9 Ağustos 2004
Çocuklar yarını gelmez bir geç zaman olarak görür. Yarın gidilecek oyuncakçıyı, yarın yanına gidilecek arkadaşları yok kabul ederler. Yarının <B>gelmeyen bir zaman olduğundan </B>adları kadar emindirler. Henüz zamanın iki tarafa doğru uzarmış gibi durduğu o oku, kimse onlara çizmemiştir. İşte bu yüzden yarın onlar için, tam olarak ne kadar zaman sonra olduğu belirsiz, anlamsız bir ‘şimdi değil’dir.
Oturup dünü düşünmezler. Bebekliklerini falan hatırlayıp gözlerini yaşla doldurmazlar. Ben eskiden şöyleydim, değiştim falan demezler. Dünün, üzerinden koşa koşa geçilen bir ölü toprak olduğunu bilirler. Onlar bugüncü, onlar şimdicidir.
Zamanla, sağ ve soldan iki yana doğru ilerleyen zaman çizgileri boy vermeye başlar. İlkokulda di’li geçmiş ve miş’li geçmiş zaman sandöviçleri dağıtılır. Yakın gelecek ve geniş zaman tipleri tanıştırılır! Başımıza gelmeyen cümlelerin kipini bulduğumuz dilbilgisi imtihanları, hayat boyu sürecek bir zaman imtihanına dönüşücektir. Bize kanaat notu bile vermeyen zaman, bu cümleleri çözümledikçe bizi sınıfta bırakacaktır:
Eski güzel günlerde şöyleydim. (di’li geçmiş zaman- aferin doğru)
Öyle yapmışım. (miş’li geçmiş zaman- aferin doğru)
Ben çok orijinalimdir. (geniş zaman- aferin doğru)
Gelecekte şunları şunları yapacağım. (gelecek zaman- aferin bu da doğru)
***
Hepsi pekiyi gibi duran bu tablo, hiç de iyi değildir. Bunlar kafa karıştırır. Pişmanlık, hasret, umut, beklenti, değişmezlik cümleleri kurdurtur. Bu cümleler de kurula kurula kudurtur. Hepsi pek kötüdür bunların!
Çocuklar her zaman olduğu gibi haklıdır. Siz siz olun, kollarınızı iki yana açmış gibi uzanan bir çizgi olduğuna inanmayın zamanın. (En başta da ben!) Şimdinin kolları şu ana sarılmıştır sadece.
Bakalım şimdi ne kadar zamana denk geliyor?
Şimdi! (pat diye söylersen) 1 saniye
Şimdi! (hızlıca yazarak) 2 saniye
Şimdi! (güzel yazıyla) 3 saniye
Şimdi! (heceleyerek) 4 saniye
Şimdi! (güzelce ve çocukça heceleyerek) 5 saniye!
Bilmem şimdi anlatabildim mi?...
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2004
Bu cümleyi ilk duyduğumda sizin ilk düşündüğünüzü düşündüm: O kadarcık mı! <br><br>Hemen ardından da sizin ikinci olarak düşündüğünüzü: Beni değil! Sonra zaman zaman, diyelim ki mecbur kaldığımda, beni neyin yönettiğini bulmak için sudan çıkmış balık gibi çırpınırken ben, kafamdaki müziğe kulak kabarttım. Duyduğum ses kemanlardı, gergin telleriyle hın hın çalan, evet evet duyduğum kesinlikle Jaws’ın yaklaşma müziğiydi.
Ah Spielberg, evrensel bilinçaltımızdaki ‘suyun derinleri tehlikeli, gitmeyin!’ emrini maketten bir köpekbalığıyla nasıl da kumanda etmişti. Hala bir derinden atlarken suya ben, hop diye ağzına düşer gibi oluyorum Jaws’ın.
Peki sabahın ilk ışıklarıyla rüyalarımızda bile çalmaya devam eden bu müzik, niye yerini bilindik bir ninniye bırakmaz?
Peki niye sımsıkı sarılmış yüzeriz o şişme Jaws’ımıza, hem de küçücük sığ bir havuzda?
Bence belli başlı korkular şunlardır: Sevdiklerini kaybetme korkusu, sevilmeme korkusu, başarısızlık korkusu, küçük düşme korkusu, yalnızlık korkusu.
Üff, resmen bir korku ordusu!
