Paylaş
Denizi seyrediyorum. Poyraz… Deniz çalkantılı… Sahile vuran dalgalar köpük köpük ayaklarımın dibinde patlıyor. Koca bir gemi geçiyor uzaktan, heybetli mi heybetli. Geminin kaptanına sesleniyorum: “Denizi dalgalandıran sen değilsin ey koca gemi! Seni de bir yüzdüren var!” Sesim rüzgârda dağılıyor… Bu manzara gerçek mi? Köpükler, dalgalar, rüzgâr ve gemi… Yüzeydeki görüntüler… Ve deniz, derininde bir yerde sessiz, çalkantısız, umarsız, rüyasını seyrediyor. Bir damla olduğum kadar denizim de! Biliyorum çünkü benim zihnim de böyle… Kâh kendini köpük zannetmede kâh dalgalarla çalkalanmakta, kâh derinlerde sükûn içinde… Gemiyi gezdiren de benim, ben olmasam da gemi gezmede… Lodos olsa daha iyiydi ama poyraz da pek sarhoş edici; ayık sarhoşluğumu kim verdiyse, O’ndan başkası alamaz benden. Hür olanlar böyledir! Aşk şarabı içerler, evreni seyreder, mest olurlar! Ah bir de nefsim araya girmese; nefs içkisi kafayı bozar, işte hakikati örten ‘Hmer’ budur, hasta eder! Hasta olan doktor arar, şifa sorar, hastanın edebi budur, bir de hastalığını bulaştırmama gayreti… Aman doktor, canım doktor, derdime bir çare!
AYNI GEMİDEYİZ
Onlar da çare arıyor. Kara kara düşünüyorlar. Korkuyorlar. Hepsinin derdi ayrı. Kimi kurban can derdinde kimi kasap et derdinde. Oturmuş her şeyin nasıl daha iyi olacağını konuşuyoruz. Akıllı adamlarız, hepimizin bir fikri var: “Ben olsam şunu şöyle yapardım…” Gel gör ki, bir de fikri veren var… Sana senden yakın olan var! Yar ve yardımcı; Dost! Ondan gafil olan özgür müdür? Ey özgürlükten dem vuranlar, nefsin kölesi olmayı özgürlük mü sayarsınız? Anlatamıyorum, “Hayır, failler dışarıda. Özgürlüğümüze kast edenler var. Huzurumuzu bozanlar var.” Öte taraftan bakınca edepsizler var, bozguncular… Herkes birbirinden mustarip. İşe kendinden başlamaya gönüllü çıkmıyor, enteresan. Aman… Ne büyük sorumluluktur Yaradan’ın işine soyunmak! O’nun görevlendirdikleri müstesna! Bakmayın konuşuyorum, sorumluluğum nerede başlar, nerede biter, emin olamıyorum bu günlerde. Yoksa bu da mı yalan? Kendisi himmete muhtaç dede, başkasına nasıl himmet ede? Aynı gemideyiz. Derviş Baba gözümün önüne geliyor: “Evladım, sorumluluğun kendinde başlar, kendinde biter! Merkez Efendi’yi hatırla, merkezini bul, cevaplar orada!”
- Korkma, her şey yerli yerinde!
MÜKEMMEL AHENK
Kardeşi Cem Sultan’a rağmen, babası Fatih Sultan Mehmet’ten tahtı devralan II.Beyazıt Han zamanı… İmparatorluk büyüme sancısı içinde, saraydaki gerginliğe dış tehditlerden kaynaklı rahatsızlıklar tuz biber ekmekte. Devlet güçlü olmak zorunda. Böylesi zor zamanlarda halkın huzursuzluk çıkarmasına müsamaha edilemez. Düşman zaten pusuda…
Koca Mustafa Paşa’daki Halveti dergâhının postnişi Şeyh Sümbül Sinan Efendi’nin dervişleri, şeyhlerinin sohbetinden feyz almak üzere çevresinde halka olmuşlar, Efendi’nin ağzından çıkacaklara kulak kesilmişlerdi. Şeyh Efendi sordu: “Söyleyin bakalım, Yaradan’ın kudretine sahip olsaydınız, neler yapar ya da neleri değiştirirdiniz?” Dervişler birer birer söz almaya başladılar: “İçki belasını tamamen ortadan kaldırırdım efendim”, “Tüm hastalıkları iyi edecek bir ilaç var ederdim”, “Herkesi Müslüman yapardım”, “Barış”, “Refah, huzur”, “İstibdada son, özgürlük”, “Mutluluk”… Fikirlerin her biri elbet birbirinden iyi niyetli ve hoştu. Fikrini beyan etme sırası Derviş Musa’ya gelmişti: “Efendim, fakir her şeyi yerli yerinde, merkezinde bırakırdım. Kuşku yok ki Yaradan isteseydi evreni daha farklı yaratmaya gücü yeterdi. Ancak en hayırlısı böylesidir. Hayat mükemmel bir ahenk içindedir. Haşa, Yaradan olsam, giden bir hırsızın yerine bir hırsız, bir delinin yerine bir deli, velinin yerine de yine bir veli getirirdim. Orantıyı korur, durumu kıyamete kadar bu minvalde devam ettirirdim.” O günden sonra Derviş Musa, ‘Merkez Efendi’ ismini aldı, Sümbül Efendi’nin halifesi oldu ve ustasının Hakk’a yürüyüşünden sonra posta oturdu. Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni’nin hayranlığını kazanmış, döneminin en büyük âlim ve velilerindendir. Manisa’daki görev yıllarında türlü derde deva 40 çeşit baharattan muhteva ‘mesir macunu’nu icat etmiştir.
DÜZEN EMİN ELLERDE!
Bütün bunları düşünürken telefon çalıyor. Merkez Efendi Hazretleri’nin soyundan gelen sevgili arkadaşımın; “Kalk gidiyoruz, Merkez Efendi Halveti Dergahı’nın son postnişi Nurullah Efendi’nin emanetlerini teslim alacağız” demesiyle yola revan oluyoruz. Nurullah Efendi’nin kızı Asuman Hanım, 80’li yaşlarında ama dinç, capcanlı enerjisi, güler yüzüyle bizi karşılıyor. Tekke terbiyesiyle yetişmiş, son derece modern bir cumhuriyet hanımefendisi. Sohbetine doyum olmuyor. Nurullah Efendi çok iyi bir hat sanatçısı olmanın yanında döneminin en usta neyzenlerindenmiş. Üç bohça emanet; Şeyh Efendi’nin derviş çeyizi, bembeyaz kıyafetleri, yıkanmaktan ufalmış sütlü kahve haydariyesi, aynı renklerde takkeleri, siyah cüppesi, 1920-30’ların gündelik kıyafetleri… O ince işçilik, terlenince değiştirilen içlikler, yakalara dikili yağlıklar, zarif çiçek nakışlı kaftan bizi zamanda bir seyahate çıkarıyor. Emanetler yaşamaya devam edecek, ehline teslim… Giden bir velinin yerini bir başkası almış bile. O da yerli yerinde…
Düzen emin ellerde! Her şey merkezinde! Ya Musa, gölgelerin oyununa aldanma, niyetini temiz tut! Yaradan’dan bu düzende rollerin en hayırlısını iste! Sınavlara sebat et! Gönül evini temizle… Paylaşacak bir güzellik oldukça paylaş! Sabır, her şeyin sonu hayra varır!
Merkez Efendi Hazretleri’nin fikrine misafir, lütfuna mazhar olduk, Elhamdülillah! Tez varıp niyaz edeyim huzuruna… Hu
Paylaş