Paylaş
Zaten Facebook’tan alemi sürekli fotoğraf, video, sevdiğimiz yazı şu bu’yla besleyip duruyorduk...
Sonra Twitter’dan 140 karakterle akıllı olmaya çalıştık...
Sonra Instagram’da süper fotoğrafçı olup harika tatillerimizi ve hayatlarımızı sergiledik...
Şimdi de oh! İyice rahat, direk tuşa basıp canlı yayın.
Sonrası ne merak ediyorum. Hepimiz yayıncıyız.
Hepimiz kendimizin medya patronu ve holdingi olacağız.
Orası açık. Ve senin kanalın ne kadar kaliteli, reytingi nasıl olacak tek derdimiz.
Yaşamayı büsbütün unutacağız belli ki.
Geçenlerde biri dalga geçiyordu.
Aileler çocuklarının yılsonu gösterilerine gelip cep telefonundan çekim yapıyor, kimse karşısında kanlı canlı duran çocuğuna bakmıyor diye.
Mesela kızının ilk keman dersi, ilk kez güzel sesler çıkarıyor.
Dinleyeceğine, onun gözlerinin içine bakacağına, iphone ekranına bakıyorsun.
Bazen bir yaşındaki oğlumun, büyük bir merakla elimdeki telefona baktığını görüyorum.
Annem bana bakacağına o elindeki metale bakıyorsa, o çok önemli bir şey olmalı ve ben acilen keşfetmeliyim onun ne menem bir şey olduğunu diyor resmen.
Peki biz napıyoruz hakkaten birbirimize ve çocuğumuza bakmayıp.
Hadi itiraf edelim, deli gibi, Instagram’a koymaya değer anlar arıyoruz.
Periscope’a bağlanıp canlı yayına geçecek anı kolluyoruz.
Facebook’u da unutmamaya, arada Twitter’a da göz kırpmaya bakıyoruz.
Sanki filmlerdeki gibi minik bir yayın arabamız var.
İçinde kameramanı, fotoğrafçısı, canlı yayıncısı, metin yazarı.
Bütün gün haber peşinde.
Kaliteli yayıncılık ve reyting kaygısında. Sanki kariyerlerimize bir de yayıncılık eklendi. Yalan mı?
Bir de sosyal medya ajansları var artık.
Ünlüler denilen tür onlarla çalışıyor mesela.
Çünkü ünlüler her zaman kaygı doludur.
Sana aman şu gün yaklaştı, twit atın hatta biz sizin yerinize atalım diyorlar.
Şu markanın doğal bir şekilde adını geçirirseniz, şu kadar para kazanırsınız diyorlar.
Şu gün şu saatler post atmanız daha etkili olur diyorlar.
Like’larını, hitlerini sahte olarak artıran programlardan bahsetmiyorum bile...
Bir de şimdi şu çıkmış: internetteki imajınız şöyle.
Şu şehirlerde şu şekilde Google’lanıyorsunuz. Hatta, şu mahalledeki şu ev biraz önce hakkınızda twitter’a şunu yazdı. Evet iş buralara gelmiş.
Yayıncılığın içeriği belli.
Okuduğun kitabı şık bir masaya koyup, yanına kahve koyarsan, hatta çiçek de koy, hatta okuyup bitirmen de gerekmez, like’ları alırsın.
O gün süslenip, püslenip bugün bunu giydimler yaparsan like’lanırsın.
Kahvaltı zaten Türkiye’de en çok like alan şeymiş, tuhaftır.
İşte ne biliym dinlediğin müzik, tatilde terliklerinin arasından görünen kumsallar, kalabalık arkadaşlarla ‘ne eğleniyoruz ama’lar...
Çok fitim acayip spor yapıyorum’lar, sağlıklı yiyorum hatta tatlı patatesten browni yapabilirim’ler...
Dünyanın başka bir ucundaki şu restorandayız, şu dağın üstündeyiz, bu konserdeyiz siz kaçırdınız’lar...
Pazar günü doğaya kaçtık’lar...
Sanatla iç içe yaşamım var’lar...
Evimin köşeleri, çocuklar, sevgililer, köpekler, e tabi yine kahvaltılar kadar sevilen kediler, rastladığım özlü sözler, komiklikler...
Yeni aldığım yüzük ve en kıymetlisi size layık olması için baya uğraştığım, benim canım ‘selfie’m.
Yayıncılık aşağı yukarı bunlardan oluşuyor.
E bu nerden baksanız bayağı mesai.
Yaşamaktan çok belgelemem demek bu.
Bugün değilse bile yarın böyle olacak. Kendi hayatımızı işe gider gibi yaşayacağız.
Like’larla mutluluk hormonu seviyemizdeki artışları inceleyecek bilim adamları. Like, yeni aferin olacak, yeni öpücük, yeni gülüş olacak, yeni seni seviyorum olacak. Duymak istediğimiz tek cümle de: ne kadar şanslısın!
Paylaş