Onunla çok güzel vakitler hesaplamıştım. Konuları lahana yaprakları gibi açacaktım. Diyecektim “Seninle beni seviyorum”. Gözlerinin içine bakacak, ellerini avuçlarımda ısıtacaktım. Belki uzun bir yürüyüşe de çıkardık kim bilir. Ah, ona mutlaka dinletmem gereken bir şarkı da vardı!
Çok şey vardı yapılacak. Nasıl sığardı zamana bilmiyorum. Aşk zamana sığmıyor. Başka bir bilinmeze taşıyor. O bilinmez ömür boyu sürüyor sonra. İşte bu yüzden “Aşklar bitmez, terk edilir” demiştim.
Neyse dağılmayalım. Ona diyeceklerimi diyecek, onun gözlerini kaydedecektim. Buluştuğumuzda bu dediklerim olur gibi oldu. Ama olmadı. İkimiz de cep telefonlarımızda bir şeylere bakmak için o kadar çok durduk ki, bir yere varamadık. Ve her şey cep arası sandöviç oldu.
N’oldu?
Annemlere gelmiştim. Uzun zamandır nasıllar, neler yaparlar sormamışım, hep kendimi anlatmışım. E insan birisinin çocuğu olunca, anne babasına sadece kendi halinden ve isteklerinden bahsediyor. Dünyanın en nankör sevgisi.
Şükür ki, alan memnun veren memnun. Neyse dağılmayalım. Onlarla, şöyle akşamüstü tatlı bir beş çayı içecek, bu kış havaların soğumadığından yakınacak, son dedikoduları vererek vakit öldürecek ama aslında torunlarını sevmelerine bakacaktım.
Bakacaktım da ne adam gibi iki laf ettik, ne de çayımı içebildim. İkide bir cep telefonuma işle, şununla bununla ilgili mesajlar gelip durdu. E cevap vermeden olmazdı ve her şey cep arası sandöviç oldu.
N’oldu?
Doğurmadan önce bilmezdim.
Zaten hep erkeksi bir tiptim ben.
Hani şu ecnebilerin ‘tomboy’ dedikleri tipten.
Hiç ellerimi zarif bir şekilde çantalardan sarkıtamadım. Yirmilerimde, kendime derinlik katmak için denediğim üç beş sigara girişimim elimde patladı.
Herkesi fransızlaştıran sigara, bende tarlada çalışmaya iki dakika ara vermişim gibi durdu.
Topuklu ayakkabıları hiç anlatmıyorum.
Hızımı kesiyorlar. Üniversitedeyken birisi benim için, anime olana kadar çok zarif görünüyor demişti.
İstanbul’a park lazım. Özellikle batı yakasına.
İstanbul’un ciğerleri yok. Nasıl nefes alıyor İstanbul? Denizinden mi? Denizinden nefes alamaz. Deniz onun gözleri, ciğerleri değil.
Havayı temizleyen, güneşe kollarını açmış bir sürü ağaca ihtiyacımız var. Bebeğiniz olunca doktorlar diyor ki “AVM’lere sokmayın, açık havada gezsin”. Gezsin de, nerede gezsin? Şehirde bebeklerin ihtiyacı olan sessiz, yeşil, kuş sesli, temiz havalı o yer nerede? Ben bulamıyorum.
Batı yakasında, boğaz kıyısında birkaç korulu tepe var ama bebekle yokuş... Belgrad’a da ha deyince gidilmiyor.
Her büyük şehrin, “Off yeter sıkıldım bu şehirden ve keşmekeşinden! İnsan olduğumu, doğaya ait bir canlı olduğumu, nefes aldığımı hatırlamak istiyorum” diyenlere açacak bir kapısı olmalı.
New York’taki Central Park gibi. Londra’daki Hyde Park gibi. Berlin’deki Tiersgarten gibi.Buralar bize, ‘her şey koşturma değil, her şey acele değil, hiçbir şey o kadar da önemli değil’i hatırlatır. Bugün sıfırdan bir şehir yap deseler, önce ortasına kocaman bir park koyar, sonra gerisine bakarım. Binalar insanları hapseder, parklar serbest bırakır. Ve ne yazık ki, İstanbul’un böyle parkları yok.
Herkesin günün ortasında, sırtını çimlere bırakıp, sadece gökyüzüne ve bulutlara bakabilme hakkı olmalı. Dünyada olduğunu ona fısıldayan bir harikalar diyarı. Şöyle kitabıyla kıvrılıp koynunda uyuyabileceği ağaçlar. Topunu havaya dikip de, çocukların onu koşup yakalayacağı bir vaha.
P&G ekibi bana Always markasının (Türkiye’deki Orkid) başlattığı ‘kız gibi’ kampanyasının ilham verici videosunu izlettirene kadar, ben de değildim.
