Nil Karaibrahimgil

Dünya doğudan batıya dönmeeez!

31 Mayıs 2004
Tanıştırayım kendisi son zamanların favori röportaj sorusu olur: <B>‘Yurt dışına açılma planlarınız var mı?’</B> Çevirisi, ‘şu suda biraz daha açılacak kadar yüzmeniz var mı?’ Anlamı: Hey adamım, sen küçük hedeflerin insanı mısın, yoksa bilmemkimler gibi büyük hedeflerin insanı mı? Bilelim de değerine ona göre bir ayar çekelim!

‘Yok!’ desen, daha doğuştan geleceğine marş olan ‘Go West’çi (Batıya git!) Pet Shop Boys amcalarına ne dersin? Sen onlar gibi merdivenleri teker teker çıkıp meşaleyi kapmak istemez misin?

Oradaki Karayipler’den güzel güneşi yüzüne yemek istemez misin? Deli misin?.. ‘Var!’ desen, beklenilen cevabı verip, sürekli merdiven çıkan Pet Shop Boys amcalarına aşağıdan mahçup bir selam çakarsın. ‘Burası Türkiye’ ama ‘var öyle!’cilerin arasında yarım porsiyon bir kendine güveni ısırırsın. Kafanda biraz ‘var öyle’yi açarsın: İngilizce... ‘var öyle’; müzik... var öyle (hatta bazen ‘ne var ki?)... tip top dans şans, vardır öyle niye olmasın?...

Daha henüz ‘Allahım! Sen beni yurdışında bir albümsüz bırakma yarabbim!’ günlerim gelmeden, üniversiteden yeni mezun sade hırslı bir Nil olarak New York’a ‘amcasının yanına’ gitmiştim. Elimde 2-3 demom da yok değildi. New York’ta showreelsiz, demosuz, cvsiz sokakta ne işim vardı? Bu demoları amcamların Hudson nehrine bakan gökdelen dairesinden New York’a bağıra çağıra söylemenin tadı başkaydı. Hissi tam şarkıdaki gibiydi: Burada başarırsam, her yerde başardım demektir. Aahh, New York, New York! Bugünlerden birinde Village’de oturan arkadaşım Merve’ye gitmek üzere gitarımla (demom zaten hep yanımda) tipik bir New York taksisine bindim. Zenci, bilge, neşeli.

Ve daha benim bırak yurtdışına, kendi içime bile açılmaya başlamadığım o kısa yolculukta çıktı ortaya. Şoförle yol boyu bir kaç cümle pinpon oynadık ve ben raketi bırakıp indim. 2-0 biten maç şöyle gelişti:

tak: müzisyen misin?

tak: sayılırım.

TAAK: sayılırım da ne demek? Ya müzisyensindir ya da değilsindir!

out: müzisyenim.

(2. round) tak: peki müzikte iyi misin?

tak: bence, evet.

TAAK: bence de ne demek? Ya iyisindir ya da değilsindir! out: sessizlik. Yani yolculuk Village’e değil, başka yereymiş.

Nedeni ‘oralı’ olmadan ‘orada’ olmamdan. ‘Sayılırım’ ve ‘bence’ cümleleriyle Viyana kapılarını tıklatıp aa kimse yokmuş diye dönersin işte böyle dedim kendime. Ve Amerikan rüyasının bizim divanlarda görülemeyeceğine inandım. Benim için Amerika hiphop ritmine isyan bayrakları diken doğuştan groove’lu zencilerin (Eminem hariç); türkü niyetine dinlenen country’nin;

Hep 5’ten hep 1’e düşen boyband’lerin; huylarını anneleri Madonna’dan, soundlarını babaları Michael Jackson’dan alan küçük şarışın kızların ve bir de tabi Norah Jones’un diyarı oldu. Pınar nooldu?

Geçen sene New York Times Square’deki Virgin’e girince kendi sesimle karşılaştım. İlhan Erşahin’in albümünde Türkçe söylediğim ‘Girl’ şarkısı çalıyordu. Babamı arayıp, koca mağazanın en alt katında hoparlöre doğru zıplayarak o ana şahit olmasını sağladım. Kasaya gidip bu çalan ne cd’si diye sorunca ‘yurdışına açılma planlarınız var mı?’nın cevabını buldum:

Euro lounge! Çeşitli dünya müziklerini toplayan karışık bir cd. Benden sonraki şarkı Morocco’dan. Yani ortaya karışıkta bir tat. İşte, bugün artık benim mutfaklar kadar yerel olduğunu düşündüğüm müzikte maksimum gidilecek kat: World Music.

Yani sen şimdi asansördeki Fransa düğmesine niye basmaya çalışıyorsun mesela? Sen Patricia Kaas’ı bile pek dinlemezken üstelik? Fransız Kültür’e bile gitmemişken üstelik? Bu güven evrensellik denen iyi niyetli masalda geçen iki evrensel kardeşten mi miras sana? Müzik ve İngilizce’den mi? Zannediyorsun ki asansörde bir sürü kata denk gelen ülke Amerika’da insen dünya senin. Peki Justin Timberlake gelip türkü söylese dinler misin?

İçin için gülmez misin? Sen Björk gibi başlı başına bir kat olabilir misin? İçini daraltmak, hedefini küçültmek bacağından tutmak istemem Nil, ama gel seninle şöyle bir World Music katına gidelim. Orası Baharat yolu gibi. Kendinden bir ısırık ver meraklısına.

Sen de ondan al biraz. Hem en zengin sesler, en güzel kokular sana o kattan geliyor. Sen değil misin bütün gün Açık Radyo’nu açık tutan? Dünyanın frekansına bayılan.

