, her pazartesi buradayım. Şu an geleceğe yollayacağım bu yazıyla ilgili, içimde ilk defa bir kaygı var.
Nasıl bir pazartesi bekleyecek bizi acaba? Manevi hava durumumuz nasıl olacak? Parçalı bulutlu mu? Güneşli mi? Fırtına ve sis mi yoksa berrak gökyüzü mü?
Nasıl olursa olsun, umudun ölmeyeceği, mevsimlerin yok olmayacağı kesin. Güz de olsa, yaz gelecek. O yüzden umutları yazmak istiyorum. İşte umutlarım:
Şu kavga bir bitse. Hani iki tarafın da birbirine vazolar fırlattığı, laflar, tehditler savurduğu, bağırmaktan sesinin kısıldığı ve bizim de arada kalıp, tenis maçı izler gibi aptala döndüğümüz. Gergin bir evde yaşar gibi çaresiz hissettiğimiz. Kapıların sürekli çarptığı. Kapıların hepsinin dinlendiği. Gizlisi saklısı kalmamış. Kulaklarımızdan girenlerden utandığımız. Ama bir yere de gidemediğimiz güzel ülkemize, hak ettiğimiz huzur gelse.
Hiç kimse rengini göstermekten çekinmese. Kırmızı, mor, yeşil hepsi parlasa. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etme becerimiz had safhaya çıksa.Sevgiyi kimliklere bağlamasak. Nasıl olursan ol, kim olursan ol, nasıl yaşarsan yaşa şu gökyüzünün altında insan değil misin, benim gibi misafir değil misin, biraz nefes alıp, hava alıp gitmeyecek miyiz, o halde ver elini kardeşim, bırakalım bu üstümüze yapıştırılanları, çıplak insanlığına bakıp birbirimizin, binlerce kere hoş görelim gel.
Bir daha bir meydanda ve bir sokakta birbirimizin karşısında durmazsak sen ve ben, ikimizin de canı yanmayacak bak ne güzel.
Havadaki şu korku kokusu dağılsa.
Genç, güzel insanlar yürüyordu Beşiktaş’ta. Gülüyorlardı, sarılıyorlardı, konuşuyorlardı, ama en önemlisi korkmuyorlardı.
90’lardan sonra doğmuşlardı. Güçlerini zekalarından, mizahlarından, adalet duygularından alıyorlardı.
Yüzlerinde, artık ‘idare etmesini bildikleri’ birisiyle mücadelenin eğlencesi bile vardı. Sabırlılardı. Aptalca şeyler yapmayacakları belliydi.
İçimi sıcacık bir his kapladı. Bu cesur, bu güzel, bu yeni, bu aklı net insanlarla aynı sokaklarda olmaktan, aynı yerde yaşıyor olmaktan mutluluk duydum.
Twitter’ın yasaklanmasına kimse ciddi bir tepki vermedi. Bu çağda bilginin, her türlü bilginin serbest dolaşımda olduğunu biliyoruz, yani bilmeyen var mı? Bir platformu kapatmak, bir içeriği örtemez artık.Eskiden belki kolaydı böyle şeyler. Gerçekleri, olup bitenleri, savaşları, işkenceleri ve çekilen acıları ruhumuzun duymadığı yıllar oldu.
Her şeyi TV, gazete ve radyodan öğrendiğin yıllarda, habere şekil vermek, başka dünyalar çizmek kolaydı. Şimdi artık öyle bir dünya yok.
Twitter kapandı. Kapanır kapanmaz, eskisinden çok tweet atıldı. (Türkiye, dünyada en çok Twitter kullanan 8. ülke.)