Nil Karaibrahimgil

Merdiven mi, asansör mü?

20 Ekim 2014
Çok eskiden bir yoga dersi sonrası güzel bir şey öğrenmiştim. Bedenine, son bir saat yapabildiklerin için teşekkür etmeyi...

Sonra bunu sabah yürüyüşleri sonrası yapmaya başladım. Yürüyüş sonrası, gözlerimi kapatıp, bedenime bana bunu yaşattığı için teşekkür ediyorum. Hatta anneme de öğrettim, çok hoşuna gitti, o da yapıyor.
Hayatta her şeyin; beden, ruh, akıl ve başka ne varsa, geçici taşıyıcısı olduğunu unutmamak lazım. Bize verilen tüm beceriler, sadece “şimdilik” bizimle.
Geçen hafta Londra’da Tate Müzesi’nde, bebek arabasıyla asansör beklerken şu yazıyla karşılaştım: Merdivenleri çıkabilmenin tadını çıkartın ve asansörü yaşlılarla, ihtiyacı olanlara bırakın. Tadını çıkartın... Ne güzel söylemişler. Merdiven çıkmanın tadını çıkartmak, kutlamak gereken bir şey olduğunu hatırlayanımız var mı? Çoğu zaman bizim için külfet, yorgunluk, zaman kaybı değil mi?
Böyle düşününce içimden koşarak merdivenleri çıkmak geldi ve o günden beri, nerede olursam olayım aklıma bu laf geliyor ve hemen merdivenlere sapıyorum.
İnsan sahip olduklarına körleşiyor ne yazık ki... Becerilerine, güzelliklerine, sevdiklerine körleşiyor. Görmez oluyor onları. Uzaklara dalıp gitmeyi ya da bir dikiz aynasından geçmişe bakmayı yeğliyor çoğu zaman.
Bunun en büyük sebebi, her türlü varlığını sonsuz zannetmesi.
Bazen aklıma delice şeyler geliyor. Mesela sokaktan öylesine birini çevirsek ve “öleceksin!” desek, kimse “e tabii canım” demeyecek. Herkes ölmeyecekmiş gibi şikayetçi. Kimsenin merdivenleri çıkabilmenin tadını çıkarttığı da yok.

Yazının Devamını Oku

Yoksa insan vahşi değil mi?

13 Ekim 2014
İnsan aslında vahşi de, toplum ve kuralları mı evcilleştiriyor onu? Yoksa insan uysal mı da, aralarından bazılarının beyninde bir hastalık olup vahşileşiyor?

Her yanımız, en başta da kendimiz, insan olmamıza rağmen, onu tanımıyoruz.
Bazı kitaplarda diyor ki, savaş hep vardı. İlk insanlardan beri kendi türünü öldürdü.Bazı kitaplar diyor ki, insan iyi kalpli, paylaşımcı ve başkalarına yardım eder.Böyle şeylere genel cevaplar vermek çok zor. Hemen hemen her şeyin öylesi de böylesi de var.

Brian Cox diye genç ve eğlenceli bir fizikçi var. Ona “Başkalarında sizi ne rahatsız eder?” diye sorduklarında, “Kendinden kesinlikle emin olma hali” demiş.
Yani bildiğinden kesin emin olanlar ona dayanılmaz geliyor.
Ne yalan söyleyeyim, ben de hoşlanmıyorum öylelerinden.
İnsan her fikrinin kapısına ayağını koymalı, içeri rüzgar girmeli, koridordan ışık girmeli.

Yazının Devamını Oku

Hoşgeldin’leri beceriyor, ‘hoşçakallar’da çuvallıyorsun

29 Eylül 2014
Hayatın sürekli değişmesi, durduğu yerde durmaması nasıl bir çılgınlık değil mi?

Mevsimler bile bize bunu öğretemiyor. Aslında sabır taşı olsak da, bir ağacı ilk tomurcuklandığı andan itibaren dikkatle izlesek, hayata dair her şeyi öğrenmiş olurduk. Nasıl büyünür de serpilinir, nasıl güneşe doğru kollar uzanır, nasıl o kollardan yeşil yapraklar, meyveler, çiçekler fışkırır da gençlik cümbüşü yaşanır?
Rüzgarlara nasıl dayanılır? Teslim olarak...
Güneşe nasıl ulaşılır?
Eğilip bükülmeyi bilerek. Zararlı böceklerle nasıl savaşılır?
Başka böceklerle dostluk kurarak? Ve bilmediğimiz daha birçok şeyi.
Sadece bir ağaçtan. Sadece bir karınca kolonisinden, sadece bir arıdan.
Geçtiğimiz hafta etrafımda bir sürü büyük değişiklik oldu. Hayat bir durduğu yerde durmuyor dedik.

