GÖZÜ YAŞLI BİR BABA
Hz. Yakup çocukları içinde Hz. Yusuf’a büyük bir sevgi duyar. Diğer oğulları ise Yusuf’u kıskanmaktadır. Kuran’da anlatıldığı şekliyle çocuklar bir gün nefislerine yenik düşüp küçük Yusuf’u ıssız bir kuyuya bırakarak terk ederler. Onun akıbeti konusunda babalarına yalan söylerler. Çok sevdiği Yusuf’u kaybeden Hz. Yakup’un gözlerine üzüntüden perde iner; dünyayı baş gözüyle göremez olur. Yıllarca evladının hasretini çekip gözyaşı döker.
Ne var ki aslında oğlu Yusuf ölmemiş, yaşadığı nice badirelerden sonra büyüdüğünde uzak bir diyarın, Mısır’ın veziri olmuştur. Hz. Yusuf, tüm yaşadıklarına rağmen, çocukken kendisini kuyuya bırakan kardeşlerini affeder. Hatta kim olduğu gizleyerek onları yanına getirtip gerçeği açıklar. Kendi gömleğini kardeşlerine vererek babasına yollar: “Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun, (gözleri) görecek duruma gelir. Ve bütün ailenizi bana getirin”. Oğlunun öldüğünü asla kabullenmeyen Hz. Yakup ise, oğullarının kafilesi Mısır’dan ayrıldığı sıralarda yanındakilere şöyle der: “Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yusuf’un kokusunu alıyorum!” Nitekim bir süre sonra oğulları ona gelerek yıllardır beklediği müjdeyi verirler, “gözü gibi sakındığı” oğlu Yusuf hayattadır. Babalarından zamanında işledikleri büyük suç için af dilerler. Aldığı sevinçli haberle Yusuf’un gömleğini yüzünü bastıran Hz. Yakup’un gözleri açılır, yeniden görmeye başlar. Hep beraber Mısır’a giderler ve nihayet tüm aile birbirine kavuşur: “Yusuf’un yanına girdikleri zaman, ana-babasını kucakladı, ‘Güven içinde Allah’ın iradesiyle Mısır’a girin!’ dedi” (Yusuf, 93-99).
BABAMI KORU
Kuran pek çok yerde ana-babaya iyi davranmanın önemini vurgular: “Ana-babasına çok iyi davranırdı; o, isyankâr bir zorba değildi (Meryem, 14)”. Anne-baba için daima hayır dilenmesi öğütlenir ve her namazda onlar için dua edilir. Bununla birlikte, kuşaktan kuşağa aktarılan geleneksel yanlışlarda “Babalarımızı bu yolda bulduk (A’raf, 28)” diyerek ısrarcı olmanın zararına dikkat çekilir.
*
Doğamızdaki bozulma, zamanla öyle artıyor ki artık içimizden yüzeye çıkıyor... İşler bu raddeye ulaşınca yüzeyi temizlemeden hayata devam etmek mümkün mü?
İÇİMİZDEKİ DENİZ
Bizler de bir bakıma deniz gibiyiz. “Gönül bir deryadır, ondan çer de geçer, çöp de geçer” demiş atalarımız. Mevlânâ’nın ifadesiyle “Duygular ve düşünceler, berrak suyun üstünü kaplamış, çerçöp gibidir”. Mesele, o çöplerin birikip, gönlümüzde çevre kirliliğine yol açmaması; “içdenizimizin” kararmaması.
Bir taraftan egomuzu/nefsimizi zorlayan şeyler, diğer yandan kalbimizi kıran davranışlar... Tüm bunlar içimizi dolduran zararlı atıklar gibi. Kurtulmanın yoluysa, denizlerimizi kurtarmaktan farklı değil. Bize hem yüzey temizliği lazım, hem de bir atık filtreleme sistemi.
YÜZEY TEMİZLİĞİ
Öncelikle görünürde zor ama aslında nispeten kolay olan yüzey temizliğinden başlayalım. (Elbette burada bedenimizin ötesinde, iç temizliğinden söz ediyoruz). Gönlümüze ferah bir nefes aldıracak işlerin başında affetmek gelir. Herhangi bir zorlama olmadığı halde kırgın veya kızgın olduğumuz kişileri affetmek, yüreğimizi hafifletir.
Aslında uzmanlar, herkesi deniz kirliliği konusunda nicedir uyarıyordu. Ama denizin içine değil sadece yüzeyine baktığımız için bu uyarıları yeterince ciddiye almadık. Gözümüzle görmeden inanamayız ya, bir türlü... Ne zaman ki kirlenme “deniz salyası” olup kıyılarımıza ve yüzümüze vurdu, konu birden gündeme geldi. Tam da 5-11 Haziran Çevre Koruma Haftası’nda, “çevre hastası” Marmara Denizi’nin üzücü halini konuşuyoruz...
HEPSİ BİZİM Mİ?
