Onların bedenlerinden yerlere akan kan, onların gözlerinden düşen damlalarla karışıp toprağa bir koku bırakıyor. Biz şehirliler bu kokuyu bazen çok keskin olarak alıyoruz.
Sert bir rüzgar onu, burnumuzun direklerine çarpıyor ve yüreğimiz burkuluyor. Sanki çaresizmişiz gibi boynumuz bükülüyor. Hemencecik unutuvermek istiyoruz bu kokuyu. Hikayesi geliyor kulağımıza. Kulaklarımızı kapamak istiyoruz.
Halbuki geceleri Anadolu’nun rüzgarlarıyla geziniyor hıçkırıkları. Bağırışları. Yardım çığlıkları. Nefesleri. Ve hatta Özgecan’ınki gibi son nefesleri...Nedir bu kokuyu, bu sağır edici sesleri durduracak olan? Bir kanun yapıcının dudaklarından dökülecek olan ağır cezalar mı? O halde ne duruyor o kanun yapıcılar? Hemen yapsınlar ülkemizde bir hayalet gibi gezinen bu kokuyu, bu sesleri durduracak olan kanunu.
Canileri affedenler de, caninin yanında olmuş olmaz mı? Canilerin caniliklerini yapıp sokağa salındığı bir ülkede, bir anne nasıl rahat nefes alabilir? Bir annenin rahat nefes alamadığı bir yer, nasıl büyür? Büyüyemez o yer. Hiçbir şey ama hiçbir şey büyümez orada. Ne sevgi, ne eğitim, ne ticaret, ne teknoloji, ne yenilik, ne insanlık. Kurak ve çorak kalır orası.
Ancak kız çocuklarının kollandığı ve korkmadığı bir ülkede güneş doğabilir. Kız çocukları bir memleketin hem fiziksel hem de ruhsal olarak geleceğidir.
Bir kız çocuğu doğuracaktır o ülkenin evlatlarını. Bir kız çocuğu ısıtacaktır o ülkenin yuvalarını. Kız çocukları bir ülkenin annesidir. Anne olsa da olmasa da annesidir.
Onları küçük yaşta evermek, onları odalara kapamak, onların ağızlarını kapamak, onları hayata kapamak insanlık suçudur. Onların hayatlarını sonlandırmaksa, insanlıkla aynı cümlede bile yer alamaz.
Yani ineklerin bile, onlara herkesten ayrı birisi gibi davranınca ruhu ve bedeni çiçek açıyor. Sütüne süt katıyor.
Bizler ise doğuştan isimlerimiz olmasına rağmen, birbirimize çoğu zaman birer nesne gibi sesleniyoruz.
Etraf çocuklarına, sevgililerine, karılarına kocalarına, arkadaşlarına ‘bu’, ‘şu’, ‘bunlar’, ‘bu adam’, ‘bu kadın’ diye seslenenlerle dolu. Onları biricikliklerinden soyup, alelade hale getirenlerle dolu.
Bir restoranda ya da mağazada, hiç tanımadığımız birine bile yakasına iliştirdiği ismiyle seslendiğimizde, yüzleri aydınlanır ve bir anda ‘tanıdık’ olurlar.
Aziz Arif’e hamileyken bir kitap okumuştum. Kitapta diyordu ki, “Bebeğiniz hastaneden eve ilk geldiğinde, gözleri kapalı uykuda olsa bile, ona bütün evi gezdirin ve tanıtın. Burası salonumuz, burası yemek yiyeceğin yer, burası odan, burası teras...”
En önemlisi de “Bebeğinize asla ‘Bebeği tut, çocuğu al, şunu taşı’ filan gibi cümlelerle hitap etmeyin” diyordu.
Onun bir ismi var. Ve bu isimle çağrılmayı hak ediyor. O bir birey. Yeni biri. Ve ismini ne kadar erken duymaya başlarsa, kişiliği o kadar gelişir. Kendisinin bir şeyin uzantısı olmadığını, herkesten ayrı biri olduğu hisseder, kıymetini hisseder diyordu. Bunu okuyunca gözlerim dolmuştu ve aynen dediği gibi yaptık.
