Erdoğan o sırada 16 Mayıs’ta Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump ile yapacağı kritik görüşmeye gitmek üzere Pasifik Okyanusu üzerinde uçuştaydı.
Putin devam ediyordu: YPG ile (ki o “Kürt oluşumlar” deyimini kullanıyordu) irtibatı kesmeyeceklerdi ama daha fazla silah sağlama gibi bir düşüncesi de yoktu, nasıl olsa YPG başka kaynaklardan silah buluyordu.
Malum daha birkaç gün önce Trump Rakka’yı IŞİD’in elinden almak için başlayacak askeri harekât için YPG’ye daha çok ve daha ağır silah verme kararını açıklamıştı.
Rus lider dolaylı olarak Erdoğan’a “Türkiye’nin NATO müttefiki YPG’ye silah gönderimini artıracağını açıklamışken ben neden irtibatımı keseyim ki” demeye getiriyor. Kendi espri anlayışı içinde hem Trump, hem de Erdoğan’a “Siz nasıl müttefiksiniz böyle?” diye takılıyor bir yerde.
Aslında Erdoğan hazır havadayken bir mesaj da Trump’a gönderiyor: Türkiye’ye ABD ile Rusya üzerinden YPG pazarlığı yapacak hiçbir açık kapı bırakmamış olduğunu ilan ediyor.
Putin’in bu açıklaması Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki işini biraz daha zorlaştırdı doğrusu.
Çünkü dün itibarıyla sadece ABD değil, Rusya da Türkiye’nin muhtemel hamlelerine karşı YPG’yi,(PKK’nın Suriye kolunu) en azından IŞİD harekâtında işleri bitene kadar korumaya aldıklarını ilan etmekte birleşmiş oldular.
Aslında sadece PKK militanları da değil ABD’nin kendi askeri Suriye çöllerinde ölmesin diye IŞİD’e karşı kara gücü, diğer deyişle piyade olarak yararlandığı. Örneğin hafta sonu İstanbul’da, Kadıköy’de kızıl yıldız ve orak-çekiçli bayraklar eşliğinde düzenlenen bir cenaze töreniyle Ulaş Bayraktaroğlu toprağa verildi. Polis dosyası hayli kabarık olan Bayraktaroğlu, Devrimci Parti adında militan-sol bir örgütün yöneticisiydi ve YPG saflarındayken IŞİD militanlarıyla girdiği çatışmada 15 Mayıs’ta Rakka yakınlarında öldürülmüştü. Komünist bir militan için herhalde ABD Merkezi Komutanlık (CENTCOM) tarafından planlaması yapılıp yönetilen bir harekâtta öldürülmek acı olsa gerek, ama 21’imnci Yüzyılın realpolitik’i, güç siyasetinin acı gerçeği bu.
Kendilerine “Sanat kolektifi” diyorlar. Avusturya Gezici Müzesi (MOTA) ve “XXXizm” ortak projesi imiş. Çevik kuvvet polisine benzetilmiş üniformaları içinde cinsiyetleri de belli olmayan on genç insan, alışık olduğumuz polis barikatı duruşuyla yolu kesip öylece duruyorlar. Dünyanın en önemli sanat olaylarından birisinin (ki aynı zamanda Arap Şeyhlerinden Rus oligarklarına, sanat koleksiyoncularına dek dünyanın her yerinden milyonerleri de mıknatıs gibi çekiyor) sakin atmosferi ile tezat oluşturarak “barış” mesajı vermeye çalışan bir sanat performansı bu aslında.
Siz izlemeye başlayınca, kolektifin üniformalı olmayan üyeleri güler yüzle yanınıza gelip ellerindeki kızıl-ötesi ışınla çalışan gece görüş dürbünlerini uzatıyorlar. Onunla bakınca üniformaların göğsünde yazılı, çıplak gözle görülemeyen barış sloganlarını okuyabiliyorsunuz. Sloganlardan birisi de, “Özgürlüğün metni olmaz”, Türk sanatçı Burak Delier’e aitmiş.
Zaten yüksek teknoloji kullanımı adeta güncel sanat üretiminde giderek daha çok kullanılır olmuş, bunu diğer örneklerde de gördük.
Bu grubu ikinci görüşüm, daha doğrusu İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Genel Müdürü Görgün Taner ile birlikte ikinci görüşümüz, ertesi gün Venedik Bienali’nin diğer sergi alanı olan Giardini, yani Napolyon’un işgal sırasında manastırları yerle bir edip üzerine kurduğu “Bahçeler” kısmında oldu.
