Kafalarına taktıkları gelecekleri gözümü alıyordu.
Canlarını acıtan şeyler vardı, konuştuk biraz.
Benim de canım acımıştı aynı yerlerden, nasıl kabuk bağlayıp geçtiğini anlattım o yaraların.
İnsan karanlıkta da yol almalı dedim. Sanki kendime der gibi.
Hep beraber oturduk yere.
Hayatın başındaydılar. Kuşanıyorlardı. Onları tebrik ediyordum.
Epiktetos bu cümleyi, neredeyse bundan 2 bin sene önce söylemiş.
Milattan sonra 50-130 yılları arasında yaşamış bu adam, nasıl oluyor da sosyal medya ve selfie’lerden bahsediyor?
Acaba diyorum insanlık hep aynı da, araçlar mı değişiyor sadece?
O zamanlar bundan şikayet ediyor, biz de 2 bin yıl sonra aynı şeyden şikayet ediyoruz.
Like’able me, like’able life.
Slogan bu. Beni like’lamış.
Beni kimler like’lamış?
Demiş ki, bu insan denilen iki ayaklı düşüngeç, geçmişine basarak geleceğe zıplamaya çalışır sürekli.
Şu anda durup bakmaya, yaşayıp sindirmeye programlı değil ki.
Birkaç yüz bin yıldır kafası böyle çalışmış.
Nedenleri sonuçlara taşıyıp durarak.
Hatıralarını hayallerine bağlamaya çalışarak.
“Şimdi tutmuş, ‘çocuk gibi şimdiyi yaşasak keşke’ diye kitaplar yazıyorsunuz, olacak iş mi” demiş. Belki haklı. Olmayacak duaya amin diyoruz belki.
Kitabın ismi “Daily Rituals: Women at Work” (Çalışan kadınların günlük ritüelleri)
Yazarı Mason Currey, Coco Chanel’den Virginia Woolf’a, Martha Graham’dan Frida Kahlo’ya kadın sanatçıların günlük çalışma ritüellerini araştırmış.
Kendimi yüzyıllardır akan kadın sanatçılar nehrinde yıkanır buldum.
Her damlasını bildiğim, her denileni anladığım, her tuzunu tattığım, oh.
İçime serin sular serpilmedi desem yalan olur. Çoğu zaman neyi nereye yerleştireceğimi bilemeyip, kendime rutinler uydurmak zorunda kalmak bana zor gelmişti.
Bir patron, iş arkadaşları, ortak bir masa aradığım çok oldu.
Bu bazen övmek, bazen de yermek için oluyor.
Seni rafın en tepesine koymak ya da buruşturup atmak istiyorlar.
İkisinin de mertebe açısından bir farkı yok gözümde.
Raf ve çöp. Uydurulmuş yükseltiler.
Tek boyutlu bakış açıları.
Hayatta bir şeyler yapıp, omzuna rütbeler asmış herkes çok iyi bilir ki, en sevilen şey cart diye onu koparıp geri alıvermektir.
Sürekli ‘yapılacaklar’ listesi yazan biri olduğum için.
Yaptıklarımın üstünü çiziyorum diye.
Ne yani, üstünü çizmek için mi bu kadar uğraştım?
Sonra yeni şeyler.
Güzel olan hep yeni olanmış gibi.
Olup bitenleri, bazen bir sineği savar gibi elimle uzaklaştırarak, olacakları düşleyerek geçen günler.
Bekleyiş hayatı o. Ve işin acayibi, inmek istediğin durak hep bir sonraki oluyor.
Her gün kolayca cevap veremiyorum. Bazı günlerse Sümeyye Balcı gibi müthiş biri çıkageliyor.
Sümeyye’nin doğuştan kolları yok ve hem engellilerde hem de normallerde dünya şampiyonu milli yüzücümüz.
Hemen insanın aklına ‘nasıl oluyor’ sorusu geliyor.
Açın dinleyin TED konuşmasında, anlatmış hikayesini.
Nasıl evde destek gördüğünü, okulda nasıl ayrık otu gibi dışlandığını.
Karanlıkta uyanıp, daha iyi yüzmek için, kendini attığı buz gibi havuz sularını...
Kitapları okurken notlar alma alışkanlığım üniversitede başladı.
Hani insanlar çeşit çeşit öğrenirmiş ya, ben yazarak öğreniyorum.
Ve bu kağıt kalemle olmalı.
Yazdıklarım, defter defter kaybolup gidiyorlar ama olsun, yazdığım an sanki onları bir ütüyle sabitliyorum içimdeki kumaşa.
Çıkmıyor kolay kolay.
Bu hafta deftere aldığım nota geleyim o zaman.
Biz ‘her çocuk bir evren’ yuvasını kurarken, Rudolf Steiner’ın waldorf felsefesinden ilham almıştık.