İnsan denen varlık, kendini dünyanın tek hâkimi ve mutlak sahibi zannetse de durum böyle değil. Yapıp ettiklerimiz, günün birinde ya bizi ya da bizden sonraki kuşakları buluyor. Çevre felaketleri bunun en bariz örneği değil mi? İslam’ın bu konudaki ölçülerine karşın Müslüman coğrafyasında da çevre sağlığının parlak durumda olduğu söylenemez.
ÇÖP BİRİKTİRENLER
Toprağa tükürüp üstünü örtmemeyi dahi kınayan Hz. Peygamber, su kuyularının çevresinde en az 20 metrelik bir boşluk bırakılıp her türlü faaliyetten arındırılmasını istemişti. Ağıllarınsa su kaynağından en az 35 metre uzakta olmasını tavsiye etmiştir. Ayrıca su kaynaklarına ve nehir kenarlarına “abdest bozmanın” yanlışlığını pek çok defa vurgulamıştır. Resulullah’ın “boş sahaları temiz tutun; evlerin iç avlularında çöp biriktirenlerden olmayın” hadisi, pekâlâ “denizlerde çöp biriktirenlerden olmayın” biçiminde okunabilir. Onun sözleri üstünden yaklaşık 1400 yıl geçti. Ama gelin görün ki, kanalizasyon atıkları denizlere, göllere veya nehirlere günümüzde bile kontrolsüzce boşaltılabiliyor.
KÖPÜK GİDERSE
Kuran, “
Zafer üstüne zafer... Uçsuz bucaksız bir yayılma ve zenginlik... Ama bugün, önemli etkisine ve mirasına karşın bir “Cengizli-Moğol” medeniyetinden söz etmiyoruz. Çünkü “istila” ile “fetih” aynı şey değildir. Askeri zaferler, sizi büyük bir medeniyet yapmaya yetmez.
İDEALİST BİR GENÇ
Genç Sultan II. Mehmet de güçlü bir orduya ve dönemin en ileri silahlarına sahipti. Ama 29 Mayıs 1453’te, “Konstantiniyye” fethedildiğinde, o benzersiz şehre, ganimet peşinde bir istilacı olarak değil, idealist bir lider olarak girecekti. “Güzel komutan”, onu haritadan silmek yerine, idealleri doğrultusunda canlandırmayı hedefliyordu. Bu amaçla, şehrin tahrip edilmeden devralınmasını istedi ama buna imkân bulamadı. Yine de Ayasofya gibi değerlerin zarar görmemesi, hatta onarılması için bizzat devreye girdi. Şehir halkına inançlarını, dillerini, işlerini koruyarak hayatlarına devam edecekleri teminatını verdi. Elbette bu tutumu, İslam medeniyetinin 800 yılı aşkın fetih ilkelerinin uzantısıydı ama sadece bir hukuk ilkesinden ibaret değildi.
DOĞU’NUN VE BATI’NIN FATİHİ
Fatih’in nihai gayesi, Roma-Bizans-Latin medeniyetini yerle bir etmek yerine, onu çok daha “ileri” bir noktaya taşımaktı. Bu “ileri” noktanın, İslam medeniyetinin etik idealleriyle şekillendiği muhakkaktır. Ayrıca Fatih, tarihi iyi bilen, çok yönlü bir lider olarak, sadece Alpaslan’ın, Selahaddin Eyyubi’nin ve atalarının değil, aynı zamanda Büyük İskender’in ve Sezar’ın izlerini takip ediyordu. Zaten bir sonraki büyük hedefi, Roma İmparatorluğu’nun ilk başkentini de fethetmek; böylece “Doğu’nun ve Batı’nın fatihi” olmaktı. Elbette bu mirası devralmanın, sadece askeri başarılarla mümkün olmadığının bilincindeydi.
BİR ŞEHRİN
Hz. Peygamber’in pek çok defa İbn Ümmü Mektum’a güvenip onu vekil olarak seçmesi, bedensel engellilere bakış açısından çok önemlidir. Bir devlet başkanının, ülke dışına çıktığında yerine engelli bir vekil bırakması fevkalade ve şaşırtıcı bir olaydır. Bırakın 7. yüzyılı, engelli haklarının giderek daha fazla önemsendiği günümüzde bile böyle bir uygulamaya rastlanması, çok düşük bir olasılık.
KALPLERİ KÖRELTMEYELİM
KURAN’DA görme engelli birinin hafife alınması kınanır; üstelik onun samimi inancıyla Mekke’nin güçlü kişilerinden daha değerli olduğu vurgulanır (Abese, 1-10). Hz. Peygamber’in İbn Ümmi Mektum’u Medine’ye vekil bırakması, işte bu ayetlerin işaret ettiği hassasiyeti yansıtır.
*
Bedensel engeller, Kuran’da bir eleştiri konusu değildir. Ancak konu “düşünsel körlük” olduğunda durum tamamen farklıdır. Önyargılı tavırlarla düşünmekten kaçınmak, “kalp gözünü” veya “kalp kulağını” hakikatlere kapamak, Kuran’da açıkça eleştirilir: Yanlış olan, baş gözüyle görememek değil, kalp gözüyle “hakikati” görmemektir.
