Paylaş
Bilmeden, seçmeden içine doğduğumuz; ilk birkaç ay bizim onları kendimiz sandığımız, sonraki uzun yıllar onların bizi kendileri sandığı insanlar kümesine “aile” denir. Çok dikkatle bakıldığında, her türlü kabuğu soyulduğunda, lahanalar gibi binbir katmanı olur.
İnsanlar değişirler. Ailen de değişir. Geçmişlerini yeniden yazarlar. Anneannenin halasının neler yaptığı, büyük amcalar ve eşleri tarafından bazen tavan aralarına öyle bir saklanır ki, kendileri bile unutuverirler en büyük sırlarını. Bazı konular açılmaz. Bazı sorular sorulmaz. Bazı laflar kullanılmaz.
O küçük cumhuriyette yaşamayı öğrenirsin önce. Sokaklarında emeklediğin, sana kocaman gelen o küçücük ev, ilk kainatın olur. Balkonundan dışarı baktığın o mikro evrende ihtiyacın olan bütün duyguları yaşar, dışarı çıkmaya hazır hale gelirsin. Hani, nasıl başlarsa öyle gider diye bir laf vardır. İşte aile nasıl başlarsa hayat da öyle gidiyor.
Peki mutlu aile niye mutlu da, mutsuz aile niye mutsuz?
Bunu düşünürken, filozof Alain’in bir lafına rastladım. Diyor ki, “İnsanlar ikiye ayrılır: Başkalarını susturmak isteyenler ve başkalarının çıkardığı gürültüye alışanlar”...
Bu tuhaf ayrım, ailelere uygulandığında her şeyi açıklıyor. Mutsuz ailelerde, herkesi susturan ve kendi fikrinden, alışkanlıklarından feragat edemeyen biri olur. Ve diğerleri, hiç konuşmadan, bu baskıcı atmosfere uyar, ters gitmezler.
Sanki yazılmamış kuralları vardır. Müziğin sesini açma, onu giyme, bu konudan bahsetme, onun yanında şunu şunu yapma gibi. Bir bulut gibi ailenin üzerine çöken bu sessiz bilgiler, ailenin mevsimi olur. Bazılarında bu sebeple güneş hiç açmaz.
İnsan, minnacıkken sansürü öğrenirse, erken budanmış bir ağaç gibi geçer hayatı. Bazen ruhlarının boynu bükük insanlar görürüz, işte onlar, seslerinin erkenden kısıldığı talihsiz ailelerden gelirler. Bir babanın ya da bir ananın insana bilmeden yaptığı, büyük kötülüklerdir bunlar.
Mutlu ailelerinse, Tolstoy’un dediği gibi anlatılacak fazla bir tarafı yok. Onlar, bir mutlak susturucunun olmadığı cennetlerdir. Başkalarının gürültüsüne tahammül etmek, dünyanın en konforlu en bol oksijenli, en huzurlu ortamını yaratmak demektir.
İnsanın tam da kendi gibi olduğu, istediği gibi davranıp, fikirlerini utanmadan çekinmeden söylediği masalar, koltuklar, duvarlar, evler ömür boyu özlenir. Herkesin gürültüsü kendisine müziktir. En değerli varlığıdır. Onun susturulmadığı yerde yeşermek, herkese nasip olmaz. Bu sebeptendir ki bazılarımız ananemizin, kuzenlerimizin ya da falanca arkadaşımızın evinde kıvrılıp uyumak, uyanmak isteriz.
Zira gürültümüzün duyulmadığı yerde, sesimizi açabilmek kadar güzeli yoktur.
Paylaş