Nil Karaibrahimgil

Öfkeye karşı bir küçük aynacık

11 Ağustos 2014
Bir daha birisi size öfkelendiğinde, yüzünün çok komik göründüğünü, sesinin ergenliğe geçişteki gibi tiz ve titrek olduğunu ve sözlerinin de tekrar duymak istemeyeceği kadar çirkin duyulduğunu söyleyin.

M.S. 107 yılında yaşamış Fundanus, öfkesiyle savaşmak için bu metotları kullanmış.
Yanına bir yardımcı tutup, her öfkeye kapıldığında yüzüne ayna tutmasını istemiş. Bu sayede kendisini ne kadar gülünç bir hale soktuğunu görüp çekidüzen verirmiş.
Öfkenin sebebinin çoğu zaman ‘yok sayılma’ ve ‘küçük görülme’ olduğunu söylemiş.
Bu iki duygudan kurtulursak öfkeyle başa çıkabilirmişiz.
Peki bir insan bu kadar güçlü iki duyguyla nasıl savaşabilir?
Mesela Diyojen gibi. Diyojen, bazı insanların ona güldüğü söylendiğinde, “Kendimi gülünüyormuş gibi hissetmiyorum” demiş.
İşte sivri uçlu duygularla savaşmanın bir yolu. O duyguya karşı umursamaz bir tavır takınmak.Bir güzel örnek de Antigonus’dan. Antigonus, çadırının dışında ona küfreden askerleri duyup, “Tanrı aşkına, beni biraz çadırımın uzağında bir yerde eleştiremez misiniz kuzum?” demiş.

Yazının Devamını Oku

Kahkahamız bol olsun!

4 Ağustos 2014
Kahkaha atmak o kadar güzel bir şeydir ki, yanınızda biri kahkaha attığında neye güldüğünü bilmeden yüzünüze mutluluk sıçrar.

İstemsiz güldükten sonra sorarsınız hep: Neye bu kadar güldünüz?
Hayat, gözyaşları kadar kahkahalarındır da. Bu ikisi dans edip dururlar, nehir kıyılarında. Aralarındaki romantik dansta savruluruz.
Kahkaha uçucu etekleriyle çabuk unutulur. Kelebek kadar ömründe, parlar ve söner. Benim gibi, kahkahası kolay insanların yanak kenarında çizgisi kalır.

Belki gülmenin sahtesi olur ama kahkahanın sahtesi olmaz. Kahkahada gözlerin kenarları kırış kırış olur, insanın ağzı bir şey yutacak kadar kocaman açılır.
Bir an için nefessiz kalınır. Gökkuşağı gibidir. İçindeki kirlileri mis gibi yıkar, asar. Her şey yeniden rengine kavuşur.

Denir ki, bir insanla dost olmanın en iyi yolu onunla karşılıklı kahkaha atmaktır. Bir yerde bunun sebebinin, birbirlerine ağızlarının taa içini gösterecek kadar güveniyor olmak olduğunu okumuştum.
Eğer biri, dişlerini sıkmayı bırakırsa, kalbini de sıkmayı bırakıp gönlünü açıyor. Kahkaha, kilitleri açan en büyük anahtar. Biz de kahkahayı seven bir milletiz. En çok gişe yapan filmlerimizin hepsi komedi.

Bütün bunlara rağmen ne yazık ki, sakladığımız şişelerce gözyaşı oluyor. İnsan evrimdeki ayakta kalma reflekslerinden dolayı, acılara dikkat ediyor.

Yazının Devamını Oku

Kız gibi yazdım

28 Temmuz 2014
O videoyu seyredene kadar hiç dikkat etmemiştim hayret! ‘Kız gibi’ deyiminin dandik, hafif, beceriksizce yapılan şeylere denildiğini unutmuşum.

Genellikle erkeklerin kullandığı bu deyim, yapılan şeyin ‘adamakıllı’ (adamakıllı da ilginç bak) yapılmadığına işaret eder. Ne yazık. Kız doğmuş olanların işitecekleri binbir hafifletici sıfattan biri.