Amerikan rüyası Amerika’da görülen bir rüya olmasına rağmen, dünyanın çeşitli yerlerinde uyanan insanlara ‘hayırdır inşallah’ dedirtebiliyor bazen. Onların Coca Cola’yı hepimize sevdirmesi bizim de herkese ayranı sevdireceğimiz anlamına gelmez ki.

Cacık gibi kalırız ortada valla. Hem en bir moda ismiyle ‘global’ olan Amerikan şirketlerinin %70 pazarı yine Amerika. Amerika da bir ada, bir kıta. Büyük çok büyük ama onu bütün dünya sanma. Amerika’da çalan her müziğin bütün dünyada çaldığını düşünmekse naif bir yanılsama. Tabii Norah Jones dışında.

Ama Norah bir ataç gibi ‘evrensel’ ve dağılan kağıtlarımızı birbirine tutturabiliyor. Amerika’da 8 milyon satıyor, dışında 10! Hepimiz onu alıyoruz ve o çok kişisel şeyi kendi keşfimizmiş gibi dinleyebiliyoruz. İkinci bir örnek kolay kolay bulamıyoruz.

Diyeceğim odur ki, Nil kızımız ‘sayılırım ve bence’ demeyi bıraktığı gün yurtdışına açılacaktır elbet. Zira kendisinin ‘Go West’çi amcalarına borç bildiği onlarca İngilizce bestesi vardır. Lakin Nil kızımızın Londra’da İngilizleşmiş kuzeninin de değindiği gibi, bir Türk İngilizce şarkı söylediğinde ilk hecedeki aksandan ‘oralı’ olmadığı ayyuka çıkmaktadır.

Bu sadece World Music katında ve bir de Björk’te garipsenmemektedir. Onun dışında popüler ‘1 hit wonder’ (1 dünya hiti yapmış yokolmuşlara denir) yolu tırmalanabilir.

Ama bir pop star olunamaz. Mimikten olmaz, tipten olmaz, vucüt dilinden olmaz. Bir yerin mayası başka yerin gölüne tutmaaaz. İmitasyon küpeler kulaklarda çalmaaz. Türkler yurtdışında tutana tutulur. Yer göğe sığdıramaz. Ama bir Türk orada pop star olamaz. (dikkat dikkat bu bir tekrardır.)

Bizim gerçek amcalarımız Pat Hop Oy’s, ama istersen ‘Go Test!’(Git ve test et!)

Mastin Mimbırleyk, Mjork, Mritnii olursun ‘-ebilirdim, -iyordum, -ecektim ama medim’ dersin.

Adamım Nil’e, sevgiyle.
Yazının Devamını Oku

Tayyip Erdoğan, Nicole Kidman ve David Beckham’ın ortak yönleri

24 Mayıs 2004
<B>TIME </B>dergisi tarafından 2004’te dünyayı etkileyen 100 kişiden 3’ü olmaları olamaz sadece. Derginin özel olarak bu ‘etki yaratan’ insanlara ayırdığı 26 Nisan sayısını okuyunca anladım bunu. 7 milyar insanı bir güçle, bir ilhamla, bir fikirle ya da bir örnekle şekillendiren; dünyanın çekirdeği, ısısı, hepimizi bir şeylere mıhlayan yerçekimi onlar.

Bazıları büyük kararlar vererek, bazıları onları veto ederek. Bazıları parasına para katarak, bazıları onu dağıtarak. Bazıları kendini önemsemediğinden, bazıları kendini fazla önemsediğinden. Bazıları ‘yap’ denileni yapmamaktan, bazıları ‘yapma’ denileni yapmaktan. Bazıları yardım ederek, bazıları yok ederek. Bazısı kaslarıyla, bazısı yüzüyle, bazısı sesiyle, bazısı sözüyle. Bazısı öne çıkarak, bazısı geride durarak... Yöntemleri ve konuları farklı olsa da hepsi, 2 şey yakıyorlar kazan dairesinde beyinlerinin:

Güçlü bir fikir (beğen ya da beğenme) ve onu gerçekleştirme kararlılığı (herşeye rağmen).

Ve işte böyle çufçufluyorlar insanlığı.

Bu da Nil kızımızın 100’ün içinden ayırdığı, uzun uzun okuyup kendince kısa kısa anlattığı 24 ‘etkili’si:

***

Recep Tayyip Erdoğan
, İslamla batı kültürü arasında köprü kurarak; o köprüyle Time dergisindeki 100 kişinin yanına kadar gelerek...

Nicole Kidman, camdan bir kurşun gibi karakterden karaktere sekerek; ‘Tom Cruise’un karısı’ndan ‘The Hours’da Nicole Kidman’ı gördün mü?’ye dönüşerek...

David Beckham, topu, tipi ve giyimiyle bir ikona dönüşerek; uyurken bile bir sanat eseri gibi galerilerde sergilenerek...

Bill Gates, ‘ben bu kadar parayı ne yapayım?’ parasının bir kısmını çocuklarının geleceğine ayırıp, gerisini dünya çocuklarının aşısına bağışlayarak...

Larry Page ve Sergey Brin, internette ‘google’ arama motorunu kurarak; insanlar sitemizde minimum zaman geçirsinler diyerek...

Steve Jobs, Apple bilgisayarlarında elmalar kadar taze fikirler bulup durarak; 1 yıl içinde iTunes’la internetten, tanesi 1$a, 50 milyon şarkı satarak...

Howard Schultz, kahveyi global olarak ısıtıp Starbucks’ı kurarak...

Frank Gehry, Bilbao’da Guggenheim müzesini ‘bina gibi olmayan bina’ şeklinde yaparak...

Hideo Nakata, Hollywood’u korku filmleriyle korkutarak...

Norah Jones, sakin sakin şarkı söyleyip 8 milyon satarak; üstelik sadece omuzlarını göstererek ve az röportaj vererek; teknolojiyi, seksi, popülariteyi bir yerlerde unutarak...