*
Birbirini “görmezden” gelmek, haklı taleplere “kulaklarını tıkamak”, başkalarının sesini “duymamak”, toplumsal uyumun karşısındaki en önemli engeller değil mi? Öyleyse gelin bir yandan bedensel ve zihinsel engellilerin hayatını iyileştirmeye çalışalım... Diğer yandan da önyargılarımızı, duygusal ve düşünsel engellerimizi kaldırmaya gayret edelim.
Osmanlı devrinde, ramazan bayramında devlet görevlilerine yeni elbiseler dağıtılırdı. Hatta Fatimiler, bu gelenek nedeniyle ramazan bayramına “idü’l-hulel” (elbise bayramı) dahi demişlerdir. Bu geleneğin kökeninde, muhtemelen Hz. Peygamber’in bayram sabahında yeni elbiseler giymeye özen göstermesi yatıyordu.
“Bayramlıklarını giymek”, ramazan boyunca arınan bedenin, temiz bir başlangıç yapmasını simgeler. Gelin biz de bayramı, yeni ve temiz kıyafetlerle karşılayalım. Ama sadece dış giysilerimizi değil, duygu ve düşüncelerimizin elbisesi olan dilimizi de yenileyelim. “Bayramlık ağzımızı”, “kirli ve yıpranmış” ifadelerden arındırıp, güzel bir başlangıç yapalım. Gelin bu bayramdan itibaren şunları...
SÖZLÜĞÜMÜZDEN ÇIKARALIM
Körle yatan, şaşı kalkar.
Gözü kör olsun / Kör olasıca!
Kurtlu baklanın da kör alıcısı olur.
Dokuz körün bir değneği.
"Haziran gibi toparlarız... Eylülde kendimize geliriz... Yıl sonunda rahatlarız... Aşı olmadan bitmez bu iş...” 2020 yılının ramazanı sona ererken işte bunları konuşuyorduk. İşin garibi, bir yıl sonra da konumuz hâlâ aynı. Çünkü evdeki hesap salgına uymadı. Aldığımız tedbirler yetmedi, yeni varyantlar durumu zorlaştırdı. Bir avuç virüs, tüm dünyayı allak bullak etmeye yetti. Herkeste bir “iç” sıkıntısı...
BÜYÜK BAŞARI, UZUN YOL
Öte yandan bu karamsar tabloya rağmen, insanlık, yıkıcı bir salgınla ilk defa böylesine etkili bir mücadele verdi, veriyor. Veba, çiçek, tifüs, kolera salgınlarını hatırlayınca; 1,5 yılda, 50 milyon kişinin ölümüne yol açan İspanyol gribini düşününce... Bir yılda verilen mücadele, “başarı” tablosu olarak görünüyor. Yine de “gurur” tablosundan henüz çok uzaktayız. Fakir ülkeler başta olmak üzere aşı temininde ve aşılamada daha gidilecek uzun bir yol var. Ayrıca aşı-ilaç konusunda, ticaretin temel kurallarıyla insanlık değerleri ortak bir noktada buluşabilmiş değil.
BİR MUSİBET...
"Eline sağlık... Sağ ol... Çok teşekkürler...” Ne güzeldir bir teşekkür ifadesi duymak. Duyduğumuzda daha bir şevkle çalışırız. Sıkıntımızı gideren bir kişiye “şükranlarımızı” sunarız. “Nasıl teşekkür edeceğimizi bilemediğimiz” kimselere “minnettar” oluruz. Bunlar, insanlar arasındaki şükran-teşekkür alışverişi... Teşekkür, Yaradan’a yöneldiği zamansa buna “şükür” denir: “Şükürler olsun sana, ya Rabbi!” Kuran’a göre, kazançtan yağmura, rüzgâra, hayvanlara varıncaya kadar her nimet, şükür vesilesidir.
KALPTEN DİLE GETİRMEK
Nasıl insanlara “içinden” teşekkür etmek yetmez de onu söylemek gerekirse aynısı şükür için de geçerlidir. Şükrü “dile getirmek”, elbette bunu diğer insanlara duyurmak ötesinde bir gaye taşır: Nimetin değerini insanın kendine (nefsine) hatırlatması...
*
Dille şükür, aynı zamanda dili güzel söze ve teşekküre alıştırmaktır. Nitekim İslam kültüründe, insanlara teşekkür, şükrün ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.”
OLANI GÖR
Gündelik hayatta “nasılsın” sorusuna verdiğimiz klasik cevaplardan biri de “şükür, iyiyim” olur. Bu otomatik “şükür”, aslında insanın kendiyle ilgili olumlu hissetmesi için bir vesiledir. Öte yandan şükür, kendini kandırmak değildir; bardağın dolu tarafını görüp bundan mutluluk duymaktır. Ayrıca “haline şükretmek”, edilgen bir kanaatkârlık anlamına gelmez. Yani şükretmek, bardağın boş tarafını doldurmak için çalışmaya engel değildir. Eksikleri görüp, tamamlamaya gayret ederken de eldekinin kadrini, kıymetini bilmek mümkündür.
SIKINTIYA ŞÜKREDİLİR Mİ?