Bir şeyi ‘adam gibi’ yapmak öyle mi halbuki? Tam tersi. Adam gibi yapan kızlar bile, bir şeyin hakkını vermiş, özenmiş olur.İşte tam bununla ilgili bir video dolaşıyor internette. Yetişkinleri kadın-erkek karışık, kameranın karşısına koyup onlardan kız gibi koşmalarını, kız gibi kavga etmelerini, bir şeyi kız gibi fırlatmalarını istiyorlar.
Bu lafı duyan bütün kadınlar ve erkekler yalapşap yapmaya başlıyor istenileni. Mesela koşmalar hep beceriksizce, fırlatma uzağa değil, kavgaysa kollarla karşı tarafı süpürür gibi daha ziyade!

Sonra 8-10 yaş civarı kızlara soruyorlar. Yani gerçekten kız olanlara. “Kız gibi koş” diyorlar. Henüz kafası bu deyimle kirlenmemiş olduğu için, kız gibi ona kendi gücünü hatırlatıyor sadece. Ve başlıyor var gücüyle koşmaya, fırlatmaya, vurmaya. Sanki ‘aferin’ lafını işitmek için yapıyor yaptığını. Sanki dünyanın bütün gücü onda. Sanki süper kahraman!
Kız gibi koş demek, “Aslanım! Ne kızsın hadi koş bakalım” demek onun için. Erkekleri de geçer, herkesi de geçer. Nefesi bitercesine koşuyor. Sadece koşuyor, gibisi yok! Gözleri doluyor insanın.
Bir zamanlar onlar kadar küçük birer kız olan kadınlar bile, kız gibi koş deyince kıvırta kıvırta dalga geçer gibi koşuyor halbuki.

Kelimeler bazen bilinci kirletip, insanı potansiyelinden soyabiliyor demek ki. Neden “kız gibi” diye bir deyim olsun değil mi? Biz kızlar harikulade varlıklarken, erkekleri bile doğuruyorken, onlara analık ediyorken, nasıl öyle bir yalapşaplığı temsil ediyor olabiliriz ki! Kim çıkardıysa bu lafı, ayıp etmiş.

Sonradan aynı yetişkinlere “Kendin gibi koş” denildiğinde hızla koşuyorlar. Kendin gibi koşuyorken hızlıysan, kızken de hızlıydın. Çünkü sen kendin bizzat bir kız çocuğu olarak dünyaya geldin. Ne mutlu sana. Kim ne derse desin, kız gibi olmanın gururuyla koş her zaman.

Yazının Devamını Oku

Gece yarısı beklediğim ses

21 Temmuz 2014
Gece saat 3 küsur. Seninle ikimiz, tam ortasındayız gecenin.

Bir adada gibiyiz. Sadece sen ve ben. Etrafımız deniz.
Birbirimizin nefesini duyuyoruz. Sen hep burundan nefes alıp veriyorsun ne güzel. Doğrusunun o olduğunu okumuştum. İnsanın çok büyüyünce unuttuğu şeylerden biri de bu herhalde.
Senin kadar küçük olmak ve senin en yakın arkadaşın, kardeşin olmak isterdim. Seni tamamen anlardım o zaman. Konuşmamıza gerek kalmazdı. Birbirimize sesler çıkarır, gözleri kocaman açıp her şeyi incelerdik. Her şey yeni olurdu. İnsan çok büyüyünce her şey eskiyor. Yeniler bile eskilerden yapılıyor.
Kıymetini bil senin için dünya bir kutlama, hediyelerini açıyorsun dünyanın. Her şeyi paketinden çıkarıyorsun, aklında bir yere yerleştiriyorsun.

Seninle gecenin 3’ünde bunları uzun uzadıya konuşmak istemiyorum. Uykunun açılmasından korkuyorum.
Gözlerini göremiyorum karanlıkta, gözlerin kapalı değil mi? İnşallah öyledir. Eğer o beklediğim, delicesine sevdiğim, duyunca mutluluk hormonlarımın bir süngerden sıkılırcasına beynime salgılandığı o sesi çıkarırsan, ikimiz de uykumuza kaldığımız yerden devam ederiz.
Çıkaracak mısın o sesi yine? Hem de uykunda, hem de uyanmadan? Hem de benim onu duymayı beklediğimi hiç bilmeden...

