Kalkamaya da bilirdim.
Yulaf yedim, ballı süt
Ve taptaze şeftali.
Yiyemeye de bilirdim.
Huş ağaçlarının olduğu
Tepeye yürüdüm köpeğimle.
Yürüyemeyebilirdim.
İnternetten canlı yayınla bağlandılar.
Önce Wolf Alice diye bir grup çıktı.
Kızın beyaz elbisesi, etrafındaki taşlar, sisler, sesindeki isyan ve yeni kararan gökyüzü çok güzel bir başlangıçtı.
(Beyaz bir elbiseyle rüzgarlara bağıra çağıra şarkı söylemeyi özledim.)
Oğlumla ilk defa bir festivale gitmiş gibiydik. Tek farkı, hepimiz, battaniyenin altında evimizdeki koltuğa uzanmıştık.
Sonra Michael Kiwanuka çıktı.
Onu bilmeyenler “Tatlı Küçük Yalancılar” dizisindeki ‘cold little heart’ şarkısından hatırlar belki.
Akustik gitarıyla söylediği şarkıları, sesini seviyordum ben onun.
İsmimi Nil koymuşlar.
Tesadüfen, tamamen tesadüfen, çocuğu olmamışım Aneni ve Banga’nın.
Doğmamışım bir yaz akşamı Harare’de.
Bu yüzden ismim Shona değil.
Peki, her şey bu kadar tesadüfken, insanlığı bir yana bırakıp bu kadar kimlik bağımlısı olmamız niye?
Niye milletler, renkler, diller, dinler, cinsiyetler bizi küme küme ayırıyor?
Sen gel buraya. Sen orada kal. Hey sen oradaki, burası senin yerin.
Dışarıdan görünen ‘biz’le, içeriden gördüğümüz biz çok farklı değil miyiz, siz söyleyin.
Kaç kişiysek o kadar olduk bir anda, üçse üç. Beşse beş. Bu kadar.
Dünyadan haberlerle içimiz kararıp da, her yerin kendi derdiyle kavrulduğunu gördüğümüzde biraz daha azaldık.
“O kadar da çok kişi değilmişiz” dedik.
“Bir dünya kadarmışız ve dip dibeymişiz meğer” dedik. Herkes oldu bir anda dünya. Sınırlar yok gibi oldu.
Herkes aynı dertten mustarip olunca, aile gibi olduk.
Yeni Zelanda’daki biri Hindistan’ı düşününce burnunun direği sızladı.
Eskiden çoktuk. Bir avuç oluverdik.
Herkes bıksa benden annem bana doymaz
Öper koklar beni büyütür kalbinde
Bir tek annem olsun bana bir şey olmaz
***
Her gün bakar bana kusurumu görmez
Günler gece olsa, o ışığı sönmez
Ellerim büyüdü avuçlarında
Bir tek annem olsun bana bir şey olmaz
Kendime bakmıyordum aslında genel anlamda.
Bir kamera düşünün, dünyayı çekiyor, tanışıyor öğreniyor zoom’luyor bazı şeyleri, ama hiç o cep telefonunun yaptığı gibi kamerayı kendine çevirmemiş. Selfie çekmemiş yani.
Öyleydim ben.
Bedenimle de aklımla da ayrı bir ilişkim yoktu.
Onlar bendi zaten, ben de onlardım.
Sonra anne olunca, sanki kendimin aksini gördüm suda.
Dediğim sözler geri dönüp kulağımdan içeri girmeye başladı.
Eskiden duymazdım dediğimi, derdim sadece.
Kalabalık sokaklarda kendi halinde yürümek.
İçinde keşif duygusuyla seyahat etmek.
Bir restoranda arkadaşlarınla yemek yemek.
Yan yana yoga yapmak.
Bir dükkana girip çıkmak.
Arabaya doluşup bir yere gitmek.
Bir konsere gitmek.
Köylülere yatacak yer ve yemekleri olup olmadığını sormuş.
Köylüler de “beyim biz fakiriz” deyip, Şakir’in çiftliğini göstermişler. Şakir bir sürü sığırları olan zengin bir adammış.
Dervişi misafir etmiş.
Derviş güzelce yemiş, içmiş, dinlenmiş.
Giderken de Şakir’e “Zenginliğinin kıymetini bil” demiş.
Şakir de, “Bu dünyada her şey geçici, hiç belli olmaz, bu da geçer” demiş.
Aradan bir zaman geçmiş ve dervişin yolu yine bu köye düşmüş.