Yüzü gençleştirici kremler varsa, ruhu da gençleştirici aktiviteler var.
Seni, katılaşıp kendine kabul ettirmediğin bir önceki bölümüne geri götüren şeyler.
Nil bunu yapmaz, sevmez, yorulur, onluk değil dediğin şeyler.
Hani herkes bize, sonra da biz kendimize şöylesin, böylesin demeden önceki ilk sayfaları hayatın.
Her şey mümkün, her şey denensin, her şey olur.
O zamanlar. Sonra biliyoruz ki, beyinde budama başlıyor ve senin o geniş ve çoklu yolların, gidip gidip geldiğin patikalara dönüyor.
Hatta ne patikası, otoyol.
İşte bu yüzden dilerim herkesin hayatında, onu kendinden dışarı basmaya davet eden biri olsun.
Cuma günü çıkan yeni şarkım “Diskotek”in sözleri bunlar.
Odamda gitarımla, dım tıs dım tıs diyerek kendi diskomu yaratmaya çalışırken, Ezgi Özkan’la beraber şarkı hiç tahmin etmediğim yerlere gitti.
Birisiyle el ele vermeyi bu yüzden seviyorum.
Sen onu bir yere çekiştiriyorsun, sonra o seni bir yere çekiştiriyor ve sonra hiçbirinizin tek başına gidemeyeceği bir yere varıyorsunuz.
Manzaraya hayran hayran bakarken de biliyorsunuz, birlikteliklerle varılan yerler bambaşka.
Bir artı birin üç etmesi bu.
Şarkı çıktıktan sonraysa, senin değil artık.
Eskiden bir terapistin sorduğu soru geldi aklıma: Cenazende, insanlar hakkında ne desinler istersin?
Tuhaf bir soruydu. Ölünce de mi bunu düşüneyim yani? Zaten yaşarken hep bu soru var havada.
Konu komşu ne düşünür?
Amcanlar ne düşünür?
Şu yan şezlongdaki aile ne düşünür?
Babam ne düşünür?
Sınıftakiler ne düşünür?
Benim içimde de var bir çocuk. Ben büyüdükçe küçüldü.
Sonra ben onunla sohbete başladım.
Dediklerini yapmaya başladım.
Arkadaş buldum ona.
İçinde capcanlı çocuklar taşıyan insanlara rastladım. Yanlarında hep uzun uzun kalmak istedim onların.
Maceraya vardır onlar. Kendileriyle ilgili şakaları kaldırırlar. Yetişkinlere saçma gelen şeyleri kolaylıkla kabul ederler.
Hele bir de sanatçılarsa, hemen anlarım onları.
Silvio Rodriguez gibi, “Dün mavi unicorn’umu kaybettim, bulana on binler, hatta milyonlar veririm” diye şarkı söyleyebilirler 74 yaşında.
Sayıyorum:
Doktor Güneş.
Her gün 15 dakika, kremsiz, Doktor Güneş’e görünmeliyiz. Yeterince D ve diğer faydalarından almadan, güler yüzünden de moral bulmadan gün geçmemeli.
Doktor Uyku.
Her gün iyi uyumalıyız. Mümkünse erken yatmalıyız. Uyku bizim onarım yerimiz. Ayrıca bizi otomatikman rüyalar alemine götüren büyülü yer.
Doktor Beslenme.
Ağzımıza attığımız her şeyin bedene ilaç ya da zehir olduğunu biliyoruz artık. Kendimize iyi bakmak, ağzımıza iyi şeyler atmaktan geçiyor. Hatta iyi hissetmek bile oradan geçiyor. Yediklerimiz hem sağlığımız hem de ruh halimiz oluyor bedende.
O kadar çok özledim ki o buluşmayı, herhalde ilkinde şarkı çalarken, sahnede durup biraz ağlayacağım.
Ondan sonra benim o sahneye çıkan Nil Karaibrahimgil versiyonumla buluşmam gerekecek.
O, bir ruhun bedene girmesi gibi gelip içime yerleşince, şakımaya başlayacağım.
Bütün bunlar ne zaman olur bilmiyorum. Henüz bir ses yok.
Mektubu yazdım ama muhakkak ona ulaşacağına eminim.
Benim tanımadığım dostlarım, kız kardeşlerim...
Biz sık buluşamazdık. Özlerdik çok birbirimizi.
Sonra bir anda beklenmedik bir yerde kavuşuverirdik.
Saklanmıştık ve beklemiştik. O kapıyı çalınca, savaştaki sevgilisinden mektup bekleyen eski zaman aşıkları gibi kapıya koştuk.
Sıcacık bir kucak gibi açtı kollarını. “Gel” dedi, “buz gibisin, dışarı çıkalım, bulutlara ve ağaçlara bakalım, denize girelim ve kumlara basalım, rüzgarın uçuracağı incecik şeyler giyelim... Gel, sudan çıkan ıslak bir köpeğin yaptığı gibi, silkeleyelim şu endişeli soğuğu üstümüzden.”
Yazın elini tutup, uslu bir çocuk gibi dediklerini yapınca, içimde bir ferahlama oldu gerçekten.
Avucumda sıkı sıkı tuttuğum ve artık avuç içimi yara yapan o keskin endişe taşlarını bıraktım elimden.
Yaz şarkıları hep, “ne olacaksa olsun” der.
Öyle bir his yayıldı içime, mürekkep gibi yavaş yavaş. Daha şarkıyı bile duymadan, dans etmeye başladım.
Belki de soyunmaktan, bilmiyorum ama güneşe de çıkınca ve bir de ıslanınca, beden artık iyice bırakıyor tutunduklarını.
Bizim asıl yuvamız, oradan dışarı çıkıp da ağacını, denizini, rüzgarını soluduğumuz, çatısında gök olan yer: Dünya.
Dünya insanoğlundan milyonlarca yıl önce vardı.
Denizlerini büyüttü, karaları kırıldı, kıta oldu. Buz kestiği oldu.
Dünya sadece güzel bir sular ve bitkiler gezegeni olmak istemedi.
Canlılar yakışırdı ona.
Deli bir canlılık başladı, önce suda sonra karada.
Şu an dünyada baobab ağacından flamingoya, mercanlardan tek boynuzlu balinalara kadar inanılmaz güzellikte bir canlılık var.
İnsanı da bu güzelliğin içine katmak isterdim ama insanın ona verdiği zararı, diğer türlerin hiçbiri vermedi.