Ben o sırada ertesi günkü Hürriyet Daily News birinci sayfası için İstanbul ile konuştuğumdan önce Görgün fark etti.
Gençler 50 metre kadar ilerimizde yine yolu kesip “performans” sergilemeye durmuşlardı ama bu defa İtalyan çevik kuvvet polisleri hızla üzerlerine geliyordu. Her şey o kadar çabuk olupbitti ki ne ben, ne Görgün olay yerine yaklaşıp cep telefonlarımızla çekim yapabildik. İtalyan polisi, ellerinde makineli tüfekler, üstlerinde kamuflaj üniformaları ve yüzlerinde Türk polisinden hiç farklı olmayan aynı ifadeyle, kaşla göz arasında grubu dağıttı, daha doğrusu onlar herhangi bir direnişe kalkışmadan dağıldı. Proje sorumluları polisin yanına koşup bunun bir protesto gösterisi değil, sanat performansı olduğunu anlatmaya çalıştı ama nafile, polis yolu kesemeyeceklerini, diğer insanları rahatsız ettiklerini söyledi, izin vermedi.
Beni Venedik Bienaline davet eden İKSV yöneticileri, gecesi gündüzü siyaset olan bir gazeteciye başka bir dünyanın, sanat dünyasının varlığını hatırlatıp ufkunun zenginleşmesine katkıda bulunuyorlardı. Bir noktada kendimi İKSV’nin bir tür sanat deneyinin hedefiymiş gibi gördüm, hoşuma da gitti, itiraf edeyim. Öyle olsun olmasın İKSV haklıydı, içinde olmadığım bir dünyayı gözlemek benim için müthiş bir deneyim oldu ama aynı zamanda güncel sanatın günlük siyaset ile ne kadar komşu olduğunu gözlememe de fırsat verdi.
Çünkü asıl sorun ABD ile.
Erdoğan Çin'den dönmeden oraya uçacak ve 16 Mayıs'ta ABD Başkanı Donald Trump ile görüşecek.
Bu görüşmenin yapılabilmesi pek kolay olmadı.
Gerçi Trump Kasım 2016'da seçimi kazandığında ilk tebrik konuşması yaptığı liderlerden birisi Erdoğan olmuştua ama onu uzun bir sessizlik dönemi izledi.
Trump 20 Ocak'ta resmen göreve başlamadan önce de hemen sonra da pek çok liderle görüştü, kimisini davet etti. Erdoğan ile ilk telefon görüşmesi 8 Şubat'ta oldu. Öncesinde Erdoğan kamuoyuna Trump ile görüşmek istediğini açık şekilde duyurmuştu.
Görüşmesi istediği iki temel konu vardı ama sonradan buna üçüncüsü eklendi.
İlk konu ABD'nin Suriye'nin Rakka şehrini IŞİD'den alma harekatına PKK'nın uzantısı PYD/YPG İle değil, Türkiye ile katılmasıydı.
İkincisi, 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminin arkasında görülen Fethullah Gülen ve gizli teşkilatına karşı iade işlemi ya da en azından yasal takibata başlanmasıydı.
İki gelişme arasındaki sürede şunlar oldu:
- Türk jetleri Sincar'daki PKK mevzilerini bombaladı,
- PYD Başkanı Salih Müslim Amerikalılara "Türkler bizi [PKK'yı kast ederek] vurduğu sürece IŞİD'e karşı Rakka harekatında yararlı" olamayız mealinde şantaj yaptı,
- Amerikalı yetkililer ortaklarına karşı bu saldırıdan dolayı üzüntülerini belirtti,
- Rusya ABD'ye Rakka harekatı işbirliği için açık çek vererek, Ankara'nın bu konuda kendileri ve Amerikalıları birbirine karşı kullanması ihtimaline kapıyı kapattı,
- Vladimir Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki Soçi görüşmesinde Suriye ve YPG'ye dair çizgi değişmedi,
- Erdoğan ABD'ye iki heyet gönderdi. Bir heyet Rakka-YPG konusuna ağırlık vermek üzere Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanı baş danışmanı İbrahim Kalın'dan oluşuyordu. İkinci heyetse Adalet Bakanı Bekir Bozdağ başkanlığında Fethullah Gülen ve Reza Zarrab'ın durumlarını konuşacaktı,
- O arada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Amerikalı mevkidaşı Rex Tillerson ile temastaydı,
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, belkemiğini PKK’nın Suriye kolu PYD’nin militan gücü olan YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçlerine (SDG) ağır silah dâhil yardımın artarak yapılmasına Başkanın onay verdiğini duyurdu.