Bunlar vampirden beter, sarmısakla falan gitmez ve kalpleri yok ki kazık sokasın?! Kafamızdaki o kemanların üstüne arada bir giren o koroya ne demeli? Sözleri hep aynı olan o sıkıcı şarkı:
Aman yapma sevilmezsin
Aman yapma bak kaybedersin
Dur söyleme içinde dursun
Elbet zamanla unutursun
Küt küt küt küt küt küt...
İşin acı tarafı bu korkuların çoğunun yersiz olması. Bu yersiz korkuların her yerimizi kaplaması. Bu şarkı bitince çalan Mazhar Alanson şarkısı ne güzel halbuki:
Başarısız olduysan oldun
Yıkma kendini zaten yorgunsun...
Bakın şu anda yaptığım tamamen ‘okurum sana söylüyorum Nil sen anla’ durumu. Korka korka horon teper gibi durmayı sevmiyorum. Kendimce bir yöntem buldum, isteyen benimle uygulasın.
En çok korktuğum şeyleri yazıp, sürekli yanımda bulunduracağım. Ha, bir karar mı vermem gerekti, ha yine içimdeki evetler hayır gibi, hayırlar da evet gibi mi davranmaya başladı; açıp hemen o Jaws kağıdımı okumaya başlayacağım.
Gereken korku maddesini bulunca, ya hakikaten korkunçmuş diyip ona göre davranacağım (korkuların yönettiği bir insan olduğunu reddeden mi var!), ya da bunda korkacak ne var diyip Jaws’ımın burnuna bir tekme!
Aristo mu demişti: Üzerinde düşünülmeyen bir hayat, yaşanmaya değmez.
Değmez bence de. Korkmaktan korkmuyorum, illa korkacaksam gerçekten korkunç birşeyden korkayım bari. Gece sandalyenin üzerindeki kazağı, oturan cadı gölgesi sanmanın alemi yok. Aaaa, bakın ne çalıyor:
...Gel gidelim güneylere
yenilenip dinlenmeye
deliyim ben aslında
senin gibisini sevmekle, deli...
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2004
İşte yine çıktı o kitap karşıma evde. Bundan iki sene önce okuduğum, bazı sayfalarını büyütüp evimin duvarlarına astığım o kitap.
Arka kapağında Times’dan alınan ‘Bu yazarın kitapları milyonlarca insanın hayatını daha iyiye götürmüştür.’ cümlesiyle...
Sayfaların çoğu fosforlu kalemle işaretlenmiş, yetmemiş not düşülmüş, yetmemiş yıldızlar konulmuş (şimdi olsa yine yapardım aynılarını)... Ruhumun ceketinin iç cebindeki bu kitap, Paulo Coelho’nun: Işığın Savaşçısının El Kitabı.
Genellikle kılıç tınlamalarını sevmeyiz, güzel bir oda müziğini bin kere yeğleriz. Savaş deyince aklımıza ‘yok dur seviş’ gelir. Tarantino’nun kan spreylediği filmi, içimizdeki katı yağı Il Postino gibi eritemez.
Sakinlik hep salık verilen. ‘Yavrum koşma düşersin’ler, ‘başkasının oyuncağını alma’lar, ‘parmak kaldırmadan konuşma’lar...
HALBUKİ KOŞ, HALBUKİ DÜŞ, HALBUKİ AL, HALBUKİ KONUŞ!
Halbuki sanatını bilirsen savaş gibisi yok. Hayat bir savaş oyunu. Peki evcilik? Ya, tamam. Eğer ‘senin annen bir melekti yavrum’u bu kadar sevdiyseniz, odanın bir köşesinde çay partisi veriniz. Benim saat 5’te bir işim var!
İnsana barış iyi gelmiyor bence. Barış frenliyor, arabanın camını açıp Boğaz havası aldırıyor, yol verdiriyor. Bu da güzel, bu da çiçek. Peki ya gerçek?
İşte bu kitapla kendi beynini kendi suyunla yıkayıp, acilen fotosenteze geçmek istiyorsun. Sürekli bir şeyleri devirmemeye ve pisletmemeye çalıştığın bir misafirlik mi hayat?
Değil ki.
Pekala sana uzatılan şekerden birden fazla alabilirsin. İstersen alırsın, elini de bir güzel masa örtüsüne siler, üstüne bir de su istersin! Ya misafirliğe bir daha hiç gelmeyeceksen?
