Paylaş
Bizim konsere, üç dört saatimiz daha vardı.
Kıbrıs’ta ne yapılır bilmiyorduk.
Kıbrıs deyince aklıma sırasıyla şu kelimeler geliyordu: Sıcak, kumar, hellim peyniri.
Bunlarla yapacak bir şeyim yoktu.
Kimseyi tanımıyordum bu adada yaşayan.
Sonra, hani olur ya biri bir yeri işaret eder, “oraya gidin” der. Ben böyle şeyleri ciddiye alıyorum çok.
O insan boşuna hayatının o noktasında, bir otel lobisinde belirip de, şuraya gidin demiyor.
Bir anlamı oluyor, yaşayacağın bir buluşma oluyor orada.
Ben öyle şeylere geç kalmayı hiç sevmem.
“Büyük Han’a gidin” dedi bize. Sonra “Ama kapanacak yarım saate” dediler.
Gitmeye değmez sonucu çıkıyordu neredeyse.
Ben hiç gitmez olur muyum böyle davete, gittik.
Kıbrıs’ta serap gibi bir yer Büyük Han.
Daha kapısından girerken, içinin cıvıltısı duyuldu.
Güneş içeri başka renk vuruyordu. Sanki batmadan önce, buraya bir gölgede dinlenmeye gelmişti. Dükkanlar vardı dizi dizi.
Sonra ortada bir restoran. Restoranda, hayatından her şeye rağmen memnun insanlar, kalabalık kalabalık yemek yiyorlardı.
Duvara dayanmış iki bisiklet gördüm. İki sevgilinin.
Üst katın avluya bakan dükkanlarında, yazın gelişinin pazar yeri kurulmuştu sanki.
Uçuşan yaz elbiseleri, mıknatıslar, incik boncuklar, keçeden bezden çantalar, hasır şapkalar...
Derken bir flüt sesi duyuldu, dükkandan küçük bir oğlan çıktı ve o an hayatımda hiç unutmayacağım bir film karesi oldu.
Bir hanın, avluya bakan üst koridoru. Duvarlar sarı, güneş turuncu. Rüzgar esiyor inceden.
Ve flüt çalan o oğlan çocuğu çıkıyor dükkandan.
Sonra gözden kayboluyor ama kulaktan kaybolmuyor.
Duvarda dünya haritası var ama hiç böylesini görmedim. Tahıllar var.
Dünyaya tohumları yapıştırmışlar, nerede ne yetişiyorsa. Sınırlar olacaksa, böyle tohumdan olsa ya!
Sonra, duvarda “aziz” yazılı bir tahta levha gördüm.
Bir de küçük aynası var.
Aynaya bakınca, oğlum Aziz Arif’e bakar gibi oldum sonsuzluktan.
Kendime dantel el işlemesi bir yaka buldum aldım. Oradan elim boş dönemezdim.
Bana hatırlatacak bir şey bulmam lazımdı. Buldum bir iki şey daha. Ama asıl aşağı inince, çocukluğumu buldum. A, Zeynep abla!
Kıbrıs’ta, mimarlık profesörüymüş.
Benim için, çocukken bize geldiğinde neşesiyle mobilyaları havalandıran, çantasını karıştırıp rujunu almama izin veren, annemin arkadaşı o canım Zeynep.
İnsanın çocukluğu genelde suratsız, yasakçı, çocuk sevmez ya da çocuk sever gibi yapan insanlarla dolu olur.
Zeynep öyle değildi işte. Başkaydı o.
Kıbrıs’ta mimarlık dersi verdiğini bilseydim, öğrencisi olmak isterdim.
Hiç değişmediğini boynundaki kocaman mavi kolyeden anladım.
Ben şimdi artık konser vermeye gelen bir şarkıcı da olsam, o artık burada ders veren bir profesör de olsa, ben Nil’im o da Zeynep abla.
Hayat çoktan dağıtılmış rolleri değiştiremez.
Ona, bizim eve gelmiş gibi sarıldım. O da bana, hâlâ haylazmışım gibi.
“Ruj var mı çantada” dedim.
Ardından “Ama yoktur ruj sürmüyorsun ki” dedim. “O zaman da sürmezdim ki” dedi.
O büyük hanın güzel avlusuna, çocukluğum doldu birden.
Yan yana oturup çiğ börek yedik. Upuzun saçları vardı, şimdi kısa.
İki tane de öğrencisi vardı yanında. Evlenmek üzerelermiş.
Belli ki, öğrencileriyle dost da olan, harika bir öğretmen. Kızı da vardı. Heykeltıraşmış kızı.
Kıbrıs sıcağı iyi gelmiş onlara. Kalplerini tuttum sıcacıktı.
O akşamüstü Kıbrıs’ta, unutulmaz anlar yaşadım.
İnsan unutulmaz anları, uzakta değil dizinin dibinde arasın.
Fotoğrafları görenler yazmış, “Meksika’da mısın” diye.
Vallahi ben Meksika’da değilim ama Meksika burada olabilir bilmiyorum.
O sırada herkes oradaydı çünkü. Ankara da, annem de, güneş de, Zeynep de.
Paylaş