Yüzün omzuma düşmüş, gecenin saat 3’ü, ikimiz bir adada, senin çıkaracağın sesi bekliyoruz. Sen değil, ben bekliyorum. Ama seni de rahatlattığını biliyorum o sesin.

Yazının Devamını Oku

Sevmeden edemediklerimize

14 Temmuz 2014
Tıpkı bunun gibi çok sıcak temmuz günlerinde, insan sevdiği birine onu sevdiğini söylemeyi kolaylıkla unutabilir.

Zaten biliniyor kabul ederek, buharlaşmasına izin verdiğimiz bu cümleler, aslında hepimizi yeşerten yegane yürek suyudur. Dilinizden anlamayan bir bebeğe bile onu ne kadar çok sevdiğinizi söylediğinizde, o sadece birkaç ay süren ve insanı çıldırtan, dişsiz gülümsemelerinden patlatıveriyor peşi sıra.
Etrafımızda çok sevdiğimiz, varlığına minnettar olduğumuz, onsuz eksik kalacağımız kim varsa, vakit geç olmadan şu cümlelerden sık sık kurmaya başmalıyız.
Başlamalıyız, çünkü geç bile kaldık! Ben şimdi buradan kendi mikro dünyamda, bana makro duygular yaratan o değerli insanlara, rast gele cümleler kurmak istiyorum.
İsimleri önemli değil, çünkü onlardan hepimizin hayatında var.
O halde bu pazartesi yazısı, minnettar olduğumuz, görünce yüzümüzde güller açtıran, kalbimizde harlı ateşler yakıp, bizi üşüyüp durmaktan kurtaran o insanlara gelsin:

Sen varsın diye, her yer her zaman çok güzel.
Sen bana inandığın için, ben kendime inanır oldum.

Yazının Devamını Oku

Mutlu aileler ve mutsuz aileler

8 Temmuz 2014
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Tolstoy (Anna Karenina)

Bilmeden, seçmeden içine doğduğumuz; ilk birkaç ay bizim onları kendimiz sandığımız, sonraki uzun yıllar onların bizi kendileri sandığı insanlar kümesine “aile” denir. Çok dikkatle bakıldığında, her türlü kabuğu soyulduğunda, lahanalar gibi binbir katmanı olur.
İnsanlar değişirler. Ailen de değişir. Geçmişlerini yeniden yazarlar. Anneannenin halasının neler yaptığı, büyük amcalar ve eşleri tarafından bazen tavan aralarına öyle bir saklanır ki, kendileri bile unutuverirler en büyük sırlarını. Bazı konular açılmaz. Bazı sorular sorulmaz. Bazı laflar kullanılmaz.
O küçük cumhuriyette yaşamayı öğrenirsin önce. Sokaklarında emeklediğin, sana kocaman gelen o küçücük ev, ilk kainatın olur. Balkonundan dışarı baktığın o mikro evrende ihtiyacın olan bütün duyguları yaşar, dışarı çıkmaya hazır hale gelirsin. Hani, nasıl başlarsa öyle gider diye bir laf vardır. İşte aile nasıl başlarsa hayat da öyle gidiyor.
Peki mutlu aile niye mutlu da, mutsuz aile niye mutsuz?
Bunu düşünürken, filozof Alain’in bir lafına rastladım. Diyor ki, “İnsanlar ikiye ayrılır: Başkalarını susturmak isteyenler ve başkalarının çıkardığı gürültüye alışanlar”... Bu tuhaf ayrım, ailelere uygulandığında her şeyi açıklıyor. Mutsuz ailelerde, herkesi susturan ve kendi fikrinden, alışkanlıklarından feragat edemeyen biri olur. Ve diğerleri, hiç konuşmadan, bu baskıcı atmosfere uyar, ters gitmezler.
Sanki yazılmamış kuralları vardır. Müziğin sesini açma, onu giyme, bu konudan bahsetme, onun yanında şunu şunu yapma gibi. Bir bulut gibi ailenin üzerine çöken bu sessiz bilgiler, ailenin mevsimi olur. Bazılarında bu sebeple güneş hiç açmaz.
İnsan, minnacıkken sansürü öğrenirse, erken budanmış bir ağaç gibi geçer hayatı. Bazen ruhlarının boynu bükük insanlar görürüz, işte onlar, seslerinin erkenden kısıldığı talihsiz ailelerden gelirler. Bir babanın ya da bir ananın insana bilmeden yaptığı, büyük kötülüklerdir bunlar.