Ya bir tane daha almadığın o şekeri bir daha hiç görmeyeceksen? Ya bu çok susamışken kana kana su içmek için son şansınsa? O zaman hazır mısın seansa? Önce ‘benim nerem savaşçı?’ dememen için sayfa 21’den inciler:
* Her ışık savaşçısı savaşa gitmeye korkar.
* Her ışık savaşçısı, geçmişte bir zaman, birilerini kandırmış ve yalan söylemiştir.
* Her ışık savaşçısı geçmişinde mutlaka kendisinin olmayan bir yola sapmıştır.
* Her ışık savaşçısı en saçma şeyleri kafaya takıp, acı çekmiştir.
* Her ışık savaşçısı birçok kere ışığın savaşçısı falan olmadığına inanmıştır.
* Her ışık savaşçısının manevi görevlerini yerine getiremediği olmuştur.
* Her ışık savaşçısı asıl demek istediği ‘hayır’ken ‘evet’ demiştir.
* Her ışık savaşçısı sevdiği birini incitmiştir.
* İşte bu yüzden o ışığın savaşçısıdır. Tüm bunları yapmış olmasına rağmen, daha iyi olabileceğini bildiğinden.
Yukarıdaki bir yerlerden tanıdık geliyorsa eğer, okumaya değer.
5 çayında bisküviyle bile iyi gider.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2004
Çocukluğumuzdan beri başkaları denen insan topluluğuna kendimizi beğendirmeye çalışıyoruz. Sanki bir aristokrat salonunda bir mikrofon, bir piyano. Niye öyle yaptın anlat bakalım mikrofonu. Hadi göster marifetlerini bakalım piyanosu. Salon sandalye dolu. En önde aile büyükleri, arkalarda sabit yüzler, arada bir değişen yüzler. Bizi izler. Ve tabii ki beklediğimiz şey basit: Alkışlanmak istiyoruz. Bir resim yapıyoruz, yetmiyor. Güzel olduğunu duymayacaksak kimseden, niye yaptık? Hem kendi kendine yaptığına güzel diyene: Ukala denir, kendini beğenmiş denir, kibirli denir. Alkış konusunda da avcunu yalar. İçimizdeki koşucuyu seviyoruz ama boynumuza madalyayı takan spor hocasının hastasıyız. O konserve alkış efekti için var ya, yapmayacağımız şey yok. Peki bu başkalarının elleriyle ‘hadi bas’ diyerek bizi tepelere çıkarttığı merdiven ne kadar sağlam? Hayır sağlamsa mesele yok ama ne de olsa etten kemikten. Yorulmaz mı? Çürümez mi? Küt diye elini çekmez mi? Aşağıya bakmadan kendi biricik uçurumumuzu yaparak yükseldiğimiz yer, elmanın olduğu yer mi gerçekten? Ya elma yoksa orada? Ya ortalıkta ağaç bile yoksa? Allah korusun böyle bir durumda yağmur yağsa, şimşek çaksa yıldırım bizim kafamıza düşer.
Rica ederim isim yapmayın, isimler insanlardan daha hızlı koşuyor.
Örnekse örnek: Bilmemkim bilmemneyi çok güzel başarmış. (Bu kulislerde bol bol konuşulur.)
Az sonra: O bilmemkim vardı ya, o bilmemneyi de çok iyi başarmış. (Kulise meyva.)
Sonraları: Ya duydun mu bilmemkim şu bilmemneyi ne biçim yapmış, bu sefer becerememiş, tanıdığın başka bilmemkim var mı? (Kulisten apar topar dışarı!)
İnsan bazı cümlelerin kölesi olur. Artık ondan sonra o geminin bodrumunda küreği çek babam çek. E peki, bu gemi nereye gidiyor? (bkz. Ağacın orası...)
Rica ederim kendinizle ilgili geniş cümleler kurmayın, cümleler insanlardan daha hızlı gidiyor.
Örnek mi?
Peki: Ben çok bilmemneyimdir dersen ve bir gün içinden bilmemne yapmak gelmezse ne diyeceksin? Başka bir cümle kurmak istedin olamaz mı? Önünde koşan o cümleye çelme takmaya çalışacaksın. O zaman adın mızıkçıya çıkar, vallahi bir daha kimse seninle oynamaz.
