BİR BAŞIMIZA
Malum... Kendi ellerimizle kirlettiğimiz dünyamız git gide ısınıyor, kavruluyor. Orman yangınları yerkürenin dört bir yanında muazzam bir tahribata yol açıyor. Yangınlar bir başladı mı, kolay kolay söndürülemiyor. Öte yandan seller kasabaları, binaları, araçları önüne katıp sürüklüyor. Küresel çevre sorunlarını çözmek için tüm devletlerin işbirliği şart. Bizlerse kendimizi, bu büyük resimde küçücük ve etkisiz görebiliriz. Ama unutmayalım ki “Ateşi tek başımıza söndüremesek bile, hiç değilse içimiz rahat gideriz bu yolda”.
NELER YAPABİLİRİM?
Bu vesileyle çevre kirliliğine karşı bireysel olarak alabileceğimiz bazı temel önlemleri bir kez daha hatırlayalım...
Odadan çıkarken ışıkları söndürmek
Tasarruflu ampulleri tercih edip, zorunlu olmayan ışıkları kullanmamak
Diş fırçalarken, el-yüz yıkarken, tıraş olurken musluğu sürekli açık tutmamak
Dilimiz, teşekkür ifadeleri açısından hayli zengin. Ayrıca pek çok hayır duası, günlük konuşmalarımızın parçasıdır: “İşiniz rast gitsin”, “Ayağınıza taş değmesin”, “Allah korusun”, “Allah’a emanet”... “Allah razı olsun”, “Allah iki cihanda aziz etsin”...
*
Bazen de öyle durumlar olur ki karşımızdakilere “nasıl teşekkür edeceğimizi bilemeyiz”. Bize yardımı dokunanlara “ne kadar teşekkür etsek az” geldiğini düşünürüz. Onlara tek kelimeyle “minnettar” oluruz. Son günlerde yaşadığımız ve halen devam eden yangın felaketleriyle mücadele edenlere minnettar olduğumuz gibi...
*
‘HALİL’ İBRAHİM
Hz. İbrahim, Türkiye’de halk arasında “Halil İbrahim” adıyla da anılır ve ona hürmeten çocuklara bu isim verilir. Aslında “dost” anlamı taşıyan “halil”, İbrahim peygamberin ismi değil, Kuran’da ona verilmiş bir vasıftır: “Allah, İbrahim’i dost (halil) edinmiştir (Nisa, 125)”. Doğru yola ileten hakiki “dostu” seçmenin önemi, Kuran’da sıkça vurgulanır: “Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına (evliyaullah) hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. (Yunus, 62)”
DÜNYA, AHİRET DOSTUM
Türkçedeki “veli”, “evliya” kelimeleri de Kuran’da sıkça kullanılan “dost” anlamındaki “veli” kelimesinden gelir: “Biz dünya hayatında da ahirette de sizin dostlarınızız. (Fussilet, 31)” “Dost”, İslam kültüründe Yaradan’ı, onun “dostum” dediği peygamberleri ve “Allah’ın dostlarını” ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber’in son nefesini vermeden önce “En yüce Dost’a...” dediği rivayet edilir. Yunus Emre de, “hakiki dost”u görebilmek için gönüllere bakmak gerektiğini düşünür: “Yunus sen dilersen, dostu görem dersen / Ayandır görenlere, işte gönül içinde.”
ÖLÇÜLÜ SEVMEK
Elbette “inanç” ve “hakikat” dostluğunun yanında arkadaşlığın dünyevi boyutları da vardır. Örneğin Resulullah’a “Dostların en hayırlısı hangisidir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Sen onu hatırladığında sana yardım eden ve iyilikte bulunandır. Bundan daha hayırlısı ise sen onu unuttuğunda bile seni hatırlayandır.” Kişi her konuda olduğu gibi dostlukta da yumuşaklığı benimsemeli ve aşırılıktan kaçınmalıdır: “Sevdiğini ölçülü sev. Çünkü o, bir gün nefret ettiğin kişi olabilir. Nefret ettiğin kişiye de aşırı nefret besleme. Gün gelir o da dostun olabilir.”
