Paylaş
Sanki her zamankinden de kalabalıktı sarayı. Kapalıydı hareminin kapısı. Aşıklar umutla bekleşiyorlardı önünde. Sıra vardı. “Çekilin yolumdan, ben geldim” diye bağırdım. Susturmaya kalktılar beni. ‘Edepli davranmalı’ idi. ‘Herşeyin bir usulu var’ idi. Dinlemedim, ilerledim. Durduramadılar, dokunan yandı, saman alevi gibi. Ben hışımla yararken kalabalığı, önlerden biri korka korka kapıyı tıklattı. Baktım. Açılmadı. “Henüz zamanı gelmemiş” diye sızlandı bekleyenler. “Daha güçlü çalmalı, sesini duyurmalı” diye üsteledim oysa ben. Anlaşılan buna cesaret eden çıkmayacaktı. ‘Koca sultan kızdırılmamalı’ idi. Bir kaç çalım daha attım, emin adımlarla geçtim tereddütler içinden. Artık kapının önündeydim. “Güm, güm” kapıyı tokmakladım, ki bu kalbimin gümanıydı(inanç, heves, neşe) aslen. Ama açılmıyordu. Kalabalık dalgalandı. Tartışmalar başladı. Umudu kesenler oldu ve bırakıp gidenler… Yanımdaki bana sabır üzerine vaaz vermeye kalkıştı. Bir diğeri aşk kapısında ölmenin erdemliliğini muştuladı ötekilere.. Belki, ama önce yapacak bir şey daha vardı. Kapıya bir omuz attım hayret dolu bakışlar arasında, bir kez daha ve bir kez daha… Korkunç bir çatırdamayla kırıldı sonunda koca kapı! Aşkın kucağına düşmüşüm öylece, usulca başımı okşadı; “Bugün beni sen uyandırdın ey Șems! O halde ben de bu sabah, seninle dünyayı tutuşturacağım yeniden. Sen çırasın, git Mevlana’yı bul, o meşaledir, yak. Sarsın alevler dört bir yanı. Aşkın edebini hatırlasın insanlar, ateşimle yansınlar”…
Ancak sonrasında aşkı aldatacaktım… Aslında en baştan beri aşkı kullandım. Onun ışığını yoluma rehber ettim. Ne aradığımı biliyordum. Aşk değildi muradım. Ondan faydalandım. Ben ona hizmet ediyordum güya. O beni yanında taşıyordu dışarıdan görene göre. Görevim onu bulaştırmaktı tüm evrene.. Yanıyor ama tükenmiyordum. “Eridi bitti” diyenlere inat, küllerimden doğdum kim bilir kaç kere. Aşk bana güvendi nihayetinde. Onun için ölmeyi pek az kişi göze alabilmişti. Ama bu bir göz boyamaydı. Ben diriydim hep aşkın içinde. Sevgilinin ümidiyle… Bir gün dedim; “Beni yaklaştırsana yâre, sonra dolaşırız seninle yine”. Aşk bir şimşek gibi çaktı. Beni sevgilinin yanına bıraktı. İşte o gün bu gündür. O da beni bekliyormuş, nazlı yârim. Birden tuttum elini. Bir daha da bırakmadım. Bugün aşkı vuslatla(kavuşma) aldattım. Ama bana kızamadı. Aşkın sırrı çözülmeli, doğası bilinmekti çünki. Aşıkla maşuk(sevilen) bir olunca aşk da birlikte eridi gitti.. Artık herşey en baştaki gibi. Hiç… Bir an sessizlik oldu ve “Çok güzeldi, bunu yine yapalım!” dedi biri…
Kendimi bir meyhanede buldum aniden… Gel gör ki ben, ben değildim. Bu gece bir kutlama varmış, ‘şeb-i arus’(düğün gecesi) diyorlar. Șarap su gibi akıyor. Sordum “bu ne şarabıdır?” “Aşk şarabı” dedi meyhaneci, yüzü bir yerden tanıdık geldi, ‘Derviş Baba’ydı ismi. Masalardan birine iliştim usulca. Bunlar meczuplardı. Üstleri başları perişan, kiminin dişleri dökülmüş, hele bir kadın, derisi kertenkele derisine dönmüş, ötekisi, saç sakal birbirine karışmış, bir ağlıyorlar, bir neşeli, gariplerdi… Masanın başında oturan, içlerindeki en pejmürdesi sanki şeyhleriydi. Selam verdim. Sual ettim; “Nasılsınız efendim?”, “Siz nasılsanız biz de öyleyiz sultanım!” demez mi. Aklım başımdan gitti. Hemen yan masaya kaçtım. Bu masa delilerindi. Sohbet acayipti; “Ben Allah’ı o kadar çok severim ki peygamberimi kıskanırım, çünkü Allah ona ‘sevgilim’ dedi” “Amma ettin be küpeli, seviyorsan sevdiğinin sevdiğini de sevmeli” “Henüz o kadar içmedim demek, daha içelim, hey meyhaneci boş bırakma peymaneyi(büyük kadeh)”. Kadeh tokuştururlar; “Miraca inmeye içelim bre akılsızlar”.. Bu masada konuşulanlar bana fazla uçuk gelmişti, ne de olsa bunlar deli, onlara günah yoktur, bari fakirin başını yakmasınlar diye kalktım yanlarından. Meyhaneci yanıma geldi, “evlat, bunlar halkın delisi değil, Hakk’ın delisi, söyledikleri çok inceliklidir, her gün bu sofrada nice put kırarlar, anlamayan pot kırıyorlar sanır, sakın hor görme, lakin deli olunmadan veli olunmaz” dedi ama artık kalkmış bulunmuştum. Halimi anlayan meyhaneci elimden tuttu ve kuytudaki bir masaya getirdi akabinde fakiri; “sanırım senin meşrebine bu masa daha uygun olacak”. O masa ‘hamuşan’(suskunlar) masasıymış. Oturdum ki bir sessizlik gönlümü sardı, bu ne dolu, ne doygun bir sessizlikti, hem hafif hem de dipdiri, tüm buluşlar, tüm unutuşlar, söylenmemiş ne varsa oradaydı. Ve bir anda anladım, ama anlatamazdım ki, hamuş olmuştum. Sırların sırrı söylenmeyenlerdeymiş. Aşıklar sessiz… Sizler için de dualar ettim sessizce… Aşk olsun! Selam olsun! Hu erenlerim…
Paylaş