Paylaş
İnternetten canlı yayınla bağlandılar.
Önce Wolf Alice diye bir grup çıktı.
Kızın beyaz elbisesi, etrafındaki taşlar, sisler, sesindeki isyan ve yeni kararan gökyüzü çok güzel bir başlangıçtı.
(Beyaz bir elbiseyle rüzgarlara bağıra çağıra şarkı söylemeyi özledim.)
Oğlumla ilk defa bir festivale gitmiş gibiydik. Tek farkı, hepimiz, battaniyenin altında evimizdeki koltuğa uzanmıştık.
Sonra Michael Kiwanuka çıktı.
Onu bilmeyenler “Tatlı Küçük Yalancılar” dizisindeki ‘cold little heart’ şarkısından hatırlar belki.
Akustik gitarıyla söylediği şarkıları, sesini seviyordum ben onun.
Şarkıların hepsini gözleri kapalı söyledi.
(Gözlerimi kapatıp sanki içime şarkı söylemeyi özledim.)
George Ezra çıktı ardından.
Şarkısı “Budapest”i hemen hatırladım ama onu tanımıyordum. Tek gitarla söyledi şarkılarını. Çok etkilendim.
Sesi sanki yaşlı bir adamın. Titreşimleri sanki uzun zamanın bilgisinin.
Sanki çok gelmiş gitmiş buraya.
Biraz Antony and the Johnsons’ın Antony’sine benzettim.
Onun da sesi çok uzaklardan geliyormuş gibi. Sanki sönmüş yıldızların bize yeni gelen ışıkları gibi.
O sesler de sanki kainatta vardı, zamanda yolculuktaydı, şimdi bize duyulur oldu.
Kae Tempest, uzun ağaçlı bir yolda yürürken şiir okudu sonra. Gençken kalbi parçalayan şarapnellerden bahsetti sanki.
Bana öyle geldi. Gözleri ve kısacık saçları da onu söyledi bana.
Sonra Idles diye bir punk rock grubu çıktı. Benlik değildi.
Belki hayatın bu kadar distortion’lı ve isyanlı sayfaları benim için geride kaldığından bilmiyorum.
Yine de anlamaya çalıştım.
Bir de “Annem günden 16 saat çalışır... 17 saat çalışır... 20 saat çalışır...” sözleri hoşuma gitti.
Gerçek insanı nasıl kıskıvrak yakalıyor her zaman.
PJ Harvey de yürüyerek şiir okudu. Kahramanlarımdan o. İçimde sesi dolanır durur.
Derken yine o kayalık yerde, benim kızlar çıktı, Haim.
Ben Haim’i seviyorum. Paul Thomas Anderson’un çektiği, boş bir amfi tiyatroda gündüz gündüz prova yaptıkları klip, nasıl o kadar etkileyici anlamıyorum.
Anlamadığım şeyler beni hep çekiyor. Belki sizi de...
(Konser öncesi sahnede güneş altında prova yapmayı özledim.)
Kızların dünyasını dinlemeyi özledim. Hep anlatsın kızlar.
Coldplay vardı onlardan sonra. Coldplay’i daha önce izlemiştim stadyumda.
Chris Martin güneşli bir gün gibi. Şarkıları kucak açan kollara benziyor. Hiçbir şey yapmasa, içini genişletir insanın.
İyiydiler ama deli gibi yağmur bastırdı.
Bir de o çayırlığa inmiş bir UFO gibilerdi. Işık nedir ben o an anladım.
İneklerin otladığı koca bir çayır, nasıl sadece ışıkla bu denli büyülü bir masal alemine dönüşür?
Nasıl yaptılar bilmiyorum ama sanki stadyum konseri gibi bir hava oldu.
Chris Martin, “ilk defa binlerce ineğe konser veriyorum” dedi.
Seyircisiz konser, yapraksız ağaca benzer bence de.
Siz hiç Jorja Smith’in sesini duydunuz mu?
Amy Winehouse’un sesini duyduğunuz andaki etkiyi yaratabilir.
O da pırıltılar içinde bir ağacın altında güzel sesiyle şakımaya başlayınca, susup gözlerimi kapatmak istedim.
Onun sesi de George Ezra’nınki gibi festivalde beni en çok etkileyen ses oldu.
(Sesimi duyurmayı özledim.)
Aziz Arif uyudu tabi dördüncü performansta filan.
Gerisini koltukta uyuyarak dinledi...
Bu sene hepimiz evimizdeydik, müzik ne büyülü şeymiş görsün istedim.
Evden festivale gidince bunları hatırladım yeniden.
Ilık, güzel bir banyo gibiydi Glastonbury.
Paylaş