Biz canım oğullarımızı ne kadar sevsek de, onlara sevgimizi ölümle anlatmak zorunda değiliz.
Paşam, aslanım, koçum...
Böyle büyüteçlerle büyütünce, hayatta kendilerini aciz hissettikleri ilk anda devleşmeye çalışıyorlar.
Yakıp yıkıyor, mahvediyor, canavarlaşıyor, empati yoksunu duygularından kopuk insanlar oluyorlar.
Kabloları hâlâ annelerinin kurban olurum cümlesine bağlı, sürekli kısa devre yapan makinelere dönüşüyorlar.
Neyin onları sürekli alaşağı ettiğini bilmeden, sağa sola yumruk savurarak yaşamaya çalışıyorlar.
Biz anneler, dilimizi, yaklaşımımızı değiştirip gerçek, hisli, güvenli, kendini tam hisseden erkekler yetiştirebiliriz.
Ve ne yazık ki, bugün hâlâ, “kadına şiddetin cezası çok ağır olmalı” diye çığlık atıyoruz.
Bir kız çocuğunu, bir kadını korumak, kollamak, yanında olmak bu kadar zor olmamalı.
İşte 6 seneki önceki o yazım:
Bu topraklarda kanayan bir yara var.
Kız çocuklarının yarası bu.
Onların bedenlerinden yerlere akan kan, onların gözlerinden düşen damlalarla karışıp toprağa bir koku bırakıyor.
Biz şehirliler bu kokuyu bazen çok keskin olarak alıyoruz.
Sert bir rüzgar onu, burnumuzun direklerine çarpıyor ve yüreğimiz burkuluyor.
Nasıl oldu biz de anlamadık / birden evlerimize kapandık / dünyayı bir virüs mü ne sarmış / öldürürmüş hiç şakası yokmuş.
özlüyorum arkadaşlarımı / annemi babamı özlüyorum / sokaktan geçen yabancılara / omuzumla çarpmayı özlüyorum.
nereye kadar bu karantina / sen biliyor musun Valentina? / çiçekler açıyorlar dışarda / baharın da hiç haberi yokmuş
geçecek bu günler de geçecek / her şey gibi anısı kalacak / herkesin bir yanı güçlenecek / herkesin bir yanı solacak...
Özlüyorum...
Nasıl oldu anlamadan, özleyerek, İtalyan Valentina’yla aynı şeyleri yaşayarak tam bir sene geçmiş.
Şimdi yine habersiz, bahçemde açtı erik ağacı ve ötüyor kuşları.
Sanki hayatın altyazısı varmış gibi, her şeyi onunla okuyoruz.
Bu sesi ciddiye almamız ve onu evcilleştirmenin yollarını bulmamız gerek.
Başıboş bıraktığımızda bize geçmiş pişmanlıkları, gelecek korkularını pişirip pişirip sunarak, kabak tadı verebilir.
Ağzımızda kabak tadı varken de her yer kabağa döner.
Dünyanın en uzun plajına bile gitsek, en yeşil ormana bile dalsak, o tattan kaçış olmaz.
O zaman ne yapalım diyorduk.
Geçen iki yazıda, hem okuduğum hem de kendimde uyguladığım birkaç yol yazmıştım.
Şimdi devam. Bugünkü yöntemimiz: Duvardaki sinek bakış açısı.
Yollardan biri, hayalimizde 10 sene sonraya ışınlanmak ve oradan şu anki sefil halimize bakmaktı.
Mesela pandemiden örnek verelim. (Yok koza demeyeceğim:)
Bugün yaşadığımız bu zor zamanlar, ileride hayretle anacağımız ve anlatacağımız uzak bir tatsızlık olacak.
10 sene sonra, bir arkadaşımızın bahçesinde yağmur başlayacak ve biz ıslanmamak için içeri yürürken diyeceğiz ki; “Hatırlıyor musun korona zamanını? Ne zordu, maskeler, mesafeler ve dezenfektanlarla yaşamak. Birbirimizden uzak, çocuklar online...”
İçimizdeki dırdırın başımızın etini yememesi için bir başka yöntem de, ‘kendimize sen demek’miş.
Ya da kendimize adımızla hitap etmek.
İçimizdeki ben öznesini, ‘sen’le değiştirdiğimizde, kendimize bir nevi arkadaşlık ediyor oluyoruz.
Dertsiz baş yok. Dertlere yaklaşan yollar var.
Bunu düşünürken aklıma gelmişti bu hendek meselesi.
Hani Orta Çağ şatolarında, prensesi koruyan ejderhalar olur.
Onlar şatonun kapısının önündeki hendekte bekler.
Bu görüntü vardı kafamda. İnsan derdiyle arasına, anakaradan kopmuş giden buz kütlesi gibi bir mesafe koyabilir mi diye bakıyordum.
Bazen başarıyordum, bazen derdin buzu yapışıyordu kımıldamıyordu.
Bu hafta “Chatter” (Gevezelik) diye bir kitap okudum. Ethan Kross yazmış.
Kafamızdan dakikada geçen dört bin kelimeye bakmış önce.
Korkuların, kayıpların, endişelerin üzerine sünger çekmek ister gibi yağdı.
Çocuk gibi sevinemiyorduk kaç zamandır, ondan yağdı belki.
Griyi bembeyaz yaptı.
Hayatını kaybederken, nice insana hayat hediye eden Fethi Bey’in üzerine yağdı kar.
Bir meleğin üstünü örter gibi...
İyi insanlar çıktı bu defa sokağa. Şakalaşmayı hatırladık.
Üzerime yağsın biraz diye yürüyordum dün gece, bir kadın yolun kenarından “Affedersiniz eldivenimin teki orada, alabilir misiniz” dedi, alıp verdim.
Konuşurken bana dedi ki: “Evliliklerin en büyük imtihanı, her iki tarafın da sürekli değişiyor olması. Karşındaki yeni değişmiş insanı, yeniden eş olarak seçiyor musun? O senin değişmiş halinle bugün karşılaşsa, yine seni seçiyor mu? Bu farklı insanı, farklı halinle sevmeye devam ediyor musun?”
Düşündüm bunu uzun süre.
Her ilişkide geçerli bir imtihan.
Çocuklarımızdan arkadaşlarımıza, sevgilimizden okulumuza kadar.
Değişim gerçeğiyle her an baş başayız hayatta.
Halbuki ne çok isterdik bazı şeyler aynı kalsın.
Bir marka benden, değişimle ilgili bir şarkı isteyince aklıma yıllar önceki bu konuşma geldi.
Yaptığımız her şey hayatımızdan izler taşıyor.