Buraya kadarmış birlikte yolumuz.
Artık yaptıklarıyla, olduğum yer kesişmiyor. Elbet, benim için de bunu diyenler ve diyecek olanlar vardır, o başka yazının konusu.
Peki neden böyle oldu anlatacağım.
Madonna benim ışığı aldığım deliklerden biriydi.
Düşünün ki hepimiz karanlık bir ormandayız ya da karanlık bir kutuda, fakat bazı şeyler ışık kaynağı oluyor insana.
Yolunu, etrafı, dünyayı, kendini görünür kılıyor bir nevi.
Çocuğu olmuşum Suavi’yle Berin’in.
Doğmuşum bir sonbahar günü Ankara’da.
İsmimi Nil koymuşlar.
Tesadüfen, tamamen tesadüfen.
Çocuğu olmayıvermişim Aneni ve Banga’nın, doğmamışım bir yaz akşamı Harare’de.
Bu yüzden ismim Shona değil.
Peki her şey bu kadar tesadüfken, insanlığı bir yana bırakıp bu kadar kimlik bağımlısı olmamız niye?
Niye milletler, renkler, diller, dinler, cinsiyetler bizi küme küme ayırıyor?
İnsanın kimin çocuğu olarak dünyaya geldiği mühimdir. Tesadüfidir diyen var, değildir diyen var, o beni aşar. Ben şanslıymışım, orası kesin.
Annem babama rastladığında, babamın beline kadar saçları, sırtında gitarı varmış. Anladınız nasıl birisi olduğunu. Annemi şarkılarla tavlamış.
Gitarlı gecelerin sonunda, adettenmiş, bazen çaldığı gitarı kırdığı olurmuş. Doğup da, Ankara’da bir apartmanın terasına çıkarılırken ben, bunların hiçbirini bilmiyordum.
Yakışıklı, gitar çalıp şahsına münhasır besteler yapan bu adam, beni ilk yıllarımda bu şarkılarla uyuttu hep.
Yani ben “Geri Dönün İyi İnsanlar”la, “Müzikomani”yle, “Hayat Bir Ahtapot”la büyüdüm. İçindeki esprileri, kafiyeleri kırınca derin felsefeler çıkan bu şarkılar, benim geleceğimde tekrar edeceğim kariyerime ışık oldu.
İnsanın, babası tarafından ruhuna konulan lokmalar da mühimdir bak.
Annen savrulurken, babandan yaşlı bir ağaç gibi dik ve sağlam durmasını beklersin. Arkadaşların seni ağlattığında, gövdesine sarılır, gölgesine kaçarsın.
“Bulamazsın evi” dediler ama akşam güneş hükmünü sona erdirince, başladık tırmanmaya. Elimizde evin yerini gösteren bir harita.
Ama fotoğrafta evi gösteren parmağımı öyle bir yere koymuşum ki, en önemli ipuçlarını kapatmışım.
“İşte bu ev!” dedim kaç kere, kendisi beyaz, kapısı mavi, el şeklinde tokmağı olan evlere... Değildiler.
Ne yazık ki hepsi birbirine benziyordu.
Sonra elimdeki evin ve sokağının resimlerine bakınca “ı-ıh” diyordum, “bu da değil”.
Derken, karanlık sokaklarda terli terli yürüyen turist bir çift gördük.
Almanlarmış. Yok onlar Cohen’in evini aramıyorlarmış ama nerede olduğunu biliyorlarmış, tarif ederlermiş ama bizimle oraya kadar tırmanamazlarmış.
“Yok yok” dedik, “siz tarif edin, biz buluruz”. Oradan hızla geçen bir Yunan kadın kulak misafiri olup, “Aman evin yeri karışık,
Bizim konsere, üç dört saatimiz daha vardı.
Kıbrıs’ta ne yapılır bilmiyorduk.
Kıbrıs deyince aklıma sırasıyla şu kelimeler geliyordu: Sıcak, kumar, hellim peyniri.
Bunlarla yapacak bir şeyim yoktu.
Kimseyi tanımıyordum bu adada yaşayan.
Sonra, hani olur ya biri bir yeri işaret eder, “oraya gidin” der. Ben böyle şeyleri ciddiye alıyorum çok.
O insan boşuna hayatının o noktasında, bir otel lobisinde belirip de, şuraya gidin demiyor.
Her tuzağına, her çukuruna düşerek hem de. Her oyununa gelerek.
İlk başta sadece oğlumun gözünden okuyacağımı sandığım o kadim bilgiler, başka bir sürü sesle karıştı.
Karışıyor da her gün.
Çamaşır sepetinden kendi çoraplarımı ayıklar gibi, bana has düşünceleri ayıklamayı öğrendim.
Hım, bakayım, evet bu kırmızı çorap benim, bu değil der gibi.
Bazıları bana uyacak, bazılarını giysem büyük ya da dar gelecek, kıyafetlerimle bütünleşmeyecek.
O benim hiçbir yere dayamadan dik tutabildiğim tek halim.
Kahraman halim. Şarkıları yazar.
Rüyalarımda bana tane tane bir şeyler anlatır. Dara düştüğümde ilk o koşar yardımıma. Korkusuzdur o. Hesapsızdır.
Uzun upuzun saçları vardır. Elleri kocamandır, sıkı tutar tuttuğunu.
Onunla buluşmam ortaokul lise. O zamanlar o da ergendi. Çocuktu hatta.
Taşıdığı hayaller kendisinin yüz katıydı. Hatırlıyorum o halini de.
Hayalinin gerçekleşeceğine emin insanların telaşlı bekleyişi içindeydi.
İstediklerimle buluşuveriyorum hemen. Gidip kahve içiyoruz. Oturup sohbet ediyoruz.
Kitapçıya yürüyorum mesela.
Ali’nin dükkana yürüyorum.
Zırt pırt kuaföre gidenlerden değilim ama gidecek olsam, oraya da yürürüm.
Sonra, her yer yakın.
En kötü arabayla pıt diye gelebilirim yanınıza şehirdeyseniz.
Vapura biner karşıya geçerim.
‘Oh burası farklı ya, İstanbul gibi değil, burada yaşamalı’ der Avrupa’ma dönerim.