Kitap okuyacağıma, bir sonraki okuyacağım kitabı bulma peşindeyim.
Güzel bir yeri gözlerimden içime çekeceğime, fotoğrafını çekiyorum.
Sanki sürekli ‘kaçırmak üzere olduğum trenler’ terminalindeyim. Acelem var. Yayıncıyım. Toplayıcıyım. Paylaşıcıyım.
Yaşayıcı değilim ama. Halbuki hayata yaşayıcı olmak için gelmedik mi?
Ben de çareler arıyorum kendimi ‘disconnect’ (bağlantıyı kesmek) etmek için.
Yıllar önce, ‘kum saati’ çözümü gelmişti aklıma.
Bir saatlik bir kum saati almıştım ve onu çevirdiğimde sadece önümdeki neyse onunla ilgileniyordum.
Matruşkanın tam tersi, içinden bir büyüğünü çıkaran, sürpriz yumurtalar gibi midirler?
Bize düşen sadece onlara bakıp şaşırmak, onlarla memnun oldum diyerek tanışmak mıdır?Böyleyse, şu ‘tiger mom’ annelerin, birer diktatöre dönüşerek, içinden aroma çıkarmak için çamaşır sıkar gibi sıkıp durduğu çocuklar, boşuna harap olmuş olur.
Değilse, verilebilecek tek şey hayata dair güzel duygular, esecek rüzgârların yönlerini anlatan birkaç hikâye ve üç beş ninni midir?
Herkesin duyar duymaz tanıyacağı “Adagio For Strings”in bestecisi Samuel Barber, daha kim olduğu içinden çıkmadan evvel, 9 yaşındayken, annesine bir mektup yazıp çalışma masasına bırakır. Mektup şöyledir:
Sadece anneme ve başka hiç kimseye değil,
Sevgili anne, sana bunu beni çok endişelendiren bir sırrımı anlatmak için yazıyorum. Şimdi bunu okuyunca hemen ağlama, çünkü bu senin de benim de suçum değil. Şimdi bunu hiç dolandırmadan söylemek zorundayım. Her şeyden önce ben bir sporcu olmak için doğmamışım. Ben bir besteci olmak için doğmuşum ve öyle olacağıma da eminim. Senden bir ricam daha var. Lütfen bana bu tatsız mektubu unutalım da git futbol oyna deme. Lütfen. Bazen bunun hakkında o kadar endişeleniyorum ki, çıldıracak gibi oluyorum. (Çok değil de biraz.)
Sevgiler, Sam Barber II, 1919
Bunu okuyunca insan anneliğin ne olduğuyla ilgili uzun uzun ufuklara dalıp gidebilir.
Sürekli çekimler vardı. ‘Kız Gibi’ kampanyasını çektik.
Çok mutlulukla, inançla ve hatta bazen gözlerim dolarak geçti çekimler.
Bir sürü kız vardı benimle birlikte. Hep beraber bağırıyorduk İstanbul Erkek Lisesi’nin koridorlarında:
Kız gibi yaptım ne yaptıysam ben
Kız gibi yaptım ne yaptıysam
Yapamazsın sen deseler de
‘hem çocuk hem kariyer yaptıysam’
Biz kadınlar, erkeklerin bu tür iç işlerine nasıl karışmıyorsak, aynı saygıyı onlardan da bekliyoruz. Biz her şeyden önce kendimiziz. Bunu anlamak zor mu?
Biz sadece birisinin kızı, kız kardeşi, sevgilisi ya da karısı değiliz. Bizim bir de sadece bize ait bir var oluşumuz, benliğimiz var. Tıpkı erkeklerinki ve diğer tüm canlılarınki gibi.Kendimizle ilgili kararlar verebiliyoruz çok şükür. Çok şükür, anneliği, doğurganlığı bize vermiş doğa ama bundan ibaret değiliz.
Biz çok daha fazlasıyız. Biz on parmağında on marifeti olanız.
Korkmayın bizden. Bizi kafeslere kapatmaya çalışmayın. Kalıplara sokmayı aklınızdan geçirmeyin. Kaba kuvvetle ehlileştirmeye, dille acıtmaya, ayıpla korkutmaya çalışmayın.