Çok rica ederim o kasıntı salondaki sahneye çıkmayın, zira sahnesi yükselip alçalan bir eğlence programının maymunu olursunuz. Şöyle bir şey, ben o salondaki sahnedeyim (bkz. İsimler, cümleler, elma). Alkış sesleriyle yükselip alçalıyorum. En tepeye çıktığımda kafamı tavana çarpmadan az evvel, Clark Kent Superman’e dönüşecek! Rüya müya değil, hayatın ta kendisi! Hani öldükten sonra değeri anlaşılanlar var ya, onlar kafayı çarptıktan sonra Superman’e dönüşenler. Seyirci buna bayılır. Zararsız, acınacak halde bir Superman! Neyse, bu inip çıkan sahne tabii ki insanı bir süre sonra tutuyor. İnip çıkmaktan miden bir fena oluyor. Bir saniye ineyim dersin, indirmeeezleeer. Ay, biraz durun dersin, durmaaazlaaar. İn çık, in çık, in çık, in çık, in çık, in çık, in çık... derin nefes al, nefes ver, al ver, al ver, al ver, al yavaşça ver... yoga yapmaya başlıyorsun, psikoloğun koltuğuna oturuyorsun ya da başka bir Uzakdoğu bir şeyi. Neden çocuk gibi hoplaya zıplaya gezinemiyorum, kimse bakmazken bir oyun kurup bozamıyorum diyorsun. Çünkü bakın ne kadar yükseğe zıpladım yaptın, çünkü bakın oyun kurdum nasıl olmuş dedin! Bakın benden size söylemesi bir arkadaşım var, tanımazsınız, sırf annesi komşularına mühendislik okuyan oğlunun müzisyen olduğunu açıklamaktan utanır diye, çocuğun hayatı elmanın olmadığı yere gidiyordu. Ama o annesine şu cevabı verebilmişti: O komşunun hayatında toplasan 15 dakika adım şu ya da bu şekilde geçsin diye, yıllarımı istemediğim bir şeyi yaparak harcayamam! Yani hem annesinin sandalyesini, hem komşulara ayrılmış ikinci sırayı boşalttırmış. Aslanım benim! 15 dk’lık yükselmenin ardından gelecek ve yıllarca sürecek olan alçalmayı görmüş! Onlara kantine gidin, çay sigara için ya da hadi başkasının show’una diyebilmiş.
Ben bunlardan bahsederken benim salondaki pencereler fırtınadan açıldı. İçeridekiler üşüyüp, huzursuzca kıpırdanmaya başladılar. Ben mikrofondan anons yaptım: Sakin olun, sözüm meclisten dışarıdır. Ayrıca üşüyenler için salonumuzda şal vardır. Dağıtmaya başlıyoruz.
ŞAKŞAKŞAKŞAKŞAKŞAK!!!
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2004
Bir varmış, bir yokmuş kendinden sıkılıp duran insanların her gün aynı şeyi yaptığı bir ülke varmış. Adı Dünya’ymış. Buranın kralı Giden’miş. Kaçıncı Giden. Giden her yaz parmağını dergi sayfalarında gezdirir, en güneşli, en palmiyeli, en bungalowlu Enenen adasında durdurur ve ‘işte burası’ der, gidermiş. Bunu sırf giderken ‘hayatımdaki yeni sayfa’ dönerken de‘o sayfayı kapattım’ demek için yaparmış. Espiritüelmiş anlayacağınız. Espiritüelmiş çünkü rahat ve neşeli keten pantalonlar gibi püfür püfürmüş ruhu. Tek derdi küçük kardeşi Kalan’ın mutsuzluğuymuş. Kalan’a derdi sorulunca, derdinin Giden’den kaynaklandığını söylermiş. Gidenin teni altın rengi, saçları parlak, düşünceleri uçuş uçuşmuş. Anlatacak bir sürü şeyi, sanki kendini zor tutan bir gülüşü varmış. Gözlerinde japon çizgi filmlerindeki gibi bir ışık çizgisi sanki bir yelkenli gibi derinlere yol alırmış. Gidenin ağzı çok büyükmüş; yiyip içmekten, konuşup anlatmaktan. Kalanın da kulakları; Giden’in gidişini duymaktan, anlatılanları dinleyip durmaktan, ve onu iten rüzgarları kesmekten.
