Bizim aşkımız cep telefonundan bile eskiydi.
Biz bilirdik kağıt kalemle aşkı anlatmayı. Hem de hiç gülücük koymadan.
Bu gelenek bozulmasın diye, üzüldüğümde bile iki nokta üst üste ve aç parantezden mutsuz surat yapmadım ona.
Emoji’ler elimin altında her duygunun logosu gibi dururken, birini bile seçip cümlelerin arasına serpiştirmedim.
Başkalarına kullandım ama ne yalan söyleyeyim.
Bol kalpli ve dua eden elli mesajlara mesela, ben daha fazlasıyla cevap veriyordum çoğu zaman.
Emoji’ler fazla değildiler ama çok çok koydun mu, birine çiçek göndermiş gibi olurdun.
Sonra belli emoji’leri kullanmamak ya da farklı rengini kullanmak moda oldu.
Bir arkadaşım, “Dünyadaki en kötü yazılım, Türk erkeğinin yazılımı” demişti.
Annelerinin kral, babalarının paspas yaptığı çocukluklar bunlar.
Kadınlarla konuşmayı, anlaşmayı, anlatmayı bilmiyorlar.
Bir kadın tarafından terk edilmeyi, vazgeçilen olmayı, istenmeyen olmayı bilmiyorlar.
Bir kadının korkularını, damgalarını, endişelerini hiç hissetmiyorlar.
Annelik hakkında fikirleri bile yok.
Tek anne biliyorlar, o da kendilerini tahta çıkaran anneleri.
Bu hiç geçmiyor bence. Sürekli ihtiyacımız olmayan yeni şeyler almamızı başka nasıl açıklarız? Bolluk istiyoruz. Yarın bir gün kimsenin bir şeyi kalmazsa, bizde depo dolu olsun. Ben de toplamışım. Her şeyden toplamışım. İyisiyle kötüsüyle. Para kazandıkça, gerekli gereksiz almışım. Bir etek daha, bir kitap daha, bir çay daha almışım. Doymamışım. Daha’lamışım yani. Ohalamışım. Şimdiyse bu halimi yuhalıyorum. İhtiyacım olmayan çokluğum, yosunlu bir deniz gibi ayaklarıma dolanıyor. Utanıyorum da biraz. Yenisini almak için bitmesini bekleyebilirdim çoğu şeyin. Zombiler gibi birikmezdi yarı tüketilmiş, azıcık kullanılmış şeyler. Evet işte bu yüzden verdim, o büyük elden geçirme kararını.
Bütün eşyalarınızın yerini biliyor musunuz? Peki her şeyin üzerindeki deseni? Rengini? Dikkatle baktınız mı teker teker? Elleyip kokladınız mı birer birer? Bence hiç. Artık başkalarını sizden çok sevindirecek kaç eşyanız var? Bence çok. Earl Nightingale’in çok güzel bir lafı var: ‘Hiçbir mumun alevi, başka bir mumu tutuşturmakla azalmaz.’ Hayattaki asıl zenginlik, alevini götürüp de tutuşturduğun başka fitillerdir. Azalırken çoğaltmaktan daha güzel ne olabilir?
Hiç giymediğim paltoya sordum küsmüş mü? Küsmemiş ama onu o askıda bıraksaymışım da giyecek biri alsaymış, kışın karı görseymiş tercih edermiş tabii. ‘Dolapta muhabbet bir yerde bitiyor’ dedi. Herkesin anlatacak bir sürü anısı oluyormuş. Bir tişört lekesini taşıdığı lokantanın lezzetinden, bir etek içine saklanabilen çocuk sayısından, bir eldiven tuttuğu elin sıcacık sevgisinden bahsederken bizim paltonun hiç hikayesi olmamış tabii. Ben onun neye benzediğini bile unutmuşum. Kalem koyma yeri varmış. Ayna koyma yeri varmış. Aslında ne kadar kendine has, ne kadar biricikmiş de kıymetini bilmemişim. Sadece benim olsun diye almışım. Bende dursun diye. Beraber hiçbir anımız yok. Halbuki kahverengi deri sandaletimle ben, her yaz kavuşuyoruz birbirimize. Ayağıma geçer geçmez heyecanlanıyor nereye gidiyoruz diye. Eşyaları kullanmanın hikayesi, anısı da başka yani.
Neyse ki palto kendine yeni bir ev buldu. Hem de kışları soğuk geçen bir memlekette. Sevindim ben de, çok mahcuptum ona karşı. Neyse ki, durmaktan eskimeden yeni hayatına başlayabildi.
