Çocukluğumuzdan beri başkaları denen insan topluluğuna kendimizi beğendirmeye çalışıyoruz. Sanki bir aristokrat salonunda bir mikrofon, bir piyano.
Niye öyle yaptın anlat bakalım mikrofonu. Hadi göster marifetlerini bakalım piyanosu. Salon sandalye dolu. En önde aile büyükleri, arkalarda sabit yüzler, arada bir değişen yüzler. Bizi izler. Ve tabii ki beklediğimiz şey basit: Alkışlanmak istiyoruz. Bir resim yapıyoruz, yetmiyor. Güzel olduğunu duymayacaksak kimseden, niye yaptık? Hem kendi kendine yaptığına güzel diyene: Ukala denir, kendini beğenmiş denir, kibirli denir. Alkış konusunda da avcunu yalar. İçimizdeki koşucuyu seviyoruz ama boynumuza madalyayı takan spor hocasının hastasıyız. O konserve alkış efekti için var ya, yapmayacağımız şey yok. Peki bu başkalarının elleriyle ‘hadi bas’ diyerek bizi tepelere çıkarttığı merdiven ne kadar sağlam? Hayır sağlamsa mesele yok ama ne de olsa etten kemikten. Yorulmaz mı? Çürümez mi? Küt diye elini çekmez mi? Aşağıya bakmadan kendi biricik uçurumumuzu yaparak yükseldiğimiz yer, elmanın olduğu yer mi gerçekten? Ya elma yoksa orada? Ya ortalıkta ağaç bile yoksa? Allah korusun böyle bir durumda yağmur yağsa, şimşek çaksa yıldırım bizim kafamıza düşer.
Rica ederim isim yapmayın, isimler insanlardan daha hızlı koşuyor.
Örnekse örnek: Bilmemkim bilmemneyi çok güzel başarmış. (Bu kulislerde bol bol konuşulur.)
Az sonra: O bilmemkim vardı ya, o bilmemneyi de çok iyi başarmış. (Kulise meyva.)
Sonraları: Ya duydun mu bilmemkim şu bilmemneyi ne biçim yapmış, bu sefer becerememiş, tanıdığın başka bilmemkim var mı? (Kulisten apar topar dışarı!)
İnsan bazı cümlelerin kölesi olur. Artık ondan sonra o geminin bodrumunda küreği çek babam çek. E peki, bu gemi nereye gidiyor? (bkz. Ağacın orası...)
Rica ederim kendinizle ilgili geniş cümleler kurmayın, cümleler insanlardan daha hızlı gidiyor.
Örnek mi?
Peki: Ben çok bilmemneyimdir dersen ve bir gün içinden bilmemne yapmak gelmezse ne diyeceksin? Başka bir cümle kurmak istedin olamaz mı? Önünde koşan o cümleye çelme takmaya çalışacaksın. O zaman adın mızıkçıya çıkar, vallahi bir daha kimse seninle oynamaz.
Çok rica ederim o kasıntı salondaki sahneye çıkmayın, zira sahnesi yükselip alçalan bir eğlence programının maymunu olursunuz. Şöyle bir şey, ben o salondaki sahnedeyim (bkz. İsimler, cümleler, elma). Alkış sesleriyle yükselip alçalıyorum. En tepeye çıktığımda kafamı tavana çarpmadan az evvel, Clark Kent Superman’e dönüşecek! Rüya müya değil, hayatın ta kendisi! Hani öldükten sonra değeri anlaşılanlar var ya, onlar kafayı çarptıktan sonra Superman’e dönüşenler. Seyirci buna bayılır. Zararsız, acınacak halde bir Superman! Neyse, bu inip çıkan sahne tabii ki insanı bir süre sonra tutuyor. İnip çıkmaktan miden bir fena oluyor. Bir saniye ineyim dersin, indirmeeezleeer. Ay, biraz durun dersin, durmaaazlaaar. İn çık, in çık, in çık, in çık, in çık, in çık, in çık... derin nefes al, nefes ver, al ver, al ver, al ver, al yavaşça ver... yoga yapmaya başlıyorsun, psikoloğun koltuğuna oturuyorsun ya da başka bir Uzakdoğu bir şeyi. Neden çocuk gibi hoplaya zıplaya gezinemiyorum, kimse bakmazken bir oyun kurup bozamıyorum diyorsun. Çünkü bakın ne kadar yükseğe zıpladım yaptın, çünkü bakın oyun kurdum nasıl olmuş dedin! Bakın benden size söylemesi bir arkadaşım var, tanımazsınız, sırf annesi komşularına mühendislik okuyan oğlunun müzisyen olduğunu açıklamaktan utanır diye, çocuğun hayatı elmanın olmadığı yere gidiyordu. Ama o annesine şu cevabı verebilmişti: O komşunun hayatında toplasan 15 dakika adım şu ya da bu şekilde geçsin diye, yıllarımı istemediğim bir şeyi yaparak harcayamam! Yani hem annesinin sandalyesini, hem komşulara ayrılmış ikinci sırayı boşalttırmış. Aslanım benim! 15 dk’lık yükselmenin ardından gelecek ve yıllarca sürecek olan alçalmayı görmüş! Onlara kantine gidin, çay sigara için ya da hadi başkasının show’una diyebilmiş.
Ben bunlardan bahsederken benim salondaki pencereler fırtınadan açıldı. İçeridekiler üşüyüp, huzursuzca kıpırdanmaya başladılar. Ben mikrofondan anons yaptım: Sakin olun, sözüm meclisten dışarıdır. Ayrıca üşüyenler için salonumuzda şal vardır. Dağıtmaya başlıyoruz.