Kalan bir gece rüyasında Enenen adasını görmüş, sahillerde koşuyor, deniz yatağında margaritasını yudumluyormuş, uyanınca Martin Luther King gibi ayaklanıp, meydandaki Hepburda heykelinin duvarına bir bildiri asmış. Bildiride yazılanlar şunlar:
Sevgili Kalan halkı,
Sadece Kralının giden olduğu bir ülkenin halkına giden halkı değil kalan halkı olarak seslenmek isterim. Giden, bizi burda kendimizle bırakıp nereye gider? Bizim burda birbirimize baka baka aklımıza gelmeyen, ruhumuza gelmeyen, üzerimize gelmeyen şeyleri bulmaya mı gider? O nerde? Kimler var orda, ve ne var orda? Hepinizi benimle Giden’i bulup hükmüne son vermeye çağırıyorum. Asıl Kral Kalan olmalıdır diyorsanız, yarın gün ağarmadan limanda olunuz.
Liman limon şeklindeydi. Bu limon yakışıklı denizcilerin saçlarına son şekli verir, mektupların mum ışığında gerçek kelimelerini bulur, Giden’in çayına tat verir, Kalan’ınsa gözüne kaçıp yaşartırdı. Komşu ülke Zırt Pırt’ın uğrayıp durduğu limon limanı da, tabii ki Giden’in özensiz bir espirisi daha.
Sabaha karşı limanda bütün Giden halkı, ki onlara artık Kalan halkı diyebiliriz, toplanmıştı. Gece boyunca kafalarında tarttıkları Giden’in kendisi değil, giden olmasıydı. Giden hep ezici bir güçtü. İnsan evinden giden istenmeyen bir misafire bile kal derdi. Kendini yeni sularda yıkamaya giden bu insanlar, bizi aynı sularda daha sert sabunlanmaya mahkum ederdi. Kalırsak gidemezdik. Gidemezsek dönemezdik. Dönemezsek gösteremezdik. Gösteremezsek bilemezdik... Gerçi bu görüşe zıt bir Kalan atasözü bakan göz aynıyken gördüğünün pek değişmediğinden bahseder:
Gidilen liman hep limon.
Bu masal burdan başa döner ve kendini tekrar eder. Ta ki biz uyuyana kadar...
Tatlı rüyalar.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2004
Ne zaman tavla oynasam ya da bişey oynasam, saklambaç da olabilir satranç da, hayatın küçük bir simulasyonunu görür gibi oluyorum. Ya hayatın içinde her şeyden var ya da benim hayatın matematiğini anlamak gibi bir takıntım var, bilmiyorum. İçinde akıllı bir hamle yapma zorunluluğu olan her şeyde bir benzerlik var gibi geliyor. Sanki o deli dahi profesör gibi tüm bunları camlara yazsam, biraz açılıp pencereye baktığımda kocaman gözlerle kalakalırmışım gibi. Tabii bende o zeka, hayatta da o göz yok. Kendini tavlayla açık etmez. Ben de camlara yazmak yerine, buraya yazarım o zaman bulduğum benzerlikleri.
Amaç: Taşları toplamak
Toplamak için önce bütün taşları kalene girmen gerekir. Kırarak, kırılarak, sürekli kapı almaya çalışarak, açık vermeyerek. Açık verirsen de ya şansım yaver gidere güvenirsin ya da kırarsa ben de onu kırarım ihtimaline.
E peki toplayınca ne oluyor? Çok manidar bir tablo. Kalesi bomboş olan oyunu kazanır. Tam kazanmanın meyvelerini toplarken azalır, yok olur gidersin...
Düşeş: Altı altı
Bir kere hiçbir zar her zaman iyi değil. Düşeşi oynamanın en güzel vakti ilk el. Oyunun başı. Hayatın başı. Bu zar geldiğinde genelde herkes aynı şeyi yapar. Rakip çıkamasın diye kapı alır ve rakibin kalesinden çıkar. İşte Darwin amcanın bize iyice tembihlediği iki şey: Hayata tutunmak için gerektiğinde kaç, gerektiğinde senden kaçılmasını engelle.
Kapı almak: İki taşı üst üste koymak.