Biziz size hem dünyayı hem de dünyadaki cennetleri sunan. Yalan mı?
Kadınlarla erkekler her ne kadar farklı da olsalar, ikisi de birer insan olduklarından aynı haklara sahip olmayı hak ederler.
Sabah apar topar evden çıkıp Ayşegül Dinçkök’ün “Derin Tutku” sergisine gittim. Bugün serginin herhangi bir günü değildi. Çaba Derneği, kimsesizler yurdundan 64 kız çocuğunu sergiye getirecekti. Gittiğimde, “Çocuklar geldiğine playback yapar mısınız?” diye sordular. Playback yapmayı hiç sevmediğimi söyledim. Playback şu demek; şarkı fonda çalıyor, siz de üstüne söyler gibi yapıyorsunuz.
“Yapmasam daha iyi” dedim. Sonra onlar 10’ar 10’ar içeri girmeye başladılar.
“Abla seni bir yerden tanıyoruz, artist misin?” dediler. “Ben şu anda çalan şarkıyı söyleyenim” dedim. “Olamazsın” dediler. “Valla oyum, kakül kestirdim ama bakın oyum” diyerek kaküllerimi alnımdan kaldırdım.
I ıh’mış, yine de ben o değilmişim. Kimliğini göster o zaman dedi biri. (Ne kadar güvensizler diye üzüldüm ve ne kadar da uyanık! Benim asla aklıma gelmez bunu sormak...)
Kimliğimi çıkardım. “Burada Ferhan Nil yazıyor” dedi kız. “Evet” dedim “göbek adım”...
“Erener yazıyor Karaibrahimgil’in yanında” dedi. “Evet kocamın soyadı” dedim.
Ne dedi biliyor musunuz... “Yine de bu kimlik sahte olabilir” dedi. O kıza takıldı hep gözüm sonra. Ne kadar güzel. Hikayesi ne acaba... Neredelerdi annesiyle babası acaba... Ne oldu da, resmi kimliklere bile inanmaz oldu acaba... Onu güldürmeyi ve Nil Karaibrahimgil denen şarkıcı olduğumu ona ispatlamayı koydum kafama. Bana “Eğer sen oysan, o zaman bu çalan şarkıyı söyle” dediler. Kanatlarım Var Ruhumda çalıyordu fonda bangır bangır. Başladım söylemeye. Bir sürü kulak yaklaştı dudaklarıma.
Yani, ben zaten biraz bu vesveselere eğilimli biriydim de, senden sonra iyice arttı.
Sana hem kendimi kaptırmak, hem de seni kendimden korumak zor olacak. Keşke konuşsan.
Şu susarak geçirdiğin birkaç yıl, benim için hep muammalarla dolu olacak. Gerçi biz büyükler konuşuyoruz da n’oluyo? Gerçi sen, konuşmadan her şeyi anlatmanın mümkün olduğunun en tatlı kanıtısın.
Geçenlerde seninle yürürken yine bir endişem oldu. Sanki kaldırımda yürürken bir bilgisayar oyunundaki gibi, önümde bitiveriyorlar ve ben onları patlatmadan rahat edemiyorum. Daha doğrusu, insan onları patlatmadan rahat edemez.
Ne zaman bir endişem olsa, ki bugünlerde hep seninle ilgili oluyor bunlar, onu artık renkli bir balon gibi düşünmeye karar verdim.
Diyelim ki endişe A, bir anda karşıma dikiliyor ve beni bir şey yapmaktan alıkoyacak. Bak bunu öğren, endişelerin amacı insanı bir şey yapmaktan alıkoymaktır. Endişe A’yı kocaman mor bir balon yapıp önüme koyuyorum. Sonra, cebimden çıkardığım ‘endişeyle yaşanmaz’ iğnemi, bu balona saplayıp patlatıyorum. Yoluma devam ediyorum.
Girilmezini, geçilmezini kabul etmiyorum. Ve ne oluyor biliyor musun? Hep balon çıkıyor endişeler. Zaten bu yüzden onlara balon diyorum.
Hani