Paylaş
Pek çoğumuz uzun bayram tatilinden yeni döndük ya da dönmek üzereyiz. Bir milyon kişi yurtiçi, çeyrek milyonsa yurtdışı turlarına katıldı. Bu sayıya memleketine, arkadaşlarına ziyarete gidenler dahil değil üstelik. E haliyle 2 saatlik yolu nasıl 7 saatte aldığımızı; nerelerde kontak kapadığımızı; otogarda, feribotta, havaalanındaki sıranın uzunluğunu anlatacağız birbirimize. Ama dilerseniz öncelikle daha eski yolculuklara bakalım.
YURTİÇİ PASAPORTUNUZ LÜTFEN!
Eski dünyada devlet, halk durduğu yerde dursun isterdi. Çünkü hem ana geliri, hem de asker temini toprak düzenine bağlıydı. Ayrıca loncalar zanaâtkarların farklı şehirlerde çalışmasını kısıtlıyordu. Bu tür nedenlerle Fransa’dan Osmanlı’ya, Rusya’dan Japonya’ya kadar ülke içinde seyahat için izin belgeleri, hatta pasaport gerekliydi. Bu uygulama modern zamanlarda faşist Almanya, İtalya ve komünist Sovyetler’de bile görülmüştür.
KİM KİM GİDECEKTİNİZ?
Dünyanın neresi olursa olsun öyle “kafa dağıtmak için kız kıza” seyahat yoktu haliyle. Erkekler gibi kadınlara da yola çıkabilmek için geçerli bir neden ve tabii yazılı izin gerekiyordu. Örneğin Ekim 1742’de miras davaları için Edirne’ye giden hanımlar gibi: “Ayişe ve kızları Fatıma ve Havva ve kız karındaşı Hadice nam hatunlar... İstanbul’a gelmek murad eylediklerinde mümana’at (engel) olunmamak babında hükm-i hümayunum...”.
İSTANBUL VİZENİZ VAR MI?
Osmanlı Devleti’nde İstanbul’a seyahat resmen kısıtlanırdı. Çünkü “Bir akrabaya bakıp çıkacaktım”, “Bizim idarede bir işimiz vardı” bahaneleriyle gelenler gitmek bilmiyor, başkente bir güzel yerleşiyorlardı. Tabii serseri takımının şehre sızması da bir sorundu. İşte bunları önlemek için 1820’lerden itibaren artan bir şekilde “mürur tezkereleri” zorunluluğu getirildi. Bu, iç pasaport-vize karışımı belgelerin iyi bir yanı da vardı gerçi: Biyometrik fotoğraf şart değildi! Eşgal tarifi yeterliydi.
YOLCULUĞUNUZ 1680 SAAT SÜRECEK OLUP...
Eski yolculukların uzun olduğunu herkes bilir de ne kadar uzun olduğu pek bilinmez. Örneğin, 1834’teki Sûrre Alayı (Hac için İstanbul’dan Mekke’ye sarayın hediyelerini götüren kafile), Mekke’den İstanbul’a kara yoluyla 32 günde dönmüştü. Günümüz hacılarıysa aynı mesafeyi uçakla 4 saatte, yani yaklaşık 130’da biri kadar kısa sürede alıyor! Denizde de durum benzerdi. 1620’de ABD tarihinde yeni bir dönem açan Mayflower gemisinin İngiltere-Amerika yolculuğu 2 aydan uzun sürmüştü.
KORSAN-EŞKIYA ZİYARETLERİ
19.yüzyıla kadar uzun mesafeli yolculuklar o kadar tehlikeliydi ki Akdeniz’de korsanların, dağ yollarında, çöllerde eşkıyaların eline geçmeniz an meselesiydi. Örneğin III. Murad’ın hasekisi ve III. Mehmed’in validesi Safiye Sultan, (büyük ihtimalle) 1562 civarında Akdeniz’de korsanlar tarafından kaçırılmış zengin bir Venedikli ailenin kızıydı. İstanbul’da esir pazarına getirilmiş, güzelliğiyle dikkat çekerek saraya alınmıştı. Ama kaçırılan her yolcunun hikâyesi sarayda bitmiyordu tabii!
REHİN DÜŞERSENİZ FİDYE HAZIR MI?
Kaçırılanlar için iki seçenek vardı: kölelik ya da fidye. Örneğin, İstanbul’un tarihi semtine adını veren Şeyh Vefa, 1450’lerde hac dönüşü Akdeniz’de Rodos şövalyelerince rehin alınmıştı. Fidyesini verip onu kurtaransa Karamanoğlu İbrahim Bey’di. 1597 yılında Kıbrıs’taki görevine giderken Maltalı korsanlara esir düşen Macuncuzade Mustafa Efendi, Kurban Bayramı’nda şu satırları yazmıştı: Zevk-u sâdîde selâmet halkı hep handan-i iyd/Ben melamette esir-i Malta’yım giryan-ı iyd. 1688’de Lipova’da arkadaşlarıyla birlikte Avusturyalıların rehin aldığı Temeşvarlı Osman Ağa’ysa, “kurtarmalık” parasını getirmesi için memleketine geri gönderilmiştir! Parayı getirecek kişi verilen sürede dönmezse rehinelerin cezası ölümdü.
BUSINESS FARKI
Tüm bunlara rağmen hayatı yolculukta geçenler de vardı tabii. (Yok hayır, turist rehberleri değil. Onlar için 20. yüzyılı beklemek gerekecek.) Bu profesyonel yolcular zamanın işadamları, yani tüccarlardı. Ticaret harçları devletlerin temel gelirlerinden olduğu için yolların güvenliği önemliydi. Bugün Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu’daki pek çok kervansaray, bu konuda başarılı olan Selçuklu ve Osmanlı’nın eseridir. Ticari yolculukların ekstra masrafları vardı tabii. Örneğin şehirde satmak üzere küçükbaş sürüleriyle yolculuk yapanlar, geçtikleri şehirlerde koyunları-kuzuları için “toprak bastı vergisi” öderdi. Aynı bugün bizim kuzu-kuzu ödediğimiz vize ücretleri gibi! Günümüz yolculuklarında hepimiz için şikâyet konusu çok elbette. Ama tarihe bakınca memnun olmamız gerektiği aşikâr.
Paylaş