Bu kısa filmden o kadar etkilendim ki, hem kampanya için şarkı yazdım hem de Tedx İstanbul’da konuyla ilgili çıktım konuştum. Aşağıda neler konuştuğumu hatırladığım kadarıyla aktarıyorum:
Size daha önce kimseye anlatmadığım çok özel bir anımı anlatarak başlayacağım. Bir keresinde tek başıma aile dizimi diye bir seansa katıldım. Svagito diye bu konuda uzman biri yapıyordu bu seansı.
Bana anneannemle babaannemi sordu. Üzülerek ikisini de tanımadığımı söyledim. Anneannem ben doğmadan, babaannem de ben doğduktan kısa bir süre sonra vefat etmişti. Hiç tanımadığım bu iki kadını bana sorması çok tuhaftı. Onlara tutunarak nereye gidebilirdik ki!
Bildiklerini anlat dedi. Babaannem şairdi dedim. Anneannem de felsefe öğretmeniydi, kadınlar için mücadeleler verdi. Ona benzermişim ben. Zaten göbek adım da onun ismiyle aynı; Ferhan dedim.
Sonra bana dedi ki, onların şu anda bu odada olduklarını hayal et. Ettim. Şu an ne yapıyorsan, o iki kadından sana miras. Sen onların meşalesini taşıyorsun ve seninle gurur duyuyorlar! Bu gittiğin yolda elinde tuttuğun bayrak sana onlardan emanet! Onlara teşekkür edebilirsin dedi.
Ben de ömrümde ilk defa, Beyoğlu’nda bir binanın 3. katında, diz çöküp, bu iki büyük kadına gözyaşları içinde teşekkür ettim. Sanki geçmişten gelen çağıl çağıl bir kadınlık nehrinde aktığımı hissettim.
İtiraf etmeliyiz ki, çoğu zaman vardığımız yer bir hayal kırıklığıydı. “Böyle düşünmemiştik” denilecek bir yerdi. Yani. Biz orayı yenilmezlik bayrağımızı dikeceğimiz, o muhteşem düşler tepesi olarak hayal etmiştik. Bir “oh” diyeceğimiz. Vardığımız yerse çoğu zaman, hiç gitmek istemeyeceğimiz yer çıktı.Onun da bir kabahati yok. Onu abartan bizdik. Yol boyunca hep oraya baktık. Oysaki hayat bir yolculuktan ibaretti.
Etrafıma bakıyorum da, kimse yaşadıklarının muhasebesini yapmıyor. Herkes, ‘niye böyle oldu’cu. ‘Gele gele buraya mı geldik’çi, ‘bu muydu yani’ci.
Kimse yaşadığı yolda, penceresinden dışarı bakmamış. Yol boyu geçtiği kasabaları, edindiği arkadaşları, aldığı güzel hediyeleri, çektiği güzel fotoğrafları, güldüğü şakaları, sarıldığı sıcacık kolları hatırlamıyor. Siliyor.
Varılan yerde durup, ‘hepsini sil’ tuşuna basıyor sanki.
Ve büyük bir katliam yaşanıyor. Anılar, balıklar gibi can çekişiyorlar kaldırımlarda.
Kıymetli olanın, lezzetli olanın, renkli olanın onlar olduğunu bilen yok. Hatırlayan yok. Onlar yoldu. Bu varış. Bazen her şey, süreçle sonuç arasında bir yarış.
Ben böyle bakmıyorum artık. Hesabını da böyle tutmuyorum yaşadıklarımın.
Bilgisayarın mükemmel çaldığı enstrümanları, insanlaştır tuşuna basarsan bozuyorsun biraz. Demek insan mükemmel değil. Demek bilgisayarlar bile bunu biliyor artık.
E, o zaman biz insanların biraz rahatlayıp mükemmel olma derdinden kurtulmamızın ve insanlaşmamızın zamanı gelmiş. Oh be!
Özellikle anne olduktan sonra mükemmelleşme isteğim saçma geldi. Her anlamda ve her alanda mükemmel olmayı sıkıcı bile buldum. (Yani sosyal medyada insan her şeyi mükemmel gösterebilir tabii ama, telefonu sehpaya bırakınca yaşadığımız şeyden bahsediyorum.) Robotik buldum. Bilgisayar çıktısı gibi buldum. Halbuki biz insan çıktısıyız. Ve insanlar insanca hataları olduğu için güzel.
Humanize tuşuna basınca soruyor: Birazdan rastgele hatalar yapacağım, bu hataların oranı ne olsun? Sen boşluğa bir sayı yazıyorsun. “Bu klarneti, yüzde 40 hatalı çal. Bu udu yüzde 10 hatalı çal” diyorsun.
Tıpkı, sevgililiği yüzde 43, ev kadınlığını yüzde 20, anneliği yüzde 30, kariyeri yüzde 10, arkadaşlığı yüzde 54, spor ve diyeti yüzde bilmem ne hatalı çaldığın gibi hayatta! Merak etme, insanca, hepsi insanca. Ben değil, bilgisayarlar söylüyor bunu.
Ne güzel, bilim bile ispatlamış kusurlu olduğumuzu. Hatalarımızla insan olduğumuzu.