(ondan sonra beni bir düşüncedir alarak...)

Ferran Adria, deneysel yemek pişirerek, orkestra şefi gibi yemekleri ağızlarda çalarak; 1 milyon rezervasyonun sadece 8000’ini onurlandırarak...

J.K. Rowling, çocuklar için Harry Potter’ı yazarak; kitap aşkının çocukların kalbinden geçtiğini hissederek...

Mark Burnett, reality tv showlarıyla televizyon anlayışını tamamen değiştirerek; bize gerçek olanın güzelliğini keşfettirerek...

Eric Lander, insanın genetik haritasını çıkartan laboratuvarı kurarak; tam da bir matematikçi gibi karışık olandaki basitliğe hayran olarak...

Woo Suk Hwang ve Dr. Shin Yong Moon, insan embriyosunu klonlayarak; böylece ahlak ve tıbbın kapılarını sonuna kadar açıp, aralarındaki cereyanı başlatarak...

Steven Pinker, konuşulan dil de, kıskançlık da, aşk da genetik diyerek; ‘tabula rasa’yı ‘tabula kasa’ya kapatarak...

Jill Tarter, kulaklığıyla bütün gün uzayı dinleyip tekrar eden bir frekans arayarak; E.T.yle randevulaşmaya çalışarak...

Lance Armstrong, 26’sında kanseri yenip, 5 kez bisikletiyle Tour de France’i kazanıp, 6.’sına hazırlanarak; o hızla, ‘işimi değiştirebilirim ama nasıl yaptığımı değiştirmem’ diyerek...

Mel Gibson, ‘İsa’nın Çilesi’ni çekerek...

Evan Wolfson, gaylerin evlenmesinin onların sivil hakları olduğunu savunarak; savunurken ‘bu ülke hazır değil, sen delisin!’leri dinleyerek...

Arthur Agatston, diyet yapmayın, sağlıklı yiyin diyerek; ve bunu kadınlara bile dinleterek...

Arnold Schwarzenegger, bir Avusturyalı vücutçuyken Hollywood starı olup, oradan da Amerika’nın en büyük eyaletinin başına geçerek; tam bir Amerikan rüyası kahramanı olarak...

Bono, ‘Afrika’ya yardım için o 435 milyon doları vermezseniz, 50.000 çocuğu şehrinizde bir stadyum konserine toplar, dev ekranda yansıyan yüzünüzün altına ‘Bu adam Afrika’lı kadın ve çocukları öldürdü!’ yazarım’ diye bağırarak...

Yao Ming, Mao’dan sonra en çok tanınan Çinli olmayı 2.26’lık boyuyla potalarda yazdığı efsaneye borçlu olarak; rakibi Shaquille O’Neal’e bile yılbaşında kutlama kartı atarak...

...onu yaparak bunu ederek pergellerini genişletip hepimizi içine alan dünyayı çiziverdiler....

Bunların üstüne Nil der ki (beğen ya da beğenme):

KOOŞ NİİİİL KOOOOOOŞŞŞŞŞ! (herşeye rağmen)
Yazının Devamını Oku

Teşekkürler Türkiye!

17 Mayıs 2004
Hep <B>‘rakı olmasın şarap olmasın’</B>la çıktık, <B>‘iyi ki yapmışım’</B>la indik. Kırmızı bir çizgiydik Türkiye haritasında gittik gittik. Dere tepe düz gittik. Hepimizi toplasan 100 kişiydik. Bilmediğimiz yerlerde indik mola verdik. Duymadığımız yerlerde durduk yemek yedik. Çay içtik. Hazırkart’la turnedeydik. Gençtik güzeldik müzisyendik. Bitmesin isterdik ama evi de özledik. Otellerin koridorları birleşti sanki, karıştı şehir tabelaları. Oda numaraları hep 2 günlük hafızaya alındı. Pencereden bakarken hiç geçmişimiz olmayan bir sokağa, akşam 8’de üniversitelerin bahçesinde binlerce kişiyle buluştuk. Bir geçmişimiz olsun diye beraber. Ses gibi uçmamak için yağmur altında, Trabzon’da bağırıyorduk hepimiz: Yağmur bize fark etmez! Yağmur bize fark etmez! Tanıyorduk herkesi bir yerlerden ve Matthew resimlerini çekiyordu seyircinin sahneden. Bir resimleri olsun diye bizde, beraber.

Trabzon yeşil yemyeşil. Evler dağlarda tek başına. Sorduk burada nasıl geçer komşu komşuya? Yağmur başladı ama fark etmedi. Karadeniz Teknik Üniversitesi sırılsıklam oldu gitmedi. Benimle şarkı söyledi. Sahne ışıkları indi. Monitörler ıslandı. Mikrofonu biraz daha bırakmazsam elektrik çarpardı. Şermin kenardan eliyle bitir işareti yapıyordu ama müzik susmuyordu. Anlaşılan bizim bulutun nazarı burada kimseye değmiyordu.

Trabzon’da tırmandık Sümela manastırına.

250 rahibin yüzyıllar önce yaşadığı o yere. Dağın en dik yerinde dağdan dik duran o yere. Duvarlardaki resimlerin çalınıp taşlandığı o yere. Turist Ömer ayakkabılarımız ve kasklarımızla yürüdük içinde. Matthew beni çeksene şu duvarın önünde.