Açıklama az sonra Beyaz Saray ve ABD Dışişleri tarafından da doğrulandı. Gerçi sırada Kongre komisyonları var ama Türkiye aleyhine mevcut siyasi atmosfer dikkate alınırsa, yardım miktarının artırılması dahi söz konusu olabilir.
Havayı anlatmak için şu ayrıntıyı verebiliriz: Obama yönetiminde görevler üstlenmiş, şimdi kenarda bekleyen, örneğin Richard Haas gibi ağırlığı olan bir isim, açıklamanın hemen ardından “Erdoğan geziyi iptal ederse, otoriter bir yönetimle görüşmemiş oluruz” türünden gayet hakaretamiz bir Twit atmıştı.
Haber geldiği sırada Erdoğan Kuveyt’teydi.
Haber Ankara’da soğuk duş etkisi yaptı. Çünkü 16 Mayıs’ta yapılması beklenen (ki dün açıklama yapıldığı saatte hâlâ Beyaz Saray’dan Erdoğan görüşmesine dair resmi açıklama yapılmamıştı) ilk görüşme öncesi Erdoğan en güvendiği ekibini göndermişti ön temaslar için.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanının güvenlik ve dış siyasetinden sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı İbrahim Kalın günlerdir Washington’da idi.
Orada CIA Başkanından Genelkurmay Başkanına, Ulusal Güvenlik Danışmanına dek üst düzey muhataplarıyla bir araya gelmişlerdi. O arada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Amerikalı mevkidaşı Rex Tillerson ile aynı konularda bir görüşme yapmıştı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise yanında üç savcı hem Fethullah Gülen, hem Reza Zarrab dosyalarıyla muhataplarıyla temaslar yürütüyordu.
Hava olumlu görünüyordu. Hatta üçlü Türk heyeti Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Danışmanı Herbert McMaster ile görüşürken –Cansu Çamlıbel’in haberine göre- “Başkan bir merhaba demek istiyor” denmiş ve ayaküstü görüşmüşlerdi. Bu ayaküstü selamlaşma konusunda basına sızdırılan görüntülerde Trump tam görünmüyor ama Türk heyeti pek memnun görünüyordu.
Çünkü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın istediği sistem değişikliği öyle ezici bir çoğunlukla filan çıkmamıştı.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) oy sayımına geçilirken mühürsüz oyları geçerli sayacağını açıkladığı için yüzde 51,4 “Evet” oranı bile tartışılıyordu.
“Hayırcılar” yüzde 48,6 ile kaybettiklerine inanmıyordu. Onlar için sokaktaki iki kişiden birisinin, bütün zorluklara, yasaklamalara, Olağanüstü Hal koşullarına rağmen oyuyla karşı çıkması yeterliydi; moralleri yüksekti.
HDP eş-başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ hapse atılmıştı ve Kılıçdaroğlu neredeyse “Hayır” kampanyası yürüten tek parti lideriydi.
CHP’nin Deniz Baykal döneminde yüzde 21-22 civarına oturan oy oranı Kılıçdaroğlu döneminde anca yüzde 25 civarına yükselebilmişti. HDP’nin oy potansiyeli, en fazla yüzde 10 tahmin ediliyordu. MHP’nin yüzde 70 kadarı Devlet Bahçeli’ye rağmen “Evet” dememişti, ama oradaki potansiyel de en fazla yüzde 10’un yüzde 70’i idi. Bunun üzerine Saadet’in en fazla yüzde 2,5 tahmin edilen gücünü de ekleyebiliriz.
Yine de toplam yüzde 48,6 etmiyordu.
Bunun anlamı, CHP’nin eğer isterse “Hayır” rüzgârıyla yelkenlerini doldurup, daha önce erişme imkânı bulamadığı kitlelere de erişebileceği bir momentumu, erişebileceği, bir zaman dilimini, imkânı yakalayabildiği idi.
Elbette CHP’nin halkı kışkırtma eylemlerine açık şekilde sokaklara çağırması yanlış olurdu.
