Şu an evlerimizde misafir ettiğimiz ve bize ait olmadıklarını bir türlü kabul edemediğimiz çocuklarımız, şu an anavatanlarını yaşıyor.
Hayata aitler. Dünyadaki canlılığa aitler.
Sadece iki yüz bin yıldır bu gezegende yaşayan insanlığa aitler.
Yalnız bugün, çocukluk anavatanı tehdit eden şeyler var. Dünyanın havasındaki değişim. “Ne varmış canım, dünya bir ısınır bir soğur, bazı yıl sıcak geçiverir” dönemlerini geçtik.
Yangınla, sellerle, fırtınalarla boğuşuyoruz. Susuzluk kapıda. Dünya ısınıyor.
Devletlerin, şirketlerin, bizlerin havaya saldığımız karbondioksit gazı dünyayı boğuyor.
Öksürmeye tıksırmaya, ateşlenmeye, canlılığını yitirmeye başladı dünya.
Herkes şu andaki gibi davranmaya devam ederse de pek yakında, ne elma kalacak, ne de su.
İlk buluşma, zoom’da, 23 Eylül’deydi. İkincisi 30 Eylül, diğerleri de 7-14 Ekim’de olacak.
İlk buluşmanın sonunda, ben de yarım saat, bir anne olarak çocuğuma bu konuyu nasıl anlatabileceğimi ve neler yapabileceğimizi konuştum.
İnsanlık olarak dünyayı bozduk ve şimdi yine insanlık olarak düzelteceğiz.
Bunu çocuklarımız, büyüdüklerinde nefes alabilsinler, su bulabilsinler, bir şeyler yiyebilsinler diye yapacağız.
Durum ciddi ve ne yazık ki acil bir çözüm gerektiriyor.
‘Nasıl kuracağım ki kafamdaki düşüncelere istasyon?’ diye sorarsın. (İlla ki herkes bir ara bu soruyu sorar.)
Cevabına meditasyon derler, mindfullness derler, farkındalık derler, derin nefes al ver kuruluyor derler. Doğrudur da.
Şöyle bir dikkat verdiğinde trenlere, kendilerine gelirler. Mola veren olur.
‘Ben artık eskidim hurdaya gideyim’ diyen olur.
‘Yahu ben nereye gidiyorum, sürekli aynı dairede dönüp duruyorum’ diyen olur.
‘Ben biraz yoruldum bir istasyonda dumanlar çıkararak durmak ve hararetimi atmak istiyorum’ diyen olur.
Bu trenler sen bakmazken çuf çuflar ve seni oradan oraya götürür ama sen baktığında, hizaya girerler.
İstasyon kurmazsan, soluklanmadan düşünüp durman gerekir. Sonra kafan yanar.
Bir şeylerin peşinde. Paranın, ünün, bazen merakın. Bazen birisinin peşinde.
Bazen bir şeylerden kaçar adım, bazen bir şeye doğru koşar adım.
Yanımızda biri var elimizi tutan bazen. (Hayret adımları bizimle aynı.) Bazen de yalnızız. (Onun adımları aynı değil artık, ya da yönü değişti bilmiyorum.)
Yokuş bazen çok dik, bazen de kırlar, ovalar, vadiler.
İçime çekesim geliyor bütün yolu öyle zamanlarda. İşte ömür, aşağı yukarı böyle bir şey.
İçinde sinema salonu, kapalı havuz, 22 oda, 26 mürettebat ve kim bilir neler vardı.
Denize iskeleyle açılan salonlarını ve tepesinde helikopter sahasını görebiliyorduk.
Teknelerin ismini internete girdiğinizde bazen, kime ait olduklarını ve tekneyle ilgili teknik bilgileri alabiliyorsunuz.
Avustralyalı bir kumarhane sahibininmiş tekne.
Bir süre sonra tekneden, bizim olduğumuz sahile, kocaman bir bot geldi.
İçinden birkaç koruma, iki kız çocuğu, anneleri ve bakıcıları indi.
Biz de o sahile gidip piknik yapmayı, taşlar toplamayı ve kayalara tırmanmayı çok seviyoruz.
“Çocukların varsa, o tekneden de inip oynamak istiyorsun demek ki” diye düşündüm. İnsan insandır.
Ama asıl yapmamız gereken, düşünmeden önce düşünmek.
Ne demek peki, düşünmeden önce düşünmek?
Düşüneceğin şeye karar vermek, hepsinden ama hepsinden önemli.
Bütün gün, düşüncelerin bizi götürdüğü duygulara takılıp takılıp düşerek geçiyor zaman.
Rüyalarda bile günün oltasına takılanları ayıklayıp duruyoruz.
Peki ne düşündüğümüz üzerimize esen rüzgar gibi, gözümüze giren güneş gibi başımıza mı geliyor?
Yoksa biz mi başımıza üşüştürüyoruz onca şeyi?
Bir buçuk sene geçti ve şimdi bütün Akdeniz yanıyor, seller alıp götürüyor Karadeniz’i.
Bu küresel krizin etkilerini ve ilerleyişini yavaşlatmak için, hayatımızda neleri değiştireceğimize ve nelerin değişmesini talep edeceğimize karar vermenin vakti geldi de geçiyor.
Ağaçlarla çevrili bir yere taşınınca fark ettim ki, onları pek tanımıyorum.
Her sabah sincabın büyük bir aceleyle tırmandığı- gerçi o her şeyi büyük bir aceleyle yapıyor- ağaç meşe mi, kayın mı, diş budak mı?
Ağaçları anlatan bir çocuk kitabı aldım.
Her şeyi, felsefeyi bile, sanat tarihini bile çocuk kitaplarından öğreniyorum artık. Hem basit anlatıyorlar, hem eğlenceli, oyunlu.
Ağaçların sadece kendi türlerine yardım ettiklerini duyunca şaşırdım.
Ben ormanı kardeşcesine sanırdım, hani şu meşhur şiirde dediği gibi.
Kriz anında nasıl hayatımıza olduğu gibi devam edemiyorsak, şimdi de edemeyiz. Alarma geçmeliyiz. Yeniden güzel dünyamızda huzurla nefes alabilmek için, hepimizin hayatında değişiklikler yapması gerekiyor.
Bazı alışkanlıklarımızdan vazgeçerek, yeni alışkanlıklar edinerek, bu konuyu her gün gündemimizde tutarak, çocuklarımıza öğreterek ve asıl yuvamızın dünya olduğunu unutmayarak yeni bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.
Kıvılcım Kocabıyık’la, isim annesi de olduğum Yuvam Dünya Derneği’ni kurarken, en başta çocuklar için bir şey yapabilecek olmanın heyecanını taşıdık.
Ve mecburiyetini. Ve acilliğini.
Bütününü hiçbir zaman, ufkuna baktığımız zaman bile, hissedemediğimiz kocaman güzel mavi yuvamız dünya, bizi silkeleyip üzerinden atmak istiyor artık. Daha önce de bir kaç kez olduğu gibi, üzerinde yaşayan canlılar yok olabilir.
Bize nefes olan atmosferine virüsler koyarak, havanın ısınmasına ve artık bu sabah Bodrum’da sabah 7’de 39 derece olmasına kayıtsız kalarak yaşamaya devam edersek, yanar bu dünya.