***

Otobüsü takip edip gittiğimiz yerlere yağmur götürmeye çalışan bir bulutu ektik yolda. Sonra doğduğum ve 10 yaşına kadar içinde dolanıp durduğum Ankara. Biraz eski Kebap 49 biraz yeni Tribeca. Bir Himalaya parantezi (Bizim gruba Himalayalar adını takmıştım günler öncesinden. Hatta dansını bile bulmuştuk. Himalayaların kuralları vardı. Mesela bir himalaya sürekli diyet yapardı. Günde en az bir kez göbeğine bakar, odasında tartıya çıkardı. Durmadan yiyen bir himalaya diğer himalayalar tarafından uyarı alırdı. Ankara’dan Kayseri’ye giderken bir yerde durduk yemek için. Tabi ki yağsız, tabi ki ekmeksiz ve sonrasında bir de çay tabi ki şekersiz. Şeker kalmak için. Derken bir anons duyuldu: Ankara’dan Kayseri’ye seyahat etmekte olan sayın Himalayalar Turizm yolcuları, tesisimize geldiğiniz için teşekkür eder, iyi yolculuklar dileriz! Bu beş kez falan tekrar edince aramızdan bazıları bunun Şermin’in kumpası olduğunu anladı. Benim gibi birkaç ‘hayatta böyle güzel tesadüfler de var işte’cilerse gerçekten o isimde bir turizm şirketinin varlığına inanmayı tercih etti) açıldı mı kapanmak bilmez!

Ankara’da Hacettepe’de konser o kadar güzeldi ki hepimiz şımardık. Davulda, mikrofonda, darbukada, yüzlerde, tellerde, tuşlarda bir kutlamadır gitti. Ama ne yazıkki ben ‘bana ne inmem’ diye bağırsam da bitti. Bir sürpriz o konsere babam da geldi. Sahneye çıkıp iki şarkısını söyledi. Şarkılardan bir tanesi hayvanat bahçesinde bir yılan bakıcısının yılana yazdığı ‘kobra’ şarkısı. ‘Kobra’nın sözlerini yazmasam olmaz: Ben Gülhane bahçesinde zor bir yılan bakıcısı / Sen o camdan kafesinde kor bir yürek yakıcısı / ‘Günaydın’ derim ben sana / Sen bir yılan olsan da / Sen yılan ben insan / İkimiz de canlıyız ya / Kobra / Sana diyorum bak dobra dobra kobra / Bakıyorsam eğer sana / Veriyorsam birkaç lokma / Sakın bir gün beni sokma / Bu kadar riyakar olma kobra!

İşte gen teoreminin ispatı. Ben ancak onun yavrusu olabilirim.



***

Kayseri
’deki Erciyes Üniversitesi’ne tırmandık biraz önce. Kayseri 15 gündür kurduğumuz cümlenin noktası. Teşekkürü.

Sesimi çıkaran Himalayalara, sesimizi duyuran Hazırkart’a, sesimizi dinleyen Anadolu, Fırat, 100. Yıl, Atatürk, Karadeniz Teknik, Hacettepe ve Erciyes Üniversitelilere, yalnızken ses eden anneme, sesimizi duyan Şermin’e, seslenilen Berna’ya, sesimizi taşıyan Medusa’ya, ses çıkarılmasını sağlayan Staras’a ve sessizlikte kalıp da emek veren herkese teşekkür ederim.

Sahneden indiğim gibi bitirmek isterim.

İyi ki yapmışım, iyi ki yapmışım, iyi ki gelmişim. Trala lalalalalala la lalalalalala.
Yazının Devamını Oku

Dünya çizgi çizgi değilmiş ama yuvarlakmış

10 Mayıs 2004
Konser turnesindeyim. <B>Elazığ</B>’dayım, <B>Van</B>’dayım, <B>Erzurum</B>’dayım. Bütün ekip iki katlı bir otobüsle dağlardan kıvrıla kıvrıla doğuya müzik götürüyoruz. Elazığ-Van arası 2010 metre yüksekliklerde camlar artık duvardaki tablo. Yemyeşil bomboş ovalardan, kerpiçten evlerinin bahçelerini taşlarla ayırmış köylerden, koyunlarını dağda tek başına gezdiren çocuk çobanlardan, bizimle gelip gelip bir yere kavuşmayan çaylardan, tarlada çalışan kadınlardan kare kare fotoğraflar ve esmer esmer el sallamalar mı kalır bize? Aklımızda kalır mı? Doğu’da ne var insanı içine alan, hırkasının içinde sakin yapan, kağıt kalemi ele tutuşturan? Yoksa ne yok mu demeliyim? Nurkan’ın gitarla Puccini’den aryalar çalarak üstüne müzik yaptığı bir yol belgeselindeyim.

Bundan 4 yıl önce yine Van’daydım. Buradan başladı benim yürüyüşüm. Burada kondu benim göbek adım: Özgür Kız. Dünya çizgi çizgi değilmiş ama yuvarlakmış. Yürümüşüm yürümüşüm yine ‘bizim köy vardı ya uzaklarda’ya varmışım. Bir varmışım bir yokmuşum.

İşte bu yüzden Van’da biraz mola verelim. ‘Bak hele bak’ adındaki kahvaltı yapılan yere gidelim. Burası dört duvar kişiselleşmiş. Her yer Van kedisi, Van kıyafetleri, panolar, bebekler, her yer bak hele bak! Asıl bakılması gereken buranın hiperaktif sahibi. Çayı masaya koyarken bak hele bak diye koyuyor, sana cevabı hep ‘Van kedisi’olan bilmeceler sorup, kazandığın van kedisi kartpostallarını ve halhalları verirken bak hele bak diye veriyor. Tam karşımdaki panoda yazan şiir ne güzel:

insanın süsü yüzüdür

yüzün süsü gözdür

aklın süsü dildir

dilin süsü sözdür

Benim oradaki hatıra defterine yazdığım şiir de fena değildir: Bak hele bak/ burası ne kadar renkli/ bak hele bak/ burada bilmece sorup bilene hediye veriyorlar/ bak hele bak/ yüzün süsü gözmüş/ bak hele bak/ ballı kaymak/ bak hele bak/ van gölü meğersem denizmiş/ bak hele bak/ bu kahvaltı unutulmaz olmuş/ bak/ hele/ bak! Van Gölü’ne göl deyince alınan bu adam, ‘ona lütfen deniz deyiniz, o bizim denizimiz’ dedi. Demez miyiz?