Yazının Devamını Oku

Bu dünyaya çocuk?

30 Haziran 2014
Şu David Benatar denen adam moralimi bozdu bu hafta.

Kim ki şu David Benatar diyeceksiniz? Cape Town Üniversitesi’nde felsefe bölümü başkanı.
“Sizce insanın kaç çocuğu olmalı?” diye soran Intelligent Life dergisine, “Hiç! İnsanın hiç çocuğu olmamalı” demiş.
Henüz anne olmuş, şükürler içinde savrulan biri olarak, niye öyle diyor ki diye okudum. Okumaz olaydım. Adam çok sivri zeka çıktı. Zekasıyla kıvılcımlar saçarak, hiç katılmadığım şeyleri savunan insanlara hayranlık duyarım. Tezlerini öyle deliksiz dile getirirler ki, içeri sızamazsın. Ve müthiş bir oyun başlar aranızda. Bir tür zeka yarışı.
Sen emin olduklarını onun gerçeğine sokmaya çalışırsın, ama yüzeyi pürüzsüz bir gezegen gibi ona geçiş vermez. “Dogmatik bir manyaklık bu!” diye bağırasın gelir ama adam kendi içinde haklıdır. İşte böyle bir adam David Benatar. Biraz araştırdım ve adamla aramada bir aşk nefret ilişkisi doğdu. Neymiş seni bu kadar etkileyen bu adamın deli saçması savunusu diyeceksiniz.
İşte bildiğiniz, “Bu dünyaya çocuk getirilir mi?” argümanı. Ama onun güzel dillendirilmişi. Etrafımda anne olmayı reddetmiş, hiç özenmemiş, istememiş çok kadın var. Özgürlüklerini seven bu kadınlar, sırf kadınlar ve doğurabiliyorlar diye anne olma zorunluluğu hissetmiyorlar. Ve onları çok iyi anlıyorum.
Hayat bir kere. Onu nasıl istiyorsan, nasıl mutluysan öyle yaşamalısın. Kimsenin kimseye anne olma baskısı kurmaya hakkı yok.
Aynı şekilde anne olana da baskı olmamalı. David Benatar, anne-baba olmayı neredeyse resmen ahlaksızlık ve büyük düşüncesizlik boyutuna getirmiş!

Yazının Devamını Oku

Beni görmeye gelecek misin bu yaz?

23 Haziran 2014
Haberlerini alıyorum. İşlerin yolundaymış. Yıllar sonra her şeyin nasıl da düzene girdi, hayallerinin ötesine geçti değil mi? Hak ettin sen bunu.


Ahşap işlerini gördüm, bütün onları tek başına mı yapıyorsun, yoksa yardımcıların var mı? Keşke bu kadar uzakta yaşamasan da, seninle her gün dalga geçebilsem.
Senin tuhaflıklarınla dalga geçerek geçen yıllarımızda, ne eğlendik değil mi? O zamanlar yalnızdık ikimiz de. Uzun uzun Rumelihisarı’na yürürdük.
Ne olacağımız belli değildi, her genç gibi. İçinde varoluş hüznü taşıyan iki kızdık. Neydi o kelime? Hah, melal. Çok seviyorum o kelimeyi. Şairin dediği ‘melali anlamayan nesil’ değiliz biz, tırnaklarımızda sızlıyor melal bizim.

Büyürken yolda ne çok şey bırakıyor insan. Taşıyamıyor her şeyi. Aman hayalleri bırakmasın da değil mi? Bazı şeylerden vazgeçmenin dönüşü yok çünkü.
Biz de bıraktık çoğu şeyi geride. Şimdi aynaya baktığımda, daha sevgi dolu bir yüz görüyorum. O eski endişeler gitti. O kendimle meydan savaşları bitti.
30’lara geldiğime memnun oldum. Önüme koydum kendimi. Uzun uzun baktım. Yahu dedim, elimdeki avucumdaki bu. Çekiştirip durmayayım artık şunu. Daha da önemlisi, izin vermeyeyim kimsenin çekiştirip durmasına.

Yazının Devamını Oku