Paylaş
Kim ki şu David Benatar diyeceksiniz? Cape Town Üniversitesi’nde felsefe bölümü başkanı.
“Sizce insanın kaç çocuğu olmalı?” diye soran Intelligent Life dergisine, “Hiç! İnsanın hiç çocuğu olmamalı” demiş.
Henüz anne olmuş, şükürler içinde savrulan biri olarak, niye öyle diyor ki diye okudum. Okumaz olaydım. Adam çok sivri zeka çıktı. Zekasıyla kıvılcımlar saçarak, hiç katılmadığım şeyleri savunan insanlara hayranlık duyarım. Tezlerini öyle deliksiz dile getirirler ki, içeri sızamazsın. Ve müthiş bir oyun başlar aranızda. Bir tür zeka yarışı.
Sen emin olduklarını onun gerçeğine sokmaya çalışırsın, ama yüzeyi pürüzsüz bir gezegen gibi ona geçiş vermez. “Dogmatik bir manyaklık bu!” diye bağırasın gelir ama adam kendi içinde haklıdır. İşte böyle bir adam David Benatar. Biraz araştırdım ve adamla aramada bir aşk nefret ilişkisi doğdu. Neymiş seni bu kadar etkileyen bu adamın deli saçması savunusu diyeceksiniz.
İşte bildiğiniz, “Bu dünyaya çocuk getirilir mi?” argümanı. Ama onun güzel dillendirilmişi. Etrafımda anne olmayı reddetmiş, hiç özenmemiş, istememiş çok kadın var. Özgürlüklerini seven bu kadınlar, sırf kadınlar ve doğurabiliyorlar diye anne olma zorunluluğu hissetmiyorlar. Ve onları çok iyi anlıyorum.
Hayat bir kere. Onu nasıl istiyorsan, nasıl mutluysan öyle yaşamalısın. Kimsenin kimseye anne olma baskısı kurmaya hakkı yok.
Aynı şekilde anne olana da baskı olmamalı. David Benatar, anne-baba olmayı neredeyse resmen ahlaksızlık ve büyük düşüncesizlik boyutuna getirmiş!
Hayatımda gördüğüm en karanlık, en gölgeli, en pişman adam. Diyor ki, hayat ıstırap demektir. Nasıl ki, öldürmek için çiftliklerde hayvan yetiştirip onları yememeliysek, insan da dünyaya getirmemeliyiz.
Hazin sonunun belli olması dışında, başına gelecek bin bir şeyi bilerek, hangi cesaretle, nasıl bir cüretle hayat başlatırsınız? Yüzdeler vermiş. İşte şu kadar insanın başına şu geliyor, bu kadar insanın başına bu geliyor. Çok şanslı bir azınlık dışında, hayat maddi ve manevi acı çekme yeridir demiş. Demiş de demiş. İçinde her zaman, kibrit çakar gibi aydınlığı ve neşeyi çakabilmiş biri olarak bile gölgesinden kaçamadım. Anneliğin doğal getirisi olan endişeli halim, yüzle binle çarpıldı. Tatlı yavrumun, o şanslı azınlıktan olması için dualar ettim. Uykusuz kaldığım birkaç gece yüreğim kömür gibi için için yandı. Fakat sonra kibritimi çaktım! O kibritin aydınlığında, oğluma gösterecek dağları, ovaları, platoları, okyanusları ve gökyüzünü düşündüm. Hepsinin içinde gezinen bin bir canlıyı gördüm sonra.
Sonra mevsimleri... Yaz, bahar ve kışı. Sonbaharda parkta ayağının altında ve avuçlarında hışırdayan kurumuş yaprakları. İnsanın ayaklarını çılgınca hareket ettiren şarkıları.
Birinin gözünün içine yıllarca bıkmadan dalıp gitmeni sağlayan aşkları. Yoğurt çorbasını, şeftaliyi ve dondurmayı gördüm. Kelimeler ve hikayelerde kaybolmanın, kendini başkasının yerine koyup kaybolmanın sarhoşluğunu... Ellerini iki yana açıp, gözlerinde henüz yanağına inmemiş yaşlarla çok şükür demenin güzelliğini... Sayamayacağım kadar çok yeryüzü cennetleri ve halleri geldi aklıma.
Ve ‘evet’ dedim bir kez daha, “Bu dünyaya çocuk getirilir mi?” sorusuna.
Paylaş