Paylaş
1950’li veya 60’lı yıllardan söz açıldığında annem, “siz ne bakıyorsunuz o yazılanlara, biz o dönemi yaşadık; bizden daha mı iyi bilecekler” diye ağırlığını koyar. Akademik araştırmaların veya sayısal verilerin söyledikleri, onun geçmiş dönemlere ait düşüncelerini kolay kolay değiştirmez. Aslına bakarsanız bu durum hemen hepimiz için geçerli. Tarih kitapları ne derse desin, olaylara kendi yaşadıklarımızdan hareketle bakarız. Örneğin gözümüzün önünde kapanmakta olan devri ele alalım: Siyasetin geride bıraktığımız 12 yıldaki (11 yıl da diyebilirsiniz) gibi sürmeyeceği çok açık. Peki ama dönemin muhasebesini çıkarırken kime hak vermeliyiz?
KARANLIK ÇAĞ MI, ALTIN ÇAĞ MI?
Geleceğin tarihçileri günümüzün yorumcularını okuduklarında ağırlıklı olarak iki zıt görüşle karşılaşacaklar. Bu dönemde, medyadaki sayısal ağırlığını giderek yitiren ama sosyal medyada güçlenen ilk görüşe göre AK Parti iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ‘karanlık çağı’dır. Atatürk devrimlerine ve cumhuriyet modernleşmesine karşı olan bir siyasal hareket (kimilerine göre “karşı devrim” hareketi), devlete ve topluma egemen olmuştur. Ülke kaynakları uluslararası sermayeye açılmış, devlet imkanları yandaşlara peşkeş çekilmiştir. Devlet ve diploması adabı yerle bir olmuştur. Daha da vahimi, ülke teröristlerle yapılan pazarlıklarla parçalanma noktasına getirilmiş; yetmezmiş gibi, Ortadoğu siyaseti nedeniyle ülke savaş ve çatışma ortamına sürüklenmiştir. Sermaye ve medya baskı altına alınmıştır. Hukukun üstünlüğü ve Batılı yaşam tarzı tehdit altındadır.
Bu dönemde medyada sayısal ağırlığı giderek artan diğer görüş içinse AK Parti iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ‘altın çağı’dır. Ülke kesintisiz istikrara kavuşmuş, ekonomi rekor üstüne rekor kırmıştır. Mali dengeler düzelmiş, IMF’den borç alma dönemi kapanmıştır. Türkiye, küresel finansal krizi başarıyla atlatan, üstelik de bunu büyüyerek başaran çok az sayıda ülkeden biri olmuştur. Sağlık hizmetleri çağ atlamış, üniversitesiz il kalmamıştır. Demokrasi üzerindeki vesayet gölgesi adım adım kaldırılmış, sivil siyasetin önü açılmıştır. Anayasa referandumu ve yasal düzenlemelerle geçmişin olumsuz uygulamaları kaldırılmış, ‘milli irade’nin gerçek egemenliğine dönüşmesi için gereken adımlar atılmıştır. Yıllar boyu devletten ürken yığınlar, devlette saygı görür hale gelirken, devlet ve belediye hizmetlerinin kalitesi artmıştır. Dev projeler hayata geçirilmiş, Türkiye dış politikasıyla bölgesel ve küresel bir güç haline gelmiştir.
MADALYONUN HANGİ YÜZÜ?
Modern düşünce, kavramlarını çoğunlukla ikili güçler üzerine kurar: İtme-çekme, etki-tepki, aydınlık-karanlık, açık görüşlü-bağnaz, ilerici-gerici vs. Gündelik yorumlarımız, hâlâ modern kavramlara bağlı. Oysa bilim ve teknolojinin bizi ulaştırdığı nokta, iki boyutluluğun çok ötesinde. (Artık çizgi filmler bile 3 boyutlu!). Bunun felsefe ve sosyal bilimlerde de güçlü yansımaları var. Ama gelin görün ki, bu -2, 3 değil- çok boyutlu analizler, kitleler için hiç cazip değil. ‘Hem öyle, hem böyle’, ‘bazen doğru, bazen değil’ durumlar çoğunluğun hoşuna gitmiyor. 140 karakterlik veya fotoğraf üzerine yazılan slogan cümlelerin piyasasıysa çok yüksek.
ASIL İHTİYACIMIZ OLAN
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada dolaşan böyle bir yazıda, ‘seçmenlere kızılmaması gerektiği, çünkü bu milletin zaten böyle kötücül bir millet olduğu, Erdoğan’ın da böyle bir milletin adamı olduğu için her seçimi kazanmasının normal olduğu’ söyleniyordu. Karşı taraftsa ‘işte milleti yıllarca aşağılayan CeHaPe zihniyeti’ diyerek cevabı yapıştırdı. Oysa asıl endişe verici olan o yazıdaki iddiaların ne bir saha araştırmasına, ne de bir istatistiğe dayanmaması. Ve tabii bu durum, onu eleştirenlerin de hiç umurunda değil. Yani, çember içinde koşup hiç mesafe kat edemeyen kobaylar olmaya devam ediyoruz!
BİLİM NE İŞE YARAR Kİ?
Onun için hatırlamakta yarar var: Sayılar, veriler, deneme-yanılma yöntemleri, gözlem, analiz, raporlama falan gibi bir takım kavramlar olmadan ne cep telefonu yapılıyor, ne de sosyal ağlar oluşturuluyor. Ne yeni ilaçlar bulunuyor, ne de yakıt tüketimi azaltılıyor. Üstelik bir de “sosyal (beşeri, toplumsal) bilimler diye ‘bir şey’ var: Bugünü ve geçmişi, salt kendi deneyimlerimiz üzerinden değil, veriler üzerinden değerlendirmeye zorluyor bizi. Türkiye’de kapanacak olan dönem, sizin için ak mıdır, kara mıdır bilemem ama, benim hesap defterimin iki taraf için de ‘heyecan verici’ olmayacağını biliyorum. Zaten “kâr” yüksek değilse, muhasebe raporları kolay kolay kimsenin ilgisini çekmez.
Paylaş