Paylaş
Osmanlı toplumunda sûfilerin ramazan hizmetleri; ramazan ayının ve orucun ise sûfilerin yaşantısında özel bir yeri vardı.
BÜYÜK tarihçi Ömer Lütfi Barkan, kısaca ‘Kolonizatör Türk Dervişleri’ adıyla bilinen ünlü makalesinde (1942), sûfilerin Osmanlı toplumunun inşası ve işleyişindeki önemini anlatır. Barkan’a göre, dergâhlarda sunulan hizmetler, Balkan fetihlerinde ve Osmanlı yönetiminin benimsenmesinde kritik fonksiyonlar üstlenmiştir. Sûfiler, Hristiyan ve Müslümanların bir arada yaşamaları için ortak bir zemin oluştururken, dergâhlar, yolcuların barındırılması, fakirlerin doyurulması gibi sosyal hizmetler sunmuşlardır. Bu amaçla kurulan vakıfların imaret defterleri, iftarda dağıtılan yemeklerin kayıtlarıyla doludur. Sûfiler ramazanda toplumsal hizmetler sunarken, oruç da sûfilerin yaşayışında önemli rol oynamıştır.
Oruç, tasavvufta merkezi bir yer tutar. Hz. Peygamber’in ‘oruç bir kalkandır’ hadisinden hareketle sûfiler, orucu nefsin (egonun) zayıflıklarından korunmanın en iyi yolu olarak tarif etmişlerdir. Erken dönem sûfilerden Bayezid-i Bistami (Ö.848?), orucun neden bu kadar önemli olduğunu soranlara: “Firavun aç olsaydı, sizin tanrınızım diyemez, Karun aç olsaydı rabbına isyan edemezdi” demiştir. Kelabazi’ye (Ö.990) göre, insanlar yaşamak için yemek zorundayken, Allah yeme-içmeden münezzehtir (En’am Suresi, 14); dolayısıyla oruç, insanı yaratıcısının sıfatlarına yaklaştıran bir ibadettir. Oruçluyken bedenin açlığı, maneviyatın gıdasıdır. (V.Göktaş, 2014). Ramazanda sahur için uyanmak da tasavvufta önem verilen seher vakti ibadetlerinin uzantısı gibi görülmüştür.
TEFEKKÜR VE ZİKİR
Orucun, bilinen biçimlerinin yanında, tasavvufta bir de ‘savmü’l-kalp’ denilen kalp/gönül orucu kavramı vardır ki, ‘kalbe Hak’tan başkasını koymamak’ anlamını taşır. Ramazan orucunda nasıl bedene dışarıdan yiyecek girmezse, bu manevi oruçta da kalbe Allah sevgisinden başka şey girmemeli; âşık daima maşukunu düşünmeli (tefekkür), daima yaradanı anmalıdır (zikir). Tasavvuftaki bir diğer önemli ibadet de ramazanla ilişkilidir: Hz.Peygamber, ilk vahyi Hira Dağı’nda inzivaya çekildiği günlerde almıştır. Nitekim peygamberliği sonrasında da ramazan ayının son günlerini camide ibadet ve tefekkürle geçirmiş; bu sürede dünyayla ilişkilerini en alt düzeye indirmiş, dünya meselelerini konuşmamıştır. Tasavvuftaki halvet / uzlet gibi uygulamalar, Hz.Peygamber’in “itikaf” adı verilen bu ibadetine dayandırılır.
Mevlânâ’nın ramazanı
ESERLERİNİN etkisi Anadolu sınırlarını aşıp tüm dünyaya yayılan Mevlânâ Celadeddin Rumi’nin (Ö.1273) eserlerinde oruç pek çok yerde geçer. Mevlânâ, Divan-Kebir’de ramazan ve oruçla ilgili sevincini yansıtan ifadeler kullanır:
“Kutlu olsun, oruç ayı geldi,
Yolun hoş olsun a oruca yoldaş kişi.
Atlasa benzeyen yüzünü kim sarartırsa,
O giyer orucun ipekli elbisesini.
Oruç kıyısında sabreden kişi,
Yusuf gibi aşk Mısır’ına sahip olur.
Oruç ayı, kutluluk elbiselerini giyinmiş, çıkageldi
Hasetçinin inadına kalk, karşıla, selam ver.”
(A.Gölpınarlı çevirisi, 1971)
Az ye, az konuş, az uyu
ORUCA özel önem aftedenlerden birisi de Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır (Ö.1780). Marifetname’de şöyle yazar Hasankaleli mutasavvıf: “Bedenin sağlığı az yemekte, ruhun sağlığı az uyumaktadır. Aşırı yemek hırsıdır ki, cihan sarayını cana zindan etmiş; üstün ve bilge aklı, cahil nefsin esiri kılmıştır.” Bu nedenle ramazan orucu, İbrahim Hakkı için büyük bir nimettir: “Geldi ramazan ayı / Ol saim (oruçlu) ve az uyu
Savm (oruç) ile ten ü canı / Dolsun mey-i ruhani”
Paylaş