Kapı alırsan kırılmazsın. Sağlamlaşırsın. Diğer taşlarını kapının üstünde toplar, onları da sağlama alırsın. Tavladaki romantizm burda. Tek başına kalan bir taş kırılmamak için çabalar durur. Ya kaçıp kaçıp kaleye gelir ya da bir taşın üstüne gelip de kapı olacağı günü bekler. Hep yek geçen bir hayatta ironik bir çaba. Eğer kapıysan rakibin kalesinde bile bir cızırtı olursun, kapını açmadığın sürece sırtın yere gelmez. Peki kapını ne zaman açarsın?
a) Öyle bir zar gelir ki mecbur kalırsın
b) Rakibin kapı olamamış taşını kırarsın
c) Bazen rakibin seni kırması senin onu kırman için tek yol olur. Burdan şu sonuç mu çıkıyor yani: Tek kalan kırılmaya mahkumdur?
Ey dünyanın tüm yalnızları birleşin!
Çift atmak: İki zarın aynı sayı olması
Yukarıdaki iki sorunun cevabı tavlaya göre: Hiç de bile! Darwin amcanın biricik torunları olan hamamböcekleri gibi, çift atan hızlı hızlı, bazen kıra döke, bal gibi de girer kaleye. Ama biraz şanslı olacaksın, zarların yüksek olucak, bir de biraz hızlı geçiceksin tavlanın yollarından. Olsun mu? Yeter ki tek başıma kırılmadan geçip gideyim mi?
En berbat an: Oyuna girememek
Kırılmışsındır. Ve kapılardan sana girecek yol yoktur. Zarların elinden alınır. Zarlar bile sana şans vermez. Beklersin. Rakibin iyi bir oyunun meyvalarını toplar. Bu dünyada sana yer kalmamıştır, marsı düşünürsün. Derken eline zarlar konar. Sevmeden, inanmadan, umursamadan, kızgınlıkla fırlatırsan onları asla gelmez istediğin. Hangi sayıyı tuttuğunu unutanlara uğramaz ki sayılar. Halbuki hálá mümkündür kazanmak, tek kalmış bir taşı vurmak ve toparlanmak. Dünya döner çünkü ve güneş bugün ordaysa yarın mutlaka burdadır.
Hayatın/tavlanın yüzde kaçı şans bilmiyorum.
Ne düşeşler, ne kapılar, ne çiftlerim oldu yenildim.
Ne berbat anlarım oldu yendim.
Bence hayatta rakip Ali, Veli değil, benim.
Geçilmez kapıları da ben diktim, kırılan taşları da ben kırdım, 4-0’dan 4-5 olan oyunu da ben aldım.
Kendime ‘bakalım şimdi ne yapacaksın?’ı diyen de benim, ‘Hadi yavrum kemik!’diyen de.
Düşündüm de burda bilmediğim pek bir şey yokmuş.
Briç mi öğrensem?...
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2004
Hálá hayatımda bu nida. Bu da nidanın hikayesi. Saçları uzun, bıyıklı, sırtında gitarı Ankara’da ‘o kız’la tanışacağı ev yemeğine giden biri, ona o gece Orhan Gencebay’dan ‘Batsın Bu Dünya’yı çalarak ‘işte bu adam’ dedirtti. Kızın adı Berrin’di. Aşkları büyük, evleri küçük bu iki genç hemencecik evlendi. Aradan 1,5 yıl geçti. Berrin kucağındaki bebeğe ‘işte bu baban’ dedi.
O bebek daha bir yaşına girmeden bir heceyi tekrarlamayı başararak ilk kez ‘baba’ dedi. Küçük kızın babasının gitarıyla ve annesinin mamasıyla büyürken, küçük turuncu küvette çekilmiş bir resmi var.
***
Küçük kız tam portmantoya çıkıp aynada balon patlatmayı başarmıştı ki babası askere gitti. Bir gün izin alıp çat kapı gelen kafası kazılı yabancıyıysa tanımakta güçlük çekti. Artık heceleri dizmede uzman olmuştu. ‘Bu benim babam değil’ dedi bilerek. Eve gelen misafirlere aynı dönem şu konuşmayı yaptı: Siz burada rahat rahat oturuyorsanız, babam bu ülkeyi koruduğu için. O sırada Ordu Evi’nde kafası kazılı yalnız baba çaldığı gitarıyla bir beste yaptı:
Kızım kızım güzel kızım/ ilk göz ağrım, yürek sızım/ senden uzak çaresizim/ bu da benim alınyazım... İleride askerliği bitince, bir yemekte kızı şöyle devam edecekti: Babam babam güzel babam/ Ben de sensiz yaşayamam/ Bu dünyanın yükünü sen olmadan taşıyamam...