Hiç duydunuz mu, yaşanmayan evlerin badanalarının döküldüğünü? Ben gördüm. İnsansızlık, yaşanmamışlık her şeyi bozuyor eşyayı bile. Cansızları bile.
Azalmanın başka güzel bir yanı da, her şeyinin büyüyerek gözüne görünür hale gelmesi. Sanki küçük minik bir sürü şeyin varken, büyük kocaman birkaç şeyin oluyor. Kavuşuyorsunuz nihayet! Neydi o hengame yahu diyorsunuz. Muhabbet başlıyor her şeyle.
Azalmak aslında çoğaltıyor. Daha fazla şey yapabilir hale geliyorsun tuhaf bir biçimde. Belki her şey görünür hale geldiğinden. Belki sadelik daha fazla fikir doğurabildiğinden. O çokluğun çöplüğü, senin ihtimallerini azaltıyormuş meğer. Hani size de olmaz mı, çok seçenekle elde var sıfır kalakalmak? Seçenek tamamen bir kirlilik ve özgürlük bile değil. Tam tersi, daha az seçenekle daha çok özgürsün. Seçenekler çoğalıp seni ezmiyorlar çünkü.
Çocuğun sesi bayram.
İstersen koşabilmek, yürüyebilmek, dans edebilmek bayramdır.
Güzel bir kitap bulmuş olmak.
Güzel bir şarkı duymuş olmak.
Sevdiğine sarılmak bayramdır, sesini duymak bayram.
Sadece tek bir hayalini gerçekleştirebilmiş olmak bayramdır.
Yeni bir hayalin olması daha da bayram.
Azıcık parası var denir.
Azıcık bana da versene denir. Az kaldı denir.
İki lokma bir kelimedir işte az. Hap gibi yutarsın.
Midende bile yer tutamaz. Az sevilmez o yüzden, ‘çok’ istenir.
Çok makbuldür. Çok dilenir. Çok param olsun, çok arkadaşım, çok kıyafetim. Çok çok çok.
Hayatı, her gün bir yerlere gide gele ‘az’dan ‘çok’a götürmeye alışan karıncalar gibi, çekiştirir dururuz.
O yanardağlar patlayıp da kızgın lavları etrafı kavurduktan sonra, soğuyup yumruk yumruk taş olmuş.
Adanın her yeri bu taş.
Bir de bu adayı dünyanın en tepesine koyun, buzulları da olsun.
Eriyen buzulları, koca şelaleler olup dökülsün dağlardan.
Güneşle ilişkisi bizimkisi gibi “gece git gündüz gel” üzerine kurulu olmasın. “Yazları gitme, kışları gelme” üzerine kurulu olsun. Mesela temmuzda o adadaysan, güneş hiç tam olarak batmasın. Batsa da ışığı hep gökte olsun.
Kocaman okyanusu olsun buranın.
Uzun siyah yanardağ kumundan sahilleri olsun. Bu ada milyonlarca yıl ne demekmiş bilsin.
Sevebilmeyi nasıl öğretiriz, severek.
Doğruyu söylemeyi, doğruları söyleyerek.
Teşekkür etmeyi, teşekkür ederek.
Özür dilemeyi, özür dileyerek.
Kitap okumayı, kitap okuyarak.
Spor yapmayı, spor yaparak.
Yemek yapmayı, yemek yaparak.
İnsanlar sosyal medyanın vakitlerinden ve kendilerine güvenlerinden nasıl çaldığını anladığında, bırakacak bu işi.
Zaten hayatı yaşamaya değer kılan iki şey var...
Kendini sevmek (modern adıyla öz şefkat) ve vakit.
İkisini de torbasına atıp kaçıyor bu.
Vaktimiz azalmış ve başkalarının hayatına özenir şekilde kalakalıyoruz bu cep telefonu denen ‘siyah ayna’nın karşısında.
Bu siyah aynaya bakıp her gün, “ayna ayna söyle bana, benden daha güzeli var mı şu dünyada” diye soruyoruz.
Ayna diyor ki, ‘Sultanım siz çok güzelsiniz de sizden güzel şu var”, “Sultanım siz geziyorsunuz tabi ama sizden güzel gezen bu var”, “Sultanım siz popülersiniz popüler olmasına ama sizden de popüler o var...”
Bu aynayla böyle konuşa konuşa geçiyor gün. Günün masalı bu oluyor.