Ben ‘xl’ şarkımı Erzurum Palandöken’de akşamüstü bir otel odasında yazmıştım. Demek Doğu’nun bende ayrı bir yeri var. Uğuru var. Anısı var. İzi var. İşte şimdi yine buradayım. Bu sefer lobideyim, bu sefer yazı yazıyorum, bu sefer şarkılarım olmuş konser veriyorum, bu sefer ‘xl’ı onbinlerce Atatürk Üniversiteli’den dinliyorum. Bir dükkana giriyorum adı Osmanlı olan ve 4 yıl önce almadığım tozlu bir kıyafeti beni bekler buluyorum. Ama alıyorum onu bu sefer.

Otobüsün üst katında masanın etrafında oturan, ranzalarda uyuyan, aşağıda haritaya bakan, annemin yanında önde duran toplam 20 kişiyiz. Konuşmaktan sıkılanın gözü pencereden dışarıya. Doğu Beyazıt yazıyor dışarıdaki tabelada.

Türkiye’nin en batısından geliyoruz. İçinde playstation’ımız, scrabble’ımız, laptop’larımız, dvd’miz, reiki sohbetlerimiz ve masamızda Time dergisinin son sayısıyla gezen bir otobüs değil, sanki bir ufo’yuz. Bu yollara uzaylı, konser verdiğimiz üniversitelere dostuz. Ve müzik her yerde müzik. Güzel müziğin tıngırdattığı tellerimiz aynı. Birkaç ses yan yana gelince ağlatabilir bizi. İsyan ettirebilir, gülümsetebilir. Göbek attırabilir. Birini özletebilir. Düğüm atabilir boğazımıza ve çözebilir onu gözümüzden akan birkaç damla yaş. Romantik değil, otantik değil, komik değil bu. Yıldız Tilbe’nin sesindeki o şey uzanabiliyor buraya kadar. Benzin istasyonlarının camlarındaki buğuda yazılı adı.

Pusulanın doğusu puslu.

Ama müzik bir nefes.

Üflemeye geldik. Tenefüs etmeye geldik.

İpimizi geçirebildiysek birkaç delikten dikeriz, giyeriz, üşümeyiz.

İyi ki gelmişiz.

Bugün Trabzon’da, Çarşamba Ankara’da, Cuma Kayseri’deyiz.

Bekleriz.
Yazının Devamını Oku

Sen Lisa Simpson’sın!

3 Mayıs 2004
Kendini yalnız hissettiğinde, güvenebileceğin kimsen olmadığını düşündüğünde bilmen gereken tek şey... İnsan hiç çizgi film seyrederken ağlar mı? Ben ağlamıştım. Dogville’i seyrettikten sonra da olan şey olmuş, ruhumda ‘elde var bir’ olmuş, yanaklarımdan bir şeyler taşmıştı. Mutluluk gözyaşı değil, acıdan da değil, anlama gözyaşıydı. Ya da hayatla ilgili bilip de unuttuğun bir şeyi derinden hatırlama gözyaşı. Bazı nadir anlarda kendini torununmuş gibi dizine oturtup bir şeyler anlatırsın ya.

Daha konuşmayı becerememiş küçük bir varlığa, kulak dolgunluğu olsun diye, ağır bir bilgi yüklemek gibi mi yani? Sanki. Peki bir gelgitin iç denizlerde yarattığı yükselme sonrası gözlerden taşan suya ağlamak mı demeli? Belki.

Benim o günkü gelgitim ‘The Simpsons’da olmuştu işte.

***

Aynen de şöyle olmuştu: Evin küçük kızı Lisa güneşli bir Springfield sabahı okula gelir. Öğretmeni gitmiş, yerine bir yedek öğretmen gelmiştir. Kovboy şapkalı bu garip adamın adı Mr. Bergstrom’dur ve diğer öğretmenlere benzemez.

İşi hafızayla değil motivasyonladır. Küçücük çocuklara ‘herkes kendini en güçlü hissettiği şeyi bir kağıda yazsın’ gibi egzersizler yaptırır. Bu dilini uzatıp burnunun ucuna değdirme bile olsa önemli değildir. En iyi yaptığın şey neyse nedir. Bizim Lisa’nın ‘en iyi’si saksafon çalmaktır. Bu adam ona bir gün büyük bir müzisyen olacağını söyler. Lisa Simpson bir yetenektir. Bu yeteneği, onu istediği yere taşıyacak, müziğini bir gün dünya dinleyecektir.

Lisa elinde olmadan bu adama aşık olur. Hatta emin olur. Dünyada ondan başkasına ihtiyacı yoktur. Bilgisini eğlenceye ve motivasyona çevirebilen bu adam Lisa’nın varlığına tercüman olmuştur.

***

Lisa öğretmenini çaya davet etmek için annesini ikna eder. Bu haberin heyecanıyla okula koşup sınıftan içeri bir girer ki ne görsün: Eski öğretmen geri dönmüş!

‘Peki o nerde?’ diye sorar. Mr. Bergstrom tren istasyonunda başkente gitmek üzeredir. Springfield’daki görevi sona ermiş başka bir okuldan çağırılmıştır. Lisa hemen tren istasyonuna koşar. Mr. Bergstrom tam trene binmek üzereyken Lisa seslenir:

Mr. Bergstrom, Mr. Bergstrom!