Bu doğru. Gül gerçekten kızmış Baykal’a ve “2007’de benim karşıma 367 meselesini, çıkaranın sen olduğunu unutmadım” demeye getiriyor.
Baykal’ın CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın sorularını cevaplarken Abdullah Gül ismine kapı aralamasını ise CHP’nin “parti içi hesapları” ve “taktiklerine” kendisini konu etmesi olarak eleştiriyor. Baykal’ın araladığı kapıyı kapatıyor.
Ancak Gül’ün açıklamaları yalnızca Baykal’ı hedef almıyor.
Dahası var. Örneğin “Ben ciddiye almadım. Üzülerek görüyorum ki bazıları çok ciddiye almışlar ve hatta bazı arkadaşlar doğrusu saygı seviyesini de aşarak neredeyse benim ne yapmam, ne söylemem gerektiğini nasihat edecek kadar da ileri gittiler” dediği bölüm.
Burada doğrudan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı hedef alan bir gönderme yok. Erdoğan’ın “Davadan ayrılan iflah olmamıştır” sözünü kendi üzerine almadığı çok açık. Ancak AK Parti Grup Başkan Vekili Mustafa Elitaş’ın doğrudan hedef alındığı anlaşılıyor; Elitaş’ın aHaber’e “Gül net değil. Spekülasyonları behemehâl (vakit geçirmeden, derhal) bitirmesi gerekir sözleri Gül’ün hedefinde.
Ama Gül’ün asıl mesajı hem iktidara, hem muhalefete.
Gül iktidara da, muhalefete de “Ta 2019’daki seçimleri bırakın, Türkiye’nin acil sorunlarına çözüm bulun çağrısında bulunuyor.
Gül’ün “Türkiye'nin ulusal çıkarlarını tehdit eden gelişmeler var. İçeride bir sürü ekonomik beklentiler, sorunlar, halkın ihtiyaçları var. Herkesin şimdi buna yönelmesi, bunları çözmek için uğraşması ve bu uğurda da elinden gelen her şeyi yapması gerekir” diyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün, 30 Nisan’da Hindistan’a, Hindistan’ın Erdoğan’ı Narendra Modi’ye giderken bir gün önce “Bir gece ansızın gelebiliriz” diye söylediğini tekrarladı.
Bu şarkının Türk siyasetinde ayrı bir yeri vardır. 1974’de Kıbrıs’ta Yunanistan subaylarının EOKA örgütü ile ortak askeri darbesi ve ardından Türkiye’nin Ada’ya askeri müdahalesi öncesine dayanıyor hikayesi. O dönem Kıbrıs Rumlarının, Türkçe yaptığı propaganda yayınında sık sık “Bekledim de gelmedin” şarkısını çalarlarmış. Aynı şekilde askeri yönlendirmeye açık yayın yapan Kıbrıs Türklerinin Bayrak radyosu da ona “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısıyla cevap verir miş. İki güzel aşk şarkısı böylece bir savaşın çatışma şifreleri haline gelmiş.
Ve o tarihten bu yana da Türk siyasetinde, kışkırtmalara karşı beklenmedik bir zaman ve şekilde harekete geçilmesi tehdidi yerine kullanılmış.
Erdoğan, Türk devletinin ortak hafızasındaki bu ifadeyi ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un yaptığı bir açıklama ve basına verilen bir fotoğrafa tepki olarak kullanıyordu.
Fotoğrafta, bir YPG militanı, yanında bir Amerikan askeriyle, ABD bayrağı altında çehrelerinde endişe verici bir pozla Türkiye sınırını gözlüyordu birlikte.
Pentagon açıklamasına göre, güya Türkiye’nin YPG’ye misillemesine meydan verecek şekilde Suriye’den Türkiye’ye atılan bir roket, bir kışkırtma olup olmadığını gözlüyorlardı.
Amerikan askerinin gözlediği Rusya, İran, ya da Kuzey Kore sınırı değil, NATO müttefiki Türkiye’nin sınırı, yanındaki de “terörist” sayıp lideri Abdullah Öcalan’ı kendi eliyle Türkiye’ye teslim ettiği PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’nin bir militanı idi.
Tuhaf değil mi? Bence öyle. Herhalde bu açıklama üzerine ABD’ye Suriye’de ortak harekât çağrısı yapan Rusya’nın Devlet Başkanı Vladimir Putin çok eğleniyordur.