Başkalarının hakkını, kendi hakkımız gibi adaletle gözetiyorsak
Başkalarının derdini, kendi derdimiz gibi önemsiyorsak
Başkalarının mutluluğunda, kendi mutluluğumuzu buluyorsak gönlümüze her gün bayram.
Eğer...
Aynada yüzümüze, saçımıza baktığımız kadar iç güzelliğimize de bakıyorsak
Kıyafete, makama, güce, diplomaya baktığımız kadar gönüllere de bakıyorsak
Maddi zenginlik kadar manevi enginliğe de bakıyorsak yüreğimize her gün bayram.
Bu çok üzücü olaya, kuraklığın yanı sıra tarım nedeniyle göle yeterli su gitmemesinin neden olduğu söyleniyor. Bilimsel rapor henüz açıklanmadığı için tam nedeni bilemiyoruz. Ama çevre sorunlarının, doğal kaynakların yanlış tüketimiyle bağlantılı olduğu aşikâr.
Hz. Peygamber’in su kullanımıyla ilgili bir tavsiyesinin, bu çağda bile layıkıyla anlaşıldığını söylemek çok zor... Resulullah, bir gün nehirden getirilen bir kap suyla abdest almış. Kapta kalan temiz suyuysa geri vererek şöyle demiş: “Bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.” Bizler, sadece kendi gıdamızın derdine düşüp diğer “canlıların kursağını” görmezden gelirsek, çevremizin iyiye gitmesi mümkün mü? Kendimizi dünyanın tek ve mutlak hâkimi zannetsek de aslında hepimiz doğal hayatın parçasıyız: “İki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır (En’âm, 38)”.
*
İslam medeniyetinde kuşların ve tüm canlıların varlığını gözetmek, sadece dünyevi değil aynı zamanda manevi bir sorumluluktur: “Hiçbir kişi yoktur ki bir serçeyi yahut ondan daha büyük bir canlıyı haksız yere öldürsün de yüce Allah ona bunun hesabını sormasın!” Hz. Peygamber bir sahabeden, elindeki yavru kuşu derhal yuvasına geri bırakmasını; kuşun “annesini üzmemesini” istemişti. Kuşları ve yuvalarını korumaya yönelik bu hassasiyeti, mimaride bile görmek mümkündür. Örneğin Osmanlı’da cami duvarlarına kuş evleri, avlulara ve mezarlıklara kuşlar için su hazneleri inşa edilirdi. Bazı köylerdeyse güvercinlikler bulunurdu.
*
Osmanlı’da kafesteki esir kuşların özgür bırakılması gibi ilginç bir hayır-sadaka geleneği vardı. Günümüzdeyse çevre kirliliği nedeniyle gökyüzü dev bir kafese dönüşüyor. Ellerimizle inşa ettiğimiz bu “gök-kafes”te esir ve nefessiz kalmak istemiyorsak, hepimiz doğaya daha fazla özen göstermeliyiz.
Eski zamanlarda bu durumdan yararlanmak isteyen “uyanıklar”, hayvanlarını pazara götürmeden önceki günlerde sağmazmış. “Bu hayvanın sütü çok boldur, buyurun kendiniz bakın” diyerek sütleri pazardaki alıcıların önünde sağarlarmış. Hayvanın nasıl bol süt verdiğini kendi gözleriyle görenler de hemen tav olur, bu “getirisi yüksek” koyunu-ineği kendi rızalarıyla iyi bir paraya satın alırlarmış. Hz. Peygamber, işte böyle bir “ürün demosunun” bile “alıcıyı aldatma” sayılacağını belirtmiş, en “küçük” hilenin dahi helal ticarete mâni olduğunu söylemiştir. Yanlış yönlendirmeyle kazanılan para, “Elde tutulan bir ateş parçası” gibidir; “Bizi aldatan bizden değildir”.
Kuran’da haksız kazanç elde etmek, insanlığı felakete sürükleyen davranışlardan biri olarak tarif edilir: “İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. (Şuarâ, 183)” Bu esaslar uygulamaya da yansımış, örneğin Osmanlı devrinde dolandırıcılık ve sahtecilik yapanlar, 10-15 yıllık kürek mahkûmiyeti almışlardır. Ayrıca suçun büyüklüğüne göre dolandırıcılar teşhir ediliyor; hilekârlara pranga, sürgün, görevden atılma, meslekten ömür boyu men gibi cezalar verilebiliyordu.