Ve Lisa’nın bir tren istastonunda, benimse evimdeki koltukta gözyaşları içinde yaşadığımız diyalog başlar:

Lisa: Mr. Bergstrom gidemezsiniz. Siz bugüne kadar bize gelmiş en iyi öğretmensiniz.

Mr. Bergstrom (diz çöker, Lisa’yla aynı boya gelir): Yedek öğretmenlerin hayatı böyledir işte. O bir hilekardır. Bugün beden eğitimi için şort giyer. Yarın Fransızca konuşur ya da testere kullanmayı biliyormuş gibi yapar. Tanrı bilir başka neler...

Lisa: ...sizi çok özleyeceğim.

Mr. Bergstrom (cebinden çıkardığı bir kağıt parçasına bir şey yazar ve Lisa’ya uzatır): Al bunu, kendini yalnız hissettiğinde, güvenebileceğin kimsen olmadığını düşündüğünde bilmen gereken tek şey budur.

Lisa (henüz okumaz, kağıdı avucunda sıkı sıkı tutar): Teşekkür ederim.

Anons: Herkes binsin.

Lisa (tek ayağı trenin merdiveninde binmek üzere olan Mr. Bergstrom’a): Demek buraya kadarmış. Sakıncası yoksa sizi hayatımdan söküp çıkaran trenin yanından koşmak istiyorum...

Mr. Bergstrom (Lisa trenin yanından koşarken pencereden bağırır): Hoşçakal Lisa tatlım. Ben başımın çaresine bakarım. Sen sadece notu oku.

Ve Lisa gözyaşları içinde okur notu:

Sen Lisa Simpson’sın.
Yazının Devamını Oku

Sinan Çetin ben seni anladım

26 Nisan 2004
Hayat kopuk

Sen nasıl kare kare bağladın?

İçimiz buruk, bir güldürdün bir ağlattın

Sinan Çetin ben seni anladım

Bir senaryom var

Çeker miyiz tamamladım

Şarkılar hazır, başrolü ayarladım

Sinan Çetin iki çay söyle anlatırım...



Doğuda doğmuş

Karanfilli sigarası var

İçine oturmuş politik meseleler var

Önünden geçen film gibi hayatlar

O da oyuncu, yönetmenim der rahatlar

Sinan Çetin ben seni anladım...

***

Düşününce, hayatta çok az insandan etkilenmişim. Kitaplarda, filmlerde, şarkılarda; yazıyla, görüntüyle, sesle varolanları saymazsam eğer, bir elin parmaklarını geçmez. O etkili insanlar bana hayattan daha büyükmüş gibi gelir.

Hayat onları ordan oraya savuramaz, çaresiz bıraksa da nefessiz bırakamaz, zamanıyla sıkıştırıp mekanıyla ezemezmiş gibi gelir. Enerjileri karşısında kendinizi bir köşede şarja takıp ‘keşke onun kadar dolsam’ dersiniz. Katılmamak istediğiniz fikirlerine onlar kadar ateşli argümanlar geliştiremez, en sonunda o fikirleri giyinip kuşanıp davetlerine katılır, zeytine kürdan batırırsınız. Aynı anda yapabildikleri şeylerden iki sonuç çıkar: Ya onlardan görünmez birkaç tane daha vardır ya da onlar zaman dilimlerinin en büyüğünü kapmıştır. Yaydıkları yüksek frekans ‘bir şey’, algı eşiğimizin ötesinde, fark ettirmeden bize hipnoz yapar, hükmeder. Hakkımızda söyledikleri bir söz önce bizi delik deşik eder, sonra bir cevap anahtarı olup içimizi doldurur. Sinan Çetin işte böyledir.

Ben ona birkaç sene önce bir şarkı yazmıştım, galiba doğum günüydü. Şarkının adı ‘Sinan Çetin ben seni anladım!’dı. Dinler dinlemez gülmüş, etraftaki kalabalığa ‘Bakın benim adıma bir şarkı yazıldı, sizin adınıza yazılmış şarkı var mı?’ diye sorarak onları ‘bana şarkı yazan kimse yok’ parantezine alıvermişti! Ama aslında o da, bütün büyük egolar gibi, kendisine şarkı yazılmasına şaşırmıştı. Filmler kralı Sinan Çetin bir aslan gibi Plato’larda kükrese de, geceleri keçi gibi bir tepede tek ayak uyurdu.

Sinan Çetin’in yanından kafanız boş, içiniz loş ayrılamazsınız. Onun liberal düşünceleri ‘içindeki devi uyandır’dan daha fazla gaza basmanıza neden olur, patinaj yapanlara artık acımazsınız. Kolunuzun altına sımsıkı tutturulan Ayn Rand kitaplarına bu gece yatmadan başlamalıyım dersiniz. Sonu noktayla biten kendine acıma, şansı olmama ve başkalarına suç atma cümleleriniz koca bir ‘tembel miyim?’ sorusuna dönüşür. Akşam aynada, yan gelip yatmaya yarayan cılız pazularınızı sıkar, kolunuzda kendinize ait bir dağ ararsınız...

Çayı sever. Ercan’dan Özcan’dan çay istemeyi sever. İnce belli bardak sever. Açık içer. Şeker koyar. Şekeri karıştırırken karşısındakine tatlı şeyler söyler. Kötü sözlerin, zaten farkında olunan göbeklerin ve yüzdeki çizgilerin altını çizmez. Çizeni sevmez.

***

Yönetmenliği yap boz oyunu gibidir. Çektiği görüntüleri yan yana koyarak cümleler kurar. Hatta değişik bahanelerle hep aynı cümleyi kurar. Vazgeçmez. Bazen ‘ve’yi, bazen ‘işte o yüzden’i, bazen de ‘aslında’yı çekmeyi unuttuğunu görür. Gider çeker getirir. ‘Ve işte o yüzden’ vazgeçilmez. ‘Aslında’ cümlesi değişmez.

