Aslında şu sıralar Suudi Arabistan’ın Katar’a bir hamle yapması bekleniyordu.
Ama bu kadar sert ve Suudi Arabistan’ın kendi gücünün ötesinde bir hamle beklenmiyordu.
Dün, 5 Haziran sabahı itibarıyla Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ile bütün ilişkiyi kestiğini açıkladı. Zaten bu yılın başlarında büyükelçilerini geri çekmişlerdi, dün Katarlı diplomatların 48 saat içinde ülkelerini terk etmesini istediler.
Ayrıca Katar ile kara, deniz, hava sınırlarını kapattılar. Suudi-Mısır ekseni denebilecek bu koalisyona ilerleyen saatlerde Yemen, Libya ve (uçak ve gemilerin Hint okyanusu çıkışını zorlaştıracak) Maldiv adaları da katıldı.
Suudi Arabistan ve Mısır, Katar’ın adeta nefesini kesmek istiyor. Nitekim uçuş rotası olarak elinde yalnızca İran, Irak, Türkiye ve Rusya hava sahası kalan Katar hava yolları uçuşlarının büyük kısmını durdurmak zorunda kaldı.
Hamlenin gerekçesi, Katar’ın “teröristlere” yardım ediyor olması. İlk aşamada İran yanlısı terör örgütlerinden bahis olsa da, ilerleyen saatlerde Batı basınına sızdırılan haberlerde Suriye’de El Kaide bağlantılı radikal örgütler ve Müslüman Kardeşlere destek öne çıkmaya başladı.
Aslında Katar’ın Müslüman Kardeşlere (İhvanı Müslimin) desteği, İhvan’ı “terör örgütü” ilan eden Suudi Arabistan ve Mısır’ın öteden beri şikayetçi olduğu bir konu.
Suudi Arabistan-Mısır ekseni dedik ama hali hazırda Kahire’deki yönetim büyük ölçüde Riyad’ın etkisinde.
Türkiye’nin en itibarlı edebiyat ödüllerinden Orhan Kemal Roman Ödülünü 2016’da yayınladığı “Unutkan Ayna” adlı romanıyla alan Gürsel Korat, 2 Haziran’da düzenlenen ödül töreninde bu kısa ama özlü cümleyi kurdu.
Unutkan Ayna, zaten insanı hemen alıp kendi âlemine götüren bir roman... Korat romanını 1915 Nevşehir sahnesine, Ermeni tehciri ve Birinci Dünya Savaşı zeminine kurmuş. Bize Kırım ve Savaş günlerinde müthiş bir aşk ve nefret hikâyesi anlatmış.
Dolayısıyla “Vicdan gözüyle bakan insan çok şey görür” cümlesi bir yönüyle oraya da değiyor ama, sadece oraya değmekle kalmıyor.
Nitekim Korat devamında ödülünü adaletsizlikle karşı karşıya kalanlar adına kabul ettiğini söyledi.
Bu da anlamlıydı, çünkü daha az önce, Orhan Kemal’in adını taşıyan Beyazıt’taki İstanbul İl Halk Kütüphanesinin tarih kokan toplantı salonunda yaptığı açış konuşmasında, büyük romancı Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, roman ödülü seçici kurul üyelerinden Turhan Günay’ın aralarında olmadığından söz ederek “Özlüyoruz” demişti.
Bir edebiyat ödülü töreninin sınırlarını aşmaksızın, olabildiğince nezaketle yapılan bir küçük hatırlatma aslında Türkiye’nin bir kesitinin ruh halini yansıtıyor.
Turhan Günay, Cumhuriyet’in haftalık kitap ekinin yayın yönetmeni. Bugün 216’ıncı gündür, Cumhuriyet gazetesinden diğer 9 arkadaşıyla birlikte hapiste. Cumhuriyet internet editörü Oğuz Güven de sonradan katıldı onlara, o da bugün 19 gündür tutuklu.
Turhan Günay gibi kendi dünyasında bir edebiyat insanı, iki ayrı terör örgütüne aynı anda üye olmakla, yardım etmekle suçlanıyor; hem PKK, hem FETÖ diyor savcılar, savcılar deyince hâkimlere uymak düşüyor bugünkü ortamda.
Ancak bu durum seçim senaryolarının konuşulmasına engel oluşturmuyor; kulisler şimdiden hareketlenmeye başlamış görünüyor.
Siyasetin önemli bir ismine göre, bunda şaşılacak bir şey yok. İsminin açıklanmasını istemeyen önemli kaynağım, “Hatta” diyor, “Referandum işbirliğine başlanırken bu husus konuşuluyordu”.
Kaynağımın işaret ettiği işbirliği 16 Nisan’daki anayasa değişikliği referandumu.
Referandum sonraki yapılan çalışmalarda MHP seçmeninin kimi yerde yüzde 70’şi aşan oranda “Hayır” demiş olması o kadar önemli değil örneğin Başbakan Binali Yıldırım’a göre.
Çünkü önemli olan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin anayasa değişikliğinin halk oylamasına sunulabilmesi için Meclis’te verdiği stratejik destekti.
Bahçeli’nin o desteği olmasaydı, ne 16 Nisan’da referandum yapılabilirdi, ne de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan AK Parti’nin başına geçebilirdi.
Doğrusu Bahçeli her stratejik konuda bu desteği vereceğine dair sözünden caymış değil, Erdoğan da, Bahçeli’ye laf söyletmiyor.
Türk seçim sistemi aslında seçim ittifaklarına izin vermiyor, ama partiler öteden