Yazının Devamını Oku

Acıklı şarkıları neden bu kadar severiz?

22 Eylül 2014
Leonard Cohen 80 yaşında bir albüm yaptı. Evet 80 yaşında.

Adı “popüler problemler”. Ve ilk single’ı “Almost Like the Blues” (Neredeyse blues gibi) gösteriyor ki, artık iyice damıtılmış, elmas kıymetinde kelimeler dökülüyor ağzından.
İnsanın o yaşta artık yalanla, fanfinfonla, imajla işi olmuyor. Ne söyleyecekse söylüyor, gevelemiyor. Artık ne saklanacak bir sır, ne de sakınılacak laf kalıyor. Ayrıca, hayatın bizim henüz gitmediğimiz o rüzgarlı yalnız tepelerinde, insan avucunda hayatından geriye kalan üç beş sahici şeyle geziyor. Üç beş sahici insan, üç beş sahici duygu. Leonard Cohen gibilerin çoğu insandan farkı, bu avucundakilere bakıp onları anlatabilmek. Hem de en pes ses tonuyla, hem de en sade müziklerle, hem de bir kuyumcu gibi dizerek sözcükleri.
Şarkının bir yerinde “Babam seçilmişsin diyor/ Annem değilsin diyor” diyecek kadar çocukluğuna yakın. O yaşta çocukluğuna yakın durabilenler ancak büyük sanatçılar herhalde. İnsanın çocukluğu nasıl da gölge gibi her gün yanında. Ama bu başka yazının konusu.
“Hallelujah” gibi sonsuza dek çalacak bir şarkıyı yazması beş yıl sürmüş. Beş yıl. 80 farklı dize arasından seçmiş. Hatta bir gün kendini, iç çamaşırıyla New York’ta Royalton Oteli’nin bir odasında halıya oturmuş, şarkıyı tamamlamaya çalışırken bulmuş.
Nasıl bir çaba. Nasıl bir değer vermek. Nasıl bir kelime ustalığı. Sanki onu kaba mermerden cilalı bir heykel yapar gibi yazdım diyor. O kadar acı çekerek. O kadar bulamayarak. Ve başarısını o kadar hak ederek.
O şarkıyı dinlediğimde, Salinger’ın “Gönülçelen”ini okuduğumda olduğum gibi olmuştum. Cümlelere inanamayarak. Derinliğe hayran olarak. İçinde erimek, onun bir parçası olmak isteyerek. Bu kadar sahici şeylerle insan çok sık karşılaşmıyor. Kutsal bir şey tarafından öpülmüş, her şeyi bir anda anlamış gibi oluyorsun.
“Acıklı güzel bir şarkı her zaman iş yapar” demiş Cohen. “Peki neden?” diye sorulunca da, şarkıları kadar şairane bir cevap vermiş, aynen çeviriyorum:

Yazının Devamını Oku

Kusura bakmayın...

