Dedem 1921 yılında doğmuş. En son tarih kitaplarında rastladığım bir yıl. Tam 84 yıl buralarda gezmiş dolaşmış.
Özetlemek gerekirse -ki hayatta hiçbir şeyi fazla uzatmamak gerekir- İstanbul savcısı olmuş, birkaç kere evlenmiş, çocukları olmuş, torunları olmuş, aklına büyük bir fikir gelmiş, tutumlu olmuş, iyi insan olmuş. Kendine hiçbir şey almak istemeyen, her şeyini vermek isteyenmiş. Ne kadar dünyalığı varsa dağıtmış gitmiş. Anladım ki dağıtmadan gidilmezmiş.
Düşünsenize her gün ölümüne doğru yürürken ellerini, kalbini, midesini, kafasını, çantasını ve etrafını doldura doldura taşıran bir uzun ince yolun yolcusu, yolun sonunda tıklım tıkış duruyor. Ne hazin bir son kare. Halbuki dedeme bakınca insan ne güzel diyor ölüme çırılçıplak gelmek, yol boyunca neyin varsa vermek. Bir yerde nefes vermenin nefes almaktan daha uzun sürmesinin bir sebebi olduğunu okumuştum. Okumaya gerek yok. Gördüm:
Hepimizin son evi bir çukur,
Hepimizin son gökyüzü toprak,
Hepimizin son besini yağmur.
Kendi kendime dedim ki:
Dedem gibi ellerindekini ver: Çimentodan yapılmış binanı, kağıttan yapılmış paranı, çelikten yapılmış arabanı neyin varsa ver. Onlar seni ancak çimentonun, kağıdın ve çeliğin mutlu ettiği kadar mutlu eder. Dedem her şeyini eşe dosta verdi. Yolun sonunda beş kuruşla bile içeri giremezdi.
Dedem gibi kalbindekini ver: Sevgini, anlamayı, affetmeyi, mutlu etmeyi, nezaketi, güldürmeyi kısaca kalbini attıran her şeyi ver. O sadece sende atan ritmi ver, herkes dans eder. Dedem o fötr şapkasıyla herkesi selamladı. O giderken herkes onu selamladı.
Dedem gibi kafandakileri ver: Düşüncelerini, fikirlerini, korkularını, şüphelerini, bir şeyleri düzeltmenin yollarını, bizim anlamayıp bir tek senin anladığını. Ver ki büyütsünler, ver ki hak versinler, ver ki olmaz desinler, ver ki haa desinler, değişsinler. Dedemin bir büyük projesi vardı. Uzunşehir projesi. Bir Türkiye şöyle olsun fikri. Anlatması uzun sürer. O aslında Ecevit’e anlatacaktı ama yol boyunca anlatmadığı kalmadı. Rakı bardakları da bilir, otobüstekiler de. O giderken Uzunşehir’i unuttu, biz hatırladık.
Dün hep bunları düşündüm. Onu son günlerinde, artık bilinci yerinde olmasa da, hasta yatağında ziyaret etmediğime üzüldüm. Beni en son nasıl hatırlar acaba diye ağladım. Ona hiç bu verdiklerinden dolayı teşekkür etmiş miydim? Sarılıp da derinden canım dedecim diye yanaklarından öpmüş müydüm?
‘Kalemi kuvvetli dediğin torunun olarak Uzunşehir’in kitabını yazacağım söz’ demiş miydim? Bir gün olsun ona gitar çalıp, şarkı söyledim mi? Dedeciğim bugün ne kadar güneşlisiniz dedim mi? Bu dünyalık muhasebe insanı insanlığına batırıp, nasıl üzüyor anlatamam.
Hepimiz bu büyük alışveriş merkezinden bir gün çıkıyoruz. Bu sefer çıkarken o öten aletten geçiyoruz. Bu sefer her şeyimizi bırakıp... Kesici aletleri, torbaları, anahtarları ve dostları bırakıp. İnsan son bir kez yanında kim var, ellerini son kim tutuyor diye bakıyor. Dedemin bir elini annem tutuyormuş, bir elini dayım. İkisine de ışık dolu gülmüş, kapıdan geçmiş gitmiş. Biz de bir sürü insan, bir sürü dua, bir sürü anıyla ardından elimizi salladık. Şimdilik biraz daha buradayız.
Sen hoşçakal dedecim.
Hayatın sana son jestini görmeliydin. Hemen ardından bir çabuk yağmur yağdı. Artık gözyaşı mı dersin, toprağına bereket mi dersin bilemem.
Biz arabanın sileceklerini çalıştırdık, sonra yemek yedik camdan bakarak. Bu hep böyle gidecek sanarak.