Paylaş
Sadece kendinle kaldığın
pek az vakit var
Hep bir sen
hep bir o
hep bir onlar
Alp Dağları’nın tepesine çıkıp, kendimi eteklerinden aşağı bıraktım. İki senedir cesaret edememiştim. Hele şimdi bir de oğlum var. Ya düşersem, bir yerimi kırarsam korkusu had safhada. Zaten her türlü korku had safhada. Bir minicik tavşancık gibi yaşamayı öğreneceğim artık el mecbur. Yine de çıktım o soğuk tepeye. Kimsecikler de yok. Bir tek biz. Mart ayı gelmiş artık. Turistler gitmiş. Yerliler kalmış. Güneş tepemizde. Alnımızdan öpüyor. Soğuk bir rüzgar kulağımıza bir şeyler söylüyor. Ayağıma board’u takıyorum. Birazdan bir çocuk gibi, kendimi dağın eteklerinden aşağı bırakacağım. Düşününce ne delilik! Ne çocukça bir şey! Sanki dağ, beyaz dev bir yorgan. Sanki ben siyah küçük bir pire. Korkumu atarsam eğlenirim bile!
İlk inişte düşüncelerimi dinleyip, sürekli altyazı okuduğum için, filmden hiçbir şey anlamadım. Yani, ay unutmuşum, ay burası dikmiş, ya ters takla atarsam filan gibi düşünceler, beni yaptığım şeyden kopardı. Düşünceler dümene geçince, onların dediklerini yapmak zorunda kaldım. Yani beceremedim. Düştüm. Unuttum. Korktum. Sonraki çıkışta, “Bu ne ya!” dedim. “Ben bu değilim ki!” “Benim bildiğim Nil buradan bir dağ yılanı gibi kıvrıla kıvrıla iner.” “Bu da kim?” dedim.
Tepeye varınca, taktım yine ayaklarıma board’u. Bir şey düşünmemeyi becermek zor iş. En zor iş. Dünyanın en zor işi. Bir şey düşünmemek. Ve sadece kendinle baş başa olmak. Hatta o baş başa olduğun kendin mi oluyor o noktadan sonra, o bile şüpheli. Sen hayatın kendisi, nefesin kendisi, dağın kendisi, karın güneşin rüzgarın kendisi oluyorsun. İçlerinde eriyorsun. Bedenin sana refakat eden biri oluyor sanki. İşte ondan oldu ikinci inişte. Düşünceler yolun ortasında teker teker sustular. Yere bile bakmıyordum artık. “Hep gideceğin yere bak” demişlerdi bana. İnsanın, düşmemek için önüne bakmaktan, gideceği yere doğru baktığı o cesur ana geçişi, ne eşsiz, ne nadir şey! İnsanın kendini bir dağın eteklerinden aşağı güle oynaya kaydırması ve yolda bütün yüklerini teker teker bırakması ne güzel şey! Bunu hatırladım.
Kimsenin değildim dağda kayarken. Kendimi dağa bırakmıştım. Elinden tutmuştum, beni hızla aşağı doğru çekiyordu. “Dur” demeden, peşi sıra koşturuyordum sanki. İşte çocuklar bu yüzden, bıcırıkken en güzel öğreniyorlar bu sporu. Korku yok. Korku, pis bir sigara kokusu gibi, büyüdükçe insanın saçlarına yapışır ve burnunun dibinden ayrılmaz. Halbuki onlar, dağı dinliyorlar. Sadece o anı yaşıyorlar. Aşağı doğru hızla, ama çok hızla, ama daha da hızla, hem de mümkün olan en hızlı bir şekilde inmek istiyorlar. Ne güzel. Fren sevmemek ne güzel.
İşte o size bahsettiğim anlarda, sadece kendim oldum ben. Uzun zamandır ilk kez kimsenin bir şeyi değildim. Sen yoktu. O yoktu. Onlar yoktu. Ben de yoktum galiba. Ne vardı bilmiyorum. İsimlendirmesi zor.
Etrafta kimse yoktu. Dağ benimdi. Ben dağındım. Pofur pofur kıkırdıyordu karlar ben onları gıdıkladıkça. Yerçekiminindim. İniyordum aşağı. Sanki çok eskiden beri biliyordum, nasıl yapılacağını. Hiçbir şeyin yabancısı değildim. Hiçbir duygunun uzağında değildim. Sessizlik. Sadece ilerlemenin sesi. Kendi vıdı vıdım bile yok. Uzun sürmedi ama önemli değil. Uzun nedir ki böyle anlarda. Zamansızlığa girip çıktığın bu ender anlara, zamanın cetvelini koyamazsın.
Öyle bir erirsin ki dağda taşta rüzgarda karda, biri senden tekrar kardan kadın yapana dek, kendine rastlayamazsın.
Paylaş