‘Nil, yüzüne güneş al!’ benim en sevdiğim Sinan Çetin fişimdir. Hazırkart’ları çekerken yüzümün gölgede kaldığı anlarda ‘Güneşe doğru dönesin ki ışık alasın, ışık alasın ki kamera yüzünü görsün’ anlamındadır. Ama benim için anlamı bambaşkadır.

***

Bir de komik Sinan Çetin halleri vardır ki onları size en iyi Teoman anlatır. Otururken bacaklarını yukarı aşağı indirip kaldırarak spor yapması vardır, ‘seyirci bunu sormaz’ lafı vardır, bir de şöyle bir fıkrası vardır: Bir Plato akşamı bahçede otururken Sinan yanındakilere Teoman’la ilgili bir şey demek ister. Der ki: Bu adamda deve tüyü var!.. ??? Sessizlik ve Sinan Çetin çatık kaşla bir şeylerin yanlış gittiğinin farkında yüzünü yana çevirir. Sonra yüzünü daha da buruşturarak öteki tarafa dönüp kendi kendine fısıltıyla sorar :... Ayı?

Ayrıca Sinan Çetin Türkiye’nin resmi yönetmeni, ‘Film Gibi’nin duayeni, 4 çocuk babası, güzeller güzeli Rebeka’nın kocası, Cihangir’in toprak ağası, Ayn Rand yayıncısıdır.

‘Yok deve!’ demeyin, onda şeytan tüyü vardır.
Yazının Devamını Oku

Bu kızı yeniden küçültmeliyim

12 Nisan 2004
‘Uyusun da büyüsün ninni tıpış tıpış yürüsün ninni’yi dinleyerek ayağımızın yatağın ucuna tıpış tıpış yaklaştığı yıllarda, kafamızdaki soru işaretleri bambaşkaydı. Cevapları bizi tanımlamaz, doğru ya da yanlış yapmaz, başka soruları beraberinde getirmezdi. Önemli olan sorularla cevaplar değil salıncaklarla doğum günleriydi. Kontrol etmeyi henüz öğrenmediğimiz çene kaslarımız vardı. Onları erken yatmamak ya da annemizin bir yere gitmemesi için titretip dururduk arada bir.

***

Paramız yoktu ama o yıllar parayla saadet olmazdı. Müzik zevkimiz bizi kıro falan yapmaz, duyduğumuz herhangi bir şey bizi neşelendirip dans ettirirdi.

Biraz daha büyümek bizi olsa olsa sevindirirdi. Parmaklarla gösterdiğimiz yaşımız bize pek de şeker gelmez, okulun en büyük sınıfına gelmediysek bir anlam taşımazdı.

Beslenme çantamızdan çıkan yemeklerin kalorilerini hesaplamaz, öğretmene bu ekmeğin kepeklisi yok mu diye sormazdık.

Aşkımızı saklamaz, defterimize koca koca yazar arkadaşlara yayardık. Karşılık bulamazsak bulana dek ısrar eder, sevilmeye değmez biri olduğumuzu düşünüp psikoloğa gitmezdik.

Büyüdükçe bizi ne yaparsak yapalım seven anne ve babamız sabit kaldı, geri kalan her şey değişti.

***

Arabamızda giderken dinlediğimiz ‘bu kızı yeniden büyütmeliyim’ şarkısıyla gözlerimiz hemencecik doluverdi. Geçmişimizde kırdığımız ve bizi kıran erkekler defterlerden ve kalplerden silinmiş ama sayfada içeri gömülü bir ‘kurşun’ kalem izi kalmıştı.

Defterlerimizin kapağına yapıştırdığımız adı, soyadı, sınıfı artık bizi tanımlamaya yetmiyor, bir sayfalık c.v. gerekiyordu.

Büyümemize rağmen ‘büyüyünce’ kelimesiyle başlayan cümlelerimiz bitmek bilmedi. Bitmedi çünkü küçükken ileride yapmak istediklerimizle şu an yaptıklarımız bir türlü örtüşmüyordu.

Biraz daha zaman verilse ‘aferin’i duymamız kaçınılmazdı.

Günler günleri kovalamıştı işte ve biz yetişkinliğe yakalanmıştık. Koca kız olmuştuk. Rahatlamak için yoga ve meditasyon yapmanın, zayıflamak için biraz ‘light’ yemenin, eğlenmek için biryerlere gidip bir ‘drink’ almanın vakti gelmişti.

Ve tam Ally Mc Beal, Sarah Jessica Parker ve Madonna birleşip ‘Transformers’ı oluşturmuş üstümüze üstümüze geliyordu ki...

Bahar geldi.

***

Böyle bir günde insan laptopuyla adı ‘Kelebek’ olan bir yere, ‘hey gidi günler hey’ özetinde bir yazı yazamazdı. ‘İçimizdeki çocuğu kaybetmeyelim’ de bahar kadar taze değildi. Aslında herkes çocuk daha iyiydi. Arada bazen kendi kendime oynadığım bir oyun geldi aklıma. Kendini ve herşeyi aşırı ciddiye almış birini göz yanılsaması yaparak çocuk gibi görme oyunu. (Ben buna veriyorum oyumu). Hahaha. Böylece konuşmaları ve hareketleri sevimsiz ve geçimsiz olsa da ‘çocuk işte!’ oluyor bir anda.

***

Yani durum şu: Bir sürü küçük ve büyük insan -tamamen bir çocuk cemiyeti- oyun oynuyoruz. Bir şeyleri ciddiye alma oyunu. Erkekler savaşçılık kadınlar evcilik ya da kadınlar savaşçılık erkekler evcilik aman işte bahar geldi yormayın beni.

