Paylaş
“Bulamazsın evi” dediler ama akşam güneş hükmünü sona erdirince, başladık tırmanmaya. Elimizde evin yerini gösteren bir harita.
Ama fotoğrafta evi gösteren parmağımı öyle bir yere koymuşum ki, en önemli ipuçlarını kapatmışım.
“İşte bu ev!” dedim kaç kere, kendisi beyaz, kapısı mavi, el şeklinde tokmağı olan evlere... Değildiler.
Ne yazık ki hepsi birbirine benziyordu.
Sonra elimdeki evin ve sokağının resimlerine bakınca “ı-ıh” diyordum, “bu da değil”.
Derken, karanlık sokaklarda terli terli yürüyen turist bir çift gördük.
Almanlarmış. Yok onlar Cohen’in evini aramıyorlarmış ama nerede olduğunu biliyorlarmış, tarif ederlermiş ama bizimle oraya kadar tırmanamazlarmış.
“Yok yok” dedik, “siz tarif edin, biz buluruz”. Oradan hızla geçen bir Yunan kadın kulak misafiri olup, “Aman evin yeri karışık, üstelik normal bir ev” dedi.
Evet tabii normaldir, bir ev ne kadar anormal olabilir?
Ama ben gitmek ve o kapıda beş dakika gözüm kapalı oturmak istiyorum işte, hepsi bu. İstediğimiz her şeyin sebebini bilmiyoruz öyle değil mi?
Neyse, yol tarifinde kritik olan ‘four corners’ (dört köşe) yazan marketmiş. Onu bulursan kapısını karşına alıp sağa... Sonra artık biraz el yordamı, biraz sağ sol, biraz dikkat bulduk evi.
Elimizdeki resimlerine baktık, oydu. Kapısındaki el tokmağına biri taze lavanta asmıştı yeni. Evet bu ev.
Kapısında taze çiçek.
Zamana inanmıyorum.
Saatlere de inanmıyorum. Geçmiş, gelecek, şimdi ve bir saatin altmış dakika olması...
Sadece hayatı hikayelendirmeye ve organize etmeye yarıyor. Yaşarken zaman öyle değil.
Oturdum kapıya, Cohen de oturdu.
Arkadaşlarıyla Kamini’de içmekten gelmiş.
Hayatın ona gerçekleri söylemesi için gelmiş buraya.
Söylüyormuş da, dinliyormuş da. Duyduklarını yazıyormuş da.
Yukarıda müzik odası varmış.
Bir yatak, bir masa, bir gitar. Terasa da bir masa ve daktilo koymuş. Yazıyormuş işte.
Sonra bir gün, uzun zaman sonra bir gelmiş, elektrik teli geçirmişler tam penceresinden. “Buraya da geldiler, medeniyetlerini buraya da taşıdılar” demiş içinden.
Kuşlar bütün bunlardan habersiz konmuşlar tellere.
O da, “Birds on Wire” (Teldeki Kuşlar) şarkısını yazmış.
Aşksız ada olur mu?
Marienne’ı anlattı biraz. Kadınların kalbini, darmadağın etmeden kırmayı bilen erkeklerden olduğunu söyledim ona.
Marienne... O güzel Norveçli sarışın ve küçük oğlu...
Belki de sırf onlara rastlamak için geldi buraya kim bilir...
Belki de sırf “So Long Marienne” şarkısını duymak için geldi buraya.
Karanlıkta biraz oturdum, biraz el tokmağına dokundum.
Leonard bu dünyadan gitmişti ama yanımdaydı o sıra. Işığı da yanıyordu evin.
İçeride aileden birileri vardı bence.
Şöyle bir saksıya basıp, içeriye bakayım dedim ama içeriyi zaten biliyordum şarkılarından.
Utandım, sarıldım ve orada bıraktım onu.
Zamana inanmıyorum ya ben, Leonard elinde gitarı şarkı söylüyor ve Marienne’e rastlıyor mütemadiyen.
Paylaş