İşe, okula, sağa sola gidemesek. Evde kalakalsak. Gelen giden olmasa.
Biz bize ya da ben bene olsak.
Ne varsa onu pişirsek. Çay demlesek. Pencereden baksak.
Çocuklar neşe içinde dışarı fırlasa.
Kardan top yapıp, birbirlerine atsa.
Arabaların üstü öyle bir kaplansa ki, kıpırdayamasalar, bir dursalar.
Trafik, korna, ışıklar olmadan bir pazartesi olsa.
Rüzgarı hatırlasak, bulutu. Üşümeyi.
Çok fakirmiş ama çok da erdem sahibiymiş.
Tarlasını sürmek için sadece bir oğlu ve bir atı varmış.
Bir gün atı kaçmış.
Çiftçinin komşusu gelmiş, demiş ki: Zavallı adam, zaten çok fakirdin. Şimdi atını da kaybettin.
“O hiç belli olmaz. Belki kazandım, belki kaybettim. Onu zaman gösterir” demiş çiftçi.
Ertesi hafta, çiftçiyle oğlu, atları olmadan zar zor biçmişler tarlayı
Canları çıkmış.
Ertesi hafta, at geri gelmiş, yanında da iki yabani at getirmiş.
Serenay. Müzikal. “Alice’in şarkısını yazar mısın” dediklerinde, Beşiktaş çarşıda Aziz Arif’e “Hayır sokak simidi yiyemezsin” diyordum aslında tam olarak.
Tek kulağımda harikalar diyarına çağrılıyordum, öbüründe gerçek eteklerimden çekiştiriyordu.
Hani bazen bir sorunun cevabı hemen geliverir ya bekletmeden, “Tabii ki yaparım” deyiverdim uzatmadan. Alice’in bir şarkısı varsa, ben yazardım onu.
Serenay stüdyoya geldiğinde, sanki içeriye güzel bir kuş girdi.
Heyecanla kanat çırpan alaycı kuşlar gibiydi.
A mockingbird. Alice’in harikalar diyarına atlayıp, büyüye küçüle yaptığı o acayip yolculuğu bugüne taşımak istiyordu.
Yalansız kul mu var?
Girdiğin yol mu dar?
İçin neden üşür,
Çıktığın dağ mı kar?
Dönüp mü gitmeli?
Tövbe mi etmeli?
Bu sazan sarmalı
Ben ilham kelimesini kullandığımı pek hatırlamıyorum. Gelmesini hiç beklemedim.
Bir musluğu açıyormuş gibi düşündüm hep. Hani bazen musluğa sular geç gelir.
Borular homurdanır, sular uzaklardan ince ince geliyordur da, şu an sadece hava veriyordur.
Öyle geldi bana bu iş. Oturup çalışmaya başlarsın, musluğu açmak demektir o.
Sonra bazen hemen akmaz. O zaman musluğun başında çalışmaya devam etmek gerekir.
Sonra havası gelir... Sonra hissi gelir... Sesi gelir...
Sonra gürül gürül kendisi gelir. Kaynağın safsa, iyiyse. Boruların temizse, sağlamsa. Geleceğine inancın tamsa gelir.
Şiirin adı Lester. Şiirde banyan ağacının üstünde yaşayan bir peri, Lester’a üç dilek veriyor.
Bizim Lester, akıllı ya, üç dileğinden biriyle iki dilek daha diliyor.
Böylece bir dileğinin yerine üç dileği oluveriyor. Toplamda beş!
Ve tabii tahmin ettiğiniz gibi her bir dileğiyle üç dilek daha diliyor ve böylece dokuz tane yeni dileği oluyor.
Uzatmayalım böyle gide gide, Lester’in tam 18 bin 34 tane dileği oluyor elinde.
Lester onları şöyle güzelce bir yere seriyor...
Bazen evde “anne” diye ağlayan çocuğumuzu kamerada görmemiş gibi davranır toplantıya gireriz.
Sonra da, ancak o uyuyunca eve varır, rüyasından öperiz.
Etek bizi ‘hafif’ gösterir diye, sahalarda altımıza pantolonu çekeli de çok oldu.
Fakat hâlâ sesimizin bu kadar kısık çıkması beni üzüyor.
Geçenlerde bir işi tamamlamak üzere stüdyodaydık.
İşi yapan hepimiz kadındık.
İşin içine erkekler girmeye başlayınca gördüm ki, kadından komut almayı, kadından direktif almayı, tavsiye almayı, hele hele eleştiri duymayı hiç beceremiyorlar!
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...
Sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun.
Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın. Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın.
Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.
Sevdikleriyle bir arada olsun. Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın. Lafları birbiriyle başlasın.
Nesi varsa, bölüşecek biri olsun.
Nesi yoksa, bulup getirecek biri olsun. Bu birileri az ama öz olsun.