Paylaş
“Sözi nazm eyleyem fesâne ile / Hasb-ı hâl eyleyem bahâne ile”. Henüz sosyal medyadaki kişisel sayfaların, duvarların, blogların, özgeçmiş bankalarının icat edilmediği bir çağda, 16.yüzyılda şair Nev’î, böyle yazıyordu: Sözü şiire dökeyim efsaneyle / Kendi halimi anlatayım bu bahaneyle.
Bazı sosyal bilimcilere göre, kişinin kendi hayatını, duygularını, deneyimlerini yazarak paylaşması, bireyselliğin önemli aşamalardandır. Osmanlı’nın kimi zaafları da, bireyin toplumdaki konumuyla ilişkilendirilir: Toplum baskısı, bireysel ifadenin ortaya çıkışını engellemiştir; bu da özgür düşünceyi ve yaratıcılığı vs... Bu doğrultuda bireyin kendine bakışını doğrudan yansıtan otobiyografinin de (özyaşamöyküsü) roman gibi “ithal” bir tür olduğu düşünülür. Oysa son dönemde yapılan akademik çalışmalar, meselenin bu kadar basit olmadığını gösteriyor.
“BEN”DEN AL HABERİ
“Ben Bilge Tonyukuk kazanmasaydım, ya da hiç olmasaydım, Kapgan Kağan Türk Sir halkı ülkesinde boy da, halk da, insan da olmayacaktı.” Bilge Tonyukuk, bu ‘birinci tekil’ satırları sadece kendini övmek için değil, sonraki kuşaklara ibret olsun diye yazdırıyordu. Kendini ‘kıssadan hisse’ için anlatmak, Göktürk’lerden yaklaşık bin yıl sonraki pek çok otobiyografik eserin de özelliğidir. Hasb-ı hâl, sergüzeşt-name, sohbetname gibi türlerde mesaj kaygısıyla kişisel deneyimler iç içedir. Tasavvuf yazınında kendi ‘hâl’ini ve kişisel dönüşümünü yazanları görürüz: Aziz Mahmud Hüdayî ve Niyazi-i Mısrî’nin eserlerindeki gibi. İslamı seçenlerin “terceme-i hâl”leri benzer ‘kendini bulma’ çizgileri taşır. Seyahatnameler ve sefaretnameler de pek çok kişisel hikaye içerir. Ayrıca, Macuncuzade Mustafa’nın “Sergüzeşt-i Esir-i Malta” (1599) adlı eseri gibi esir düşenlerin anılarını da unutmamak gerek.
YAZIYORSAK BİR SEBEBİ VAR
Şairlerin devlet büyüklerinden yardım umuduyla kendilerini anlattıkları “arz-ı hâl”ler vardır. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, otobiyografisinde (1702) kendini temize çeken tek yazar olmasa gerektir. Telhisî Mustafa Efendi’nin (1711-35), Sıdkî Mustafa’nın (1749–56) veya Şam’da yaşayan Berber Bedirî’nin (1741-62) günlüklerinde kişisel deneyimler, toplumsal olaylarla birlikte yansıtılır; dönemin olumsuzlukları eleştirilir. Modernleşme öncesinden bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Ayrıca Türkçe eserlere, Osmanlı’nın diğer dillerindeki günlükleri ve otobiyografileri de eklemek gerek. Ancak Nev’î’nin dediği gibi: Söz uzar söylenürse kıssa / Yeter bu kıssadan bu denlü hisse.
YETERLİ “LIKE” OLMAYINCA
“Peki Osmanlı’da pek çok otobiyografik eser vardı da biz bunlardan neden haberdar değiliz” diyecek olursanız... Kimileri sadece yazma olarak arşivlerde kaldı, kimleriyse ancak çok sonraları basıldı. Elbette bunun en önemli nedeni, matbaanın Osmanlı’ya geç gelişi. Ama onun kökeninde de günümüzün tanıdık sorunları yatar: Yeterince “takipçi” bulamamak, yeterince “beğeni” alamamak. Yani hem okur sayısı yeterli değildi, hem de eserler çoğalıp yayılmadığı için okuyucusu kitlesi artmıyordu. Bu da “yazma” eyleminin maliyetini yükseltirken cazibesini düşüren bir etkendi.
TAKİPÇİN YOKSA NEDEN YAZASIN?
Günümüzde liderlik yarışına giren siyasetçilerin otobiyografileri de yayınlanıyor. Çünkü karşılarında ikna edilmesi gereken bir “kamuoyu” var. Aynı durum sporcular, şarkıcılar, oyuncular, iş ve bilim insanları gibi “takipçisi bol” kişiler için de geçerli. Peki ya, sıradan bir berber, orta halli bir gezgin, ruhani arayış içindeki bir şehirli, sınır boylarında nöbet tutan bir askerseniz... Hikayeniz yine de anlatmaya değer mi? Geçmişte, tüm caydırıcı etkenlere rağmen yazanlar bize çok değerli bilgiler aktardılar. Onlar sayesinde, kırık bir kalple dolaşmanın, savaşta esir düşmenin, hasta olup iyileşmenin, seyahat etmenin... kısacası, geçmiş çağlarda yaşamanın nasıl olduğunu bilebiliyoruz. Öyleyse, sosyal medyada birbirimizin resimlerini beğenmenin, fabrikasyona dönüşen “slogan”ları, çoğu yakıştırma olan özlü sözleri paylaşmanın yanında, yazmalıyız. Sadece yüzeysel “ego-belgeleri” üretmemeli, aynı zamanda kendimizi ‘gerçekten’ yazmalıyız...
YAZMAK, UNUTMAMAKTIR
Evet, yazalım... Hepimiz yazalım, daha çok yazalım. İyi bildiklerimizden, yani kendimizden başlayalım yazmaya. Hatırladığımız kadarıyla... Ne yaşadıysak küçümsemeden yazalım. Çocukluk, gençlik, okul, askerlik, gezi, evlilik, aile veya iş anılarımızı yazalım. Sadece olayları değil, hislerimizi de yazalım. Aşklarımızı, dostluklarımızı, korkularımızı, kahkahalarımızı, sevinçlerimizi, acılarımızı, hayallerimizi, hatta rüyalarımızı yazalım. Kalemle, klavyeyle, kamerayla; kağıda, bloglara, videolara; her gün, arada bir; uzun uzadıya, kısa kısa yazalım. Dilersek fotoğrafları, görüntüleri, nesneleri ekleyelim. Hem keskin olsun kalemimiz, hem de anlayışlı. Ve yazdıklarımızı okuyup soralım kendimize: Neleri yazdık, neleri atladık, neleri yazmaktan kaçındık? Neden sansürledik, kimden çekindik: Edepten mi, merhametten mi; içimizdeki polisten, sindirilmiş duygulardan, eş-dost baskısından veya çevreden mi? Hiç şüphesiz yazdıkça kendimizi daha iyi tanıyacak ve okudukça birbirimizi daha iyi anlayacağız. En çok ihtiyacımız olan da bu değil mi zaten: Birbirimizi anlamak.
MERAKLISINA: “Many Ways of Speaking About The Self, Middle Eastern Ego-documents in Arabic, Persian and Turkish”, ed. R.Elger-Yavuz Köse, 2010. Ayrıca Cemal Kafadar, Tjana Krstic, Haluk Gökalp ve Nermin Yazıcı’nın ilgili çalışmaları.
Paylaş