Günler günleri kovaladı. Üstüne titrenen bu kız çocuğuna bir de erkek eklendi. O da aynı insana aynı yaşlarda ‘baba’ dedi ve 4’e tamamlandılar. Kardeşinin bebek arabasını tutup ona çığlık attıran küçük kız, çığlığı basan bir bebek, vitrinlere bakıp ‘kızım bırak arabayı’ diyen bir anne ve annenin yanında peşisıra yürüyen bir baba, binlerce kez Tunus Caddesi Kuğulu Park arası gidip gelmekten sıkılmış olacaklar, bir sabah trene atlayıp İstanbul’a taşındılar. Kız trende hep ağladı. İlkokul arkadaşlarının olmadığı bir yerde asla oyun oynayamaz, Murat’sız yapamaz, Ceylan’dan başkasıyla anlaşamazdı. Erkek bebek halinden memnun rayların ritmiyle sallanıyor. Kız meğersem denize aşıkmış, ama öyle deniz değil, dalgalı olan. Babası, belki söylemeyi unuttum, artık ‘yürüyen adam’. Beraber bir gün Bebek’te yürürken bir kapı gördüler. Yürüyen adam dedi ki: Kızım bak, çok çalış, bu üniversiteye gir. Burası Boğaziçi, Türkiye’nin en iyi üniversitesi.
İstanbul’da boş durmak yoktu. Onlar 4 kişilik bir Tunus-Kuğulu Park grubu daldılar işe güce. Erkek biraz büyüyüp anaokuluna başladı, kurada 1. çıkıp Işık Anaokulu’na turuncu sınıfa. İyi başlangıç. Kız, amaaan o yaşta çok sıkıcılar geçelim, ortaokul. Anne, anne enteresan, Berrin’i hortlatıp içinden kardeşiyle moda şirketi kurdu. Gecelerce kesti, biçti, boyadı, dikti, yapıştırdı. Yürüyen adam yürüyüp duruyordu. Deniz havası, İstanbul karmaşası, balık-Boğaz-hokkabaz onu sanki sırtından itiyordu. Ama o yine de İstanbul hakkında nostaljik bir şarkı yaptı: Koşturmaca keşmekeş/ deli olursun deli/ İyi ki sen bugünleri görmedin Orhan Veli... İstanbul’da yeniden aşık oldu. Başka bir kadına, İstanbul’a. Ankara’dayken 3500W’lık kolonlardan bahseden şarkısı Müzikomani’yle ünlü olmuş, gazetelerden ailecek gülmüş, şarkıları ödüller almış, sokakta tanınmıştı. İstanbul’da yaptığı albümün adı başkaydı: Biz Sizi Ararız.
***
Kız baktı, çok çalıştı, peki hangi üniversiteye girdi? Bunun cevabını vapurdan inip, bir binaya girip ‘Tebrikler kızınız Boğaziçi’ni kazanmış’ı duyan yürüyen adam bilir. Sorsanız hemen aklı fikri müzik olan kızının, e naapsaydı böyle bir babayla, 2000 mezunu olduğunu söyleyiverir. Onun sayesindedir, küçük yaştan beri kitaplarla, hedeflerle, sedeflerle besleyip büyüttüğü çocukları şekerdir, eriyiverir. Ama çocuk bu, odada durduğu gibi durmaz. Bir bakarsın özgür kız olup yürüyüş yoluna pano pano diziliverir. Sana yan gözle ‘ben özgürüm’ deyiverir. Dili şarkılarda pabuç gibi olur, yürür gider. Pilav yapmadığı gibi, sevgilisi giderse, Allah korusun, yan komşuları katlederim diye danseder televizyonlarda. Ama anne yan komşuya kahvede mahçup güler, baba olur bir menajer, kardeşin odasından bütün gün yükselir ritimler.