15 Eylül 2014
Yaşadığım yeri ve insanları anlamaya çalışıyorum sürekli. Herkes gibi.

Bunu anlamanın en kolay yollarından biri, başka yerler ve başka insanlarla karşılaştırmak. İnsan beyni karşılaştırarak anlayabiliyor çünkü.
Ben de arada, gelen geçen yabancı misafirlere soruyorum: Türkiye’de tanıdığınız insanların sizin ülkeden ya da tanıdığınız başka kültürlerden farkı ne? Bazı cevaplar karşısında şaşırmıyorum, bazılarındaysa çok şaşırıyorum. İçinde yaşadığımız şeye dışardan bakmayı becermek zor iş çünkü. Bir yabancının ayna tutması, her gün baktığın yüzünde başka gölgeler görmene sebebiyet verebiliyor.
“Mesela” diyeceksiniz. Mesela “sürekli bir suçluluk duygusu içinde gibisiniz” dedi biri. Evinize bir akşamüstü aniden gelen misafirlere, “kusura bakmayın pek toparlayamadık, etraf çok dağınık” diyorsunuz. Ya da yemeğe gelenlere çogu zaman “valla işte evde ne piştiyse, kusura bakmayın” diyorsunuz. Sizden bir şey istenildiğinde, yapmak istemeseniz bile, düpeduz “hayır” demek yerine başka şeyler, mazeretler söylüyorsunuz. Hayır demek çok kaba geliyor size.
Mesela “akşam yemeğe gideceğiz, çocuğumuzu iki üç saatliğine size bırakabilir miyiz?” sorusuna, işiniz varsa önce “hayır” deyip, beş dakika sonra geri arayıp “tamam tamam ayarladık, bırakabilirsiniz” diyorsunuz. Verdiğiniz cevaptan hızla pişman oluyorsunuz. “Ayıp ettiğinizi” düşünüyorsunuz. Bu ayıp etme meselesi samimiyetinizden çalıyor.
Düşününce, nispeten rahat bir insan olmama rağmen, kendimin de defalarca “valla evde ne varsa o” ve “ev çok dağınık” diyerek misafir ağırladığımı hatırladım. Binlerce kez söylemişimdir belki. Ve ikisi de özür cümlesi aslında. Yani eve gelenden ilk özür diliyoruz.
“E peki siz?” dedim, “siz hiç bu cümleleri söylemiyor musunuz?” “Hayır” dedi. “Biz hayırsa hayır deriz. Evimiz ve yemekler için de böyle cümleler kurmayız.”
Bunlar belki o kadar önemli değilmiş gibi duruyor. Yani nolucak, iki çift laf edip kibarlık etmiş gibi oluyoruz. Ama altında serili olan duygu önemli. Suçluluk duygusu. Toparlayamadım, hazırlayamadım. Daha iyisini yapamadim. Rezil oldum. Ayıp ettim. Bunlar. Bunlar incelik gibi duran kaba duygular aslında.

Yazının Devamını Oku

Çünkü oğlumsun sen benim

8 Eylül 2014
O parkta arabanı iterken, söz sana her şeyi anlatacağım. Kimsenin bilmediği şeyleri. Herkesin bildiği şeyleri ve sadece bazı insanların bildiklerini. Sadece benim bildiğim birkaç şey var, onları da anlatacağım sana. Kimseye anlatmadığım gibi.

O yıl aslında tam olarak ne olduğunu.Minik ayaklarını çırptığın o koydan ayrılırken neden ağladığımızı.
Çenemin altındaki yara izini.
Ankara’yı anlatacağım sana. Çocukluğumu.
Dedenin nasıl biri olduğunu. Tanıdığım kadarıyla.
Sana insanları tanıdığın kadarıyla yetinmeyi öğreteceğim. Bu bilgiye ihtiyacın olacak.
Her şeyi ben ve baban kadar abartmamayı öğrenmelisin.
Biz her şeyi abartıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Hayatın 40 yılı çalışarak geçiyormuş

25 Ağustos 2014
Büyükler hep derler, hayat çok hızlı geçer. Küçükler bunu anlamaz. İnsan gençken, hele hele çocukken çok sıkıldığından, zaman yavaş geçer.

Zamanı anlamak öyle saate bakarak, güneşe bakarak olmaz. Zaman ancak aynalarda ve bir çocuğun büyüyüşünde görülür. Hızlıymış denir.
Bir de aşkta. Aşıkken dururmuş denir. Bir de üzüntüde, yavaşmış denir.
Değişir durur, kum saatindeki kumun akışı. Kimine yavaş, kimine hızlı, kimine durgun.
Zamanı nereden anlarız bilmiyorum ama onu nasıl harcadığımızı iyi anlamamız ve düşünmemiz gerek.


İnsan, ömrünün ilk 25 yılını öğrenerek, sonraki 40 yılını çalışarak, sonraki 20 yılını da emeklilikle geçiriyormuş. 40 yıl! Kırk.

Yazının Devamını Oku

Kadınlar neden sigara içer?

18 Ağustos 2014
1920’lerde, sigara şirketleri Edward Bernays adındaki halkla ilişkiler uzmanına gidip “Kadınlar toplum içinde sigara içmiyor, ne yapabiliriz?” demişler.

Kadınların toplum içinde sigara içmemesinin sebebi, bunun erkekler tarafından ayıp karşılanmasıymış.
Freud’un yeğeni olan Bernays, amcasının psikanalize giriş kitabını okuyup bu işi çözmüş.
Erkeklerin, sigara içen kadınlardan rahatsız olmalarının sebebi, sigarayı erkeklik organıyla özdeşleştirmeleriymiş.
Bu yüzden sigara, kadının ağzına yakıştırılmıyor, hafiflik addediliyormuş.
Şirketlerin böyle dertlerini çözmede uzman Edward, düşünmüş taşınmış bir fikirle gelmiş.
Bu fikir hâlâ, ne yazık ki, biz kadınların gururla pofur pofur sigara içmemize sebep oluyor. (Ben sigara içmiyorum, not düşeyim:)

Yazının Devamını Oku