Halbuki ‘self help’ kitapları deliler gibi satarken, insanlık “Neden mutlu değilim? Neden ertelemeciyim? Neden kararsızım?” sorularıyla debelenirken, belki de şöyle bir arkana yaslanıp, bir kedinin başını sever gibi sevmek lazım kendini.
Çoğu zaman karşımızdaki konuşurken onun sesini televizyon gibi kısıyor, bir sonraki cümlelerimizi diziyoruz kafamızda. O yüzden dikkat edin, biri sizi dinler gibi yaparken, gözleri böyle ölü balık gibi mat oluyorsa kendi bir sonraki cümlesini düşünüyordur.
Hâl böyle olunca da, kimse kimseyle bir şey konuşmuyor oluyor. Diyalog değil, monolog deniliyor böylesine. Özellikle, bu güzel ve yalnız ülkede konuş konuş bitmeyen siyasette bu böyle. Herkes kendi diyeceğini bağırıyor. Karşı taraf diye bir şeyi kabul etmiyor.
Devlet büyüklerinden aile büyüklerine her yerde tema bu olunca, insana iki seçenek kalıyor. Ya git gide bağırarak sesini kısacaksın ya da sesini kesip oturacaksın. İlki yorgunluk, ikincisi korkaklık. Seç bakalım, yorulacak mısın korkacak mısın?
Halbuki İngilizce’de inanılmaz güzel bir cümle var. Adı: I hear you. “Seni duyuyorum” demek. Aynı fikirde olmayanlar tartışırken bu lafı kullanıyor. Peki ne demek ‘seni duyuyorum’?
“Kendi fikrim bu değil ama seninkine de sağır değilim, demek istediğini duyuyorum ve kabul ediyorum. Senin dediğinde de bir geçerlilik, bir bakış açısı var evet. Ben böyle düşünmesem de, sen böyle düşünmekte ve bunu dillendirmede serbestsin. Rahat ol. Çünkü biz bir diyalogdayız ve ben seni anlıyorum. En önemlisi senin benimkinden farklı olan bu düşüncene saygı gösteriyorum” demek. Ne kadar çok şey demekmiş değil mi?
Bazı dillerde bazı kelimelerin olması, oranın düşünce şeklini ve dolayısıyla kültürünü belirliyor. Dil bu kadar güçlü bir şey. Bir cümle söylüyorsun, tercümesi yok, ve o kültürün DNA’sına işliyor.
Tartışmaları empati dolu olunca, gerginlikleri de azalıyor. Yorulmak ya da korkmak zorunda kalmıyorlar. Bağırmaları ya da susmaları gerekmiyor. Kendi ayarlarında kalarak fikirlerini serbest bırakabiliyorlar.
İnsan kendi fikrini bulana dek çok zaman geçiyor. Belki 30 yıl. O zamana kadar hep ailenin, arkadaşlarının şunun bunun fikrini giyiyorsun. Üstünde eğreti duran bu fikir kıyafetlerinden kurtulup, kendine olan bir şey dikmen zaman ve emek istiyor. İnsanlar Hindistanlara gidip, gurulara soruyorlar sonra: “Yalvarırım söyleyin ben ne istiyorum?!” Çünkü ‘i hear you’ları olmamış. Onları duyan olmamış. ‘Hear me’leri (duy beni) olmuş sadece.
Büyümek denen o kılıksız şey oldu. Büyüyünce böyle kendinle ilgili nihayet bir rahatlıklar filan geliyor. Gelecekle ilgili biraz ferahlıyorsun. (Ne de olsa büyüdün ve olanlar üç aşağı beş yukarı oldu işte.)
Kendin de hayat da, artık o kadar bilinmeyenlerle dolu gelmiyor sana. (Sana öyle gelmiyor ama aslında bir şey bildiğin yok.)
Neyse işte. Ben hepinizden çok emin olmacıydım. Garantilemeciydim. Risk savardım. Hesap makinesiydim. Bu yüzden iyi bilirim, emin olmadan adımını esirgeyenleri.
Hayatsa böylelerini pek sevmiyor. Çünkü oyun oynanmıyor onlarla. Halbuki emin olmadan hayatın elini tutabildiğinde başlıyor oyun.
Hayat, gözlerini bağlayıp seni bir yere götürüyor. Gözlerini açmadan önce, seni iyice bir kendi etrafında döndürüyor. Sonra ta taaa! Beklenmedik yerde buluyorsun kendini. Hep düşündüğünden başkası.
Hiçbir şeyden emin olamıyorsun, tahmin edemiyorsun aslında. Ben bunu anladığımda bıraktım tedbirleri. Hesapları kitapları kaldırdım attım.Şu hayata kendini, su kaydırağına binip akan çocuklar gibi bırakacaksın. Kollarını yukarı kaldırarak, topuklarınla fren yapmayarak hem de... O seni bir denize, bir nehre bırakacak. Senin hikayen orada devam ediyor olacak.
Güveneceksin hayata. Onun çılgın sürprizlerine, beklenmedik sonlarına, ansızın başlangıçlarına, hızlı dönemeçlerine.