ALTIN YUMURTLAYAN TAVUKLAR
Pek çoğumuz doğal olarak en iyi, en kârlı alışverişi yapmayı isteriz. Sonuçta herkes “sütü bol” koyunlara, sık yumurtlayan tavuklara sahip olmayı hedefler. Ama hızlı kazanç beklentisi ne kadar yüksek olursa kaybetme riski de haliyle artacaktır. Malum... Tavuklar ancak masallarda altın yumurtlar. Ve art niyetli kişiler kendi kazançlarını artırmaya çalışırken, başkalarının payını almaktan çekinmezler: “İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekarlara yazıklar olsun! (Mutaffifîn, 1-3)”
*
Aldatılmanın “cahillere, saflara, akılsızlara” özgü olduğunu düşünenler pek çoktur. Oysa gayet mantıklı görünen, usulen düzgün, hatta hukuka uygun olan bazı işler, vicdana ve iş ahlakına uymaz. Dolayısıyla en temkinli, tedbirli kişiler bile beklenmedik şekilde “şeytan gibi” hilekârlar tarafından aldatılıp kayba uğrayabilir. Bu noktadan sonra artık mesele aldatılmamak değil aynı hataya tekrar düşmemektir. Hz. Peygamber’in bu konuda dile getirdiği “Mümin, aynı delikten iki defa sokulmaz” hadisi, gayet iyi bilinir.
KENDİNİ KANDIRIRSIN
Karneler, okulların son gününde sınıflarda dağıtılırdı. Maalesef çocuklar bu heyecanı, iki senedir gönüllerince yaşayamıyor. Ve ne acıdır ki biz, çocukların tatil sevincini değil, hiç anmak istemediğimiz bir meseleyi konuşuyoruz: Çocuk tacizi!
*
Çocuklar, güç zincirinin korunmaya en muhtaç, en kırılgan, en masum halkası. Onlara yönelik tacizin ve şiddetin her türlüsü de davranışların en vahimi. Hele de yakınlarından gelirse...
HANGİ CEZA YETER?
İster çocuklara, ister yetişkinlere yönelik olsun, taciz ve tecavüz, tarihin pek çok döneminde son derece ağır biçimde cezalandırılmıştır. Örneğin Osmanlı’da tecavüzün cezası, hadım edilmekti (günümüzde de bazı Batılı ülkelerde kimyasal hadım cezası uygulanıyor). Ayrıca cinsel taciz de cezaya tabiydi.
*
Ne var ki en ağır cezalar veya hukuki hassasiyetler bile, bu tür olayları önlemede yetersiz kalmıştır. Nitekim çocuk tacizi olaylarına Osmanlı mahkeme kayıtlarında rastlamak mümkün. Bu da bizi kamu hukukundan bile derin bir gücün kapısına getiriyor:
Resim, öğrencileriyle beraber sergiyi ziyaret eden [Ord.] Prof. Dr. Süheyl Ünver’in teşhir edilen eserleri tetkik edişini gösteriyor.”
*
Böyle bir sergi haberi, günümüz koşullarında ana sayfaya çıkacak kadar ilgi çekici sayılmaz. Ne de olsa Türkiye’nin dört bir yanında hat, ebru, çini, tezhip gibi geleneksel sanatlarla ilgili pek çok sergi açılıyor. Ancak 1950’lerde durum böyle değildi.
DEĞERLER KAYBOLMADAN
Türkiye bir yandan hızlı bir kültürel değişim yaşıyor, diğer yandan geleneksel yüksek kültür giderek unutuluyordu. Hem Batı’yı, hem kendi kültürünü iyi bilen kimi isimlerse, o dönemde ortak bir çaba içine girdi: Çağdaşlaşma sürecinden ayrılmadan, yüzlerce yıllık İslam-Osmanlı-Türk medeniyetinin kültürel mirasını koruyup yaşatmak.