Paylaş
Resim, öğrencileriyle beraber sergiyi ziyaret eden [Ord.] Prof. Dr. Süheyl Ünver’in teşhir edilen eserleri tetkik edişini gösteriyor.”
*
Böyle bir sergi haberi, günümüz koşullarında ana sayfaya çıkacak kadar ilgi çekici sayılmaz. Ne de olsa Türkiye’nin dört bir yanında hat, ebru, çini, tezhip gibi geleneksel sanatlarla ilgili pek çok sergi açılıyor. Ancak 1950’lerde durum böyle değildi.
DEĞERLER KAYBOLMADAN
Türkiye bir yandan hızlı bir kültürel değişim yaşıyor, diğer yandan geleneksel yüksek kültür giderek unutuluyordu. Hem Batı’yı, hem kendi kültürünü iyi bilen kimi isimlerse, o dönemde ortak bir çaba içine girdi: Çağdaşlaşma sürecinden ayrılmadan, yüzlerce yıllık İslam-Osmanlı-Türk medeniyetinin kültürel mirasını koruyup yaşatmak.
*
Bu doğrultuda çalışan en önemli isimlerden biri, Türkiye’de tıp tarihi araştırmalarının da öncüsü olan hekim, tarihçi ve sanatkâr Süheyl Ünver’dir (1898-1986). Ünver, yıllar boyunca sayısız araştırma ve makale yayınladı. Nadide tezhip eserlerini kayda geçirdi. Kültür mirasının adeta görsel hafızasını çıkarıp, tarihi binaları, eski evleri resimledi. Ama hepsinin ötesinde, Topkapı Sarayı’nın nakkaşhanesini canlandırmak amacıyla 1936’dan itibaren kurslar düzenledi. Bu sahada küçük yaşta edindiği usta-çırak adabını modern bir anlayışıyla harmanlayıp çok sayıda talebe yetiştirdi. O talebeler içinde biri vardı ki, Ünver’e yıllar boyunca yakın bir dost ve yoldaş oldu: Rauf Tunçay.
MEDENİYETE ADANAN HAYATLAR
Tarih eğitiminin ardından, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin en önemli isimleri arasına katılan Rauf Tunçay (1922-1989), geleneksel süsleme sanatlarına gönülden bağlıydı ve onun yaşatılması için elinden geldiğince çalıştı. Araştırmalar kaleme aldı; öğrenciler yetiştirdi. Ayrıca çiniler başta olmak üzere klasik eserleri belgeleyip modellerini üretmeye gayret etti. İşte Hürriyet’te 67 yıl önce duyurulan o sergi, böyle bir çabanın ürünüydü. Onlar gibi pek çok ismin emekleri sayesinde bugün, hat-yazı ve süsleme sanatları yaşamaya devam ediyor.
GEÇMİŞTEN GELECEĞE
Bizler, yüzyılların mirasını sonraki kuşaklara aktaran herkese borçluyuz. Geçtiğimiz günlerde Lokman Coşkun ve Fuat Selim Ramazanoğlu imzasıyla yayınlanan “Rauf Tunçay: Bir Sanatçının Mirası” adlı eser, bu borcu en güzel şekilde ödeyen, örnek bir çalışma. Mimariden minyatüre, şiirden müziğe kadar her alanda böyle özenli çalışmalara büyük ihtiyaç var. Çünkü sanat ve sanatçı olmadan, bir medeniyetin ne yükselmesi mümkün, ne de gerçek anlamıyla yaşaması.
YA, ‘ALLAH’ YAZIYORSA...
MALUM... Yazının ve hat sanatının İslam medeniyetinde özel bir önemi vardır. Müslümanlar eski devirlerde, türbelerden hamamlara kadar pek çok binanın üstünde ayetler, dualar yazılmasına aşinaydı. Camilerde duvarlara nakşedilmiş ayetlerin yanı sıra, Esma-i Hüsna’nın; Hz. Peygamber’in, Dört Halife’nin, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in isimlerinin yazılı olduğu levhalar bulunurdu. Daha küçük boyutlu olanlarsa evlerde ve ortak mekânlarda görülürdü. Yani Müslümanların görsel dünyasında hat sanatı eserleri, duvarları süsleyip hep yüksekte olmayı hak edecek kadar değerliydi.
Türklerin sokakta buldukları kâğıt parçalarını yerden alıp, yüksek bir yere koymaları, Osmanlı’yı ziyaret eden yabancı gezginlerin hayli ilgisini çekmiştir. Bunun sebebini sorduklarında “Eğer kâğıtta Allah’ın adı, bir ayet veya bir dua yazıyorsa ayaklar altında kalmasın, pislenmesin” diye hassasiyet gösterildiğini öğrenirler.
*
Tabii, eski devirlerde okuma bilenler pek azdı. Sokakta bulunan bir kâğıt parçasında gerçekte neyin yazdığını anlamak, herkesin harcı değildi. İşte biraz da bu sebeple yerdeki kâğıtlar, “Olur a üstünde Hakk’ın sözü yazılıdır” diye hürmeten kaldırılırdı. Benzer bir özen, evlerde muhafazasıyla duvara asılan Kuran için de geçerliydi elbette. Aynı gelenek, günümüzde kitaplıkların en üst rafında kendini gösterir.
HEM BİÇİM, HEM İÇERİK
Öte yandan yazılı kâğıda ve “Allah kelamına” gösterilen bu şekli hürmetin, üstünde yazanlara, yani içeriğine gösterilmemesi, özünün anlaşılmadan geçilmesi eleştirilmiştir. Örneğin Mehmet Akif şöyle der: “Lafz-ı muhkem yalnız anlaşılan Kuran’ın / Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mananın / Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına / Yahut üfler geçeriz, bir ölünün toprağına.”
Paylaş