Suavi’yle Berrin naapsın, hep iki heceler: baa-baa, aan-nee, seev-gii.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2004
Bana iki şey sordu. <br><br>Biri, çok çalışmaya hazır mısın? Biri, yeteneğin var mı? İlkinin cevabını zaman gösterecek, ikincisinin cevabını da o verecek. Bendeki hemencecik cevapları biliyor zaten. Piyanonun başına oturdu, daha önce onbinlerce kere bunu yapmış biri gibi. Söyle bakalım bir şarkı. Böyle söyleyemem ki gitarım yok, şu an isteğim yok, test edilirken çıkan bir sesim yok. Bir koltuğun kenarının kenarındayım. Loş bir salondayım. İmtihandayım. Kafamdaki amfide konser vermek için en kötü zaman. Orada şu anda bir konferans var. Konuşulanlara kulak kabartalım:
***
-Duydunuz! Sesine bakıp ona ders verip vermemeye karar verecek. Bu saatten sonra başarılı olamayacağı bir işe girişerek vakit kaybetmeyeceğini söyledi. Eğer şarkıyı güzel söylemezse acımasız bir söz duyacak, çıksın gitsin ordan derim ben.
-Hiç de bile! Onu buraya kadar getiren neyse, pekala onu buradan göğsü dimdik bir tavuskuşu gibi çıkarabilir. Bal gibi de güzel söyler söylese. Ah bir de aramızdan bazılarının sesi kesilse!
-Öhö öhö, afedersiniz ama aranızdan ilk soruyu duyan bir tek ben miyim? Ona devam edeceksen gel dedi, sanat bir diktatoryadır dedi. Disiplin ve devamlılık gösterdiği bir örneğe rastlamadım ben onun bugüne dek. Maymun iştahlı bir tavuskuşu da olmasa gerek! Sayacak olan var mı?
- Ortaokulda piyano ve solfej dersi, tenis dersi, lisede elektro gitar, üniversitede iki kere şan dersi ve ata binme, bir yıl önce müzik teorisi, piyano, şan solfej dersi ayrıca müzik tarihi bilgisi dersi, yoga, birkaç ay önce yine şan dersi... Bazılarının ömrü sadece birkaç hafta, bir yudum sabır yoktur onda!
- Öhö öhö, teşekkür ederim.
- Ben de denemesin bile derim, hem biraz da aksi gibi sanki bu seferki...
- Evet şakası yok.
- Diyelim ki geçti şu testi, ki biliyorsunuz sesi kısık bugün...
- Aman hangi gün değil ki!
- ...bir diktatörlük kuramaz, yine dalarsa lale devrine, kendine güveni hiç kalmaz, bir daha kalkışmaz bu işlere.
- Daha iyi. En azından bilir kendini.
- Hatırlayan var mı bir defasında...
- YETEER! KESİN SESİNİZİ! Kaçırdık işte! Siz dırdır ederken burda, o şarkısını bitirdi bile!
***
Masaya geçtik. İlk dersimiz sesin anatomisi. İşte sesi çınlatmam gereken boşluklar, ama şu anda çınlayan içimdeki boşlukta koşa koşa bağıran o hoşluklar. Bir kere daha oldu o mucize. Kalktı uçak. Küçüldü şehir.
Çok heyecanlı ve bağırarak konuşuyorsun, biraz sakin konuş, seni dinleyen yorulur; haklısınız gevezeyim biraz... Diyaframına nefesi öyle hemen alıp hemen bırakma, öyle çok şişirilip başı boş bırakılan bir balon gibi savrulur sesin; tamam, öyle mi yapıyor muşum?.. Hem ağzını unut, orası değil şarkıyı söyleyeceğin yer!
Yaşını bilmiyorum yaşı yok. Bilgisi yüzyıllık. Hafif titrek elleriyle yazarken unutmamam gerekenleri, aynı ellerle tutup elimi, içinden hadi diyordur al götür oraya bunu da. Orası, onun yıllardır gidegele aydınlattığı o güzel yer. Yolunu bir tek onun bildiği, bilgiden deneyimden terden yapılmış o taş bina.
Yüzlerce sesi yoğurmuş, şekil vermiş parmaklarıyla tuttu benimkini de. Benimki daha yaş, rengi pembe, birşeyler demeye aç, şekillere meraklı mı meraklı.
Bir mindere yatırdı beni. Al bakalım dedi nefesi.
Sonra geçti piyanoya, ben de geçtim kafes dediği köşeye.
Başladı yoğurmaya.
Koşma dedi yürüyeceğiz, yolumuz yokuş.
Allahtan cin gibisin, hemen öğreniyorsun dediklerimi.
Çıktık yola.
Çok güzel söylemeye gidiyorum şarkılarımı, inşallahı yok.
Konferans bitmiştir.
Yazının Devamını Oku