Üstümde bahar yorgunluğu ve hafif polen alerjisi hapşırıklar içinde güneşin altındayım...

Yürümeyi biliyorum ama bazen emekliyorum, annemin kucağına yatıyorum, düşene gülerim, barbunya yemezsem ağlarım, en sevdiğim yer kırtasiye, anlamak istemediğim şeyleri anlamam, istediğim şeyi parmakla gösteririm, kaşlarımı çatıp bir köşede ilgi beklerim, gece yatmadan süt içerim, sevmediğim insanlara ‘aptal’ derim, en sevdiğim renk pembe.

İstersem çocuk da yapmam, kariyer de...

Hapşuu!

Siz de görün.
Yazının Devamını Oku

Aşıklar anlar Tokyolular anlamaz

5 Nisan 2004
Adam: Ünlü bir Hollywood starı, evli. Kadın: Ünlü bir fotoğrafçının karısı Yer: Tokyo

Konuşulan dil: Kdfnueialeiu’ce!

Filmin adı: ‘Lost in translation.’ (bilerek çevirmiyorum)

Senin adın ne?

Öyle bir film ki, seyrettikten sonra bu köşede yazdıklarım tıpkı yazdığım gibi mi okunuyor emin olamam artık. Çünkü birbirimizle konuştuğumuzu zannederken verdiğimiz aralar var ya, o sırada içimizdeki simultane tercümanlar duyduğumuzu çevirir. Neye: Bizceye tabii ki.

Anlaşılmadı mı? Filmimize dönelim.

***

Filmimizin konusu şu: Mutsuz adam Tokyo’ya bir reklam filminde oynamaya gelir. Otele yerleşir. Mutsuz kadın da Tokyo’da çekim yapacak olan fotoğrafçı kocasının peşinden Tokya’ya gelir. Onlar da aynı otele yerleşir. Filmin geri kalanı adamın (telefonda) karısıyla, kadının kocasıyla, adamla kadının Japonlarla anlaşamayıp durmasıyla sürüp gider ta ki adamla kadın birbirine aşık olana dek.

Sofia Coppola’nın ‘en iyi orijinal senaryo’ dalında ödül alan filmi bu. En iyi senaryo, çünkü hayatın orijinal senaryosu. Kimse kimseyle anlaşamaz, arada kısa süreli anlaşanlar sadece ve sadece aşıklar olur. Onlar kavuşsalar da olur, kavuşamasalar da olur. Hatta bir çobana göre: Kavuşamazsın, aşk olur.

***

İşte senaryomuz.

Kamera akıyor buyrunuz kendinizi oynayınız.

Mesela: Kimseyle anlaşamadığın Japonya’da, bir türlü alışamadığın bir otel odasında, anlaştığını zannettiğin bir arkadaşını kendi kendine anlatamadığın gözyaşlarıyla arıyorsun. O, o sırada başka bir yerde başka bir şey arıyor. Ona kocanla neden evlendiğini bilmediğini söylüyorsun ama hat kesik kesik. O başka bir cevap veriyor. Teşekkür edip kapıyorsun. Susmuyorsun. Ağlamaya devam.

Mesela: Tokyo’da otelin havuzunda, Tokyo’da sokakta ve Tokyo’da otel odasında karın arayıp duruyor. Konuşmalarında sana iki şey söylüyor anlaştığınızı düşündüğü: Çocukların hali ve çalışma odandaki halının rengi. Hangi renk olsun? Hangi renk olsun? Çocukların iyiymiş, halı bordo olsunmuş. O senin en sevdiğin renkmiş. Meğer insanın karısı bile Tokyo’luymuş. İfadesizlik... Veee kestik.

Mesela: Tokyo’daki otelin havalı barındasın. Kocanın eskiden anlaştığı bir kadın bir şeyler anlatıyor. Dinliyorsun. Bak ne diyor:

kflioerthoeuowie35u86t7htriwo.

Güzelliğiyle ilgili bir şeylerdir herhalde diyorsun. Çünkü ‘ben’le başlayan cümleler gibi ve kızın sahip olduğu tek şey o gibi.

Zaten kız da oyuncuymuş. (aa senin gibi) Oynadığı filmi anlamadığı belli. Ama anlaşılan bir şey var, o da şu ki: Senin kocan bu kızla anlaşır gibi. Tabii tabi. Derken...

Heeeyyy hayat neşelendi çünkü aşk geldi! Adamla kadın yan yana geldi. Aşık olduklarını anladılar. Onların anlaşmaları gerekmiyor artık. Sessiz film gibi her şey artık ve altyazılar dokunmatik. Gözler kilitlenir dudaklar duramaz gülerse o aşk.

Adamla kadın artık Tokyo’ya karışabilirler çünkü anlaşıyorlar.

Çünkü aşıklar, asla dünyanın geri kalanıyla konuşmazlar.

***

Bu filmi seyretmemiz gerek, anlamamız için birbirimizi anlamadığımızı. Attığımız kelimeler birilerine çarpıp harflerini döküyor çünkü. Ve bize geri gelen, kalan harflerle yazılmış başka bir kelime. ‘Ama bu benim elyazım’ın hayal kırıklığına da gerek kalmıyor bu filmde.

Çünkü bu filmde kadın ve adam, diğerleriyle anlaşamadıklarını birbirleriyle anlaştıklarında anlarlar. Aşk işte! Aşk işte!

Ve bu aşıklar diğerleriyle aralarındaki başarısız tercümanları vururlar. Ama o tercümanlar ölmez. Onlar parazit gibi boşlukları yanlış anlaşılmalarla doldurmaya devam ederler.

Film bir fısıltıyla kapanır, ne dediğini kimse anlamaz. Sadece aşıklar birbirini anlar, Tokyolular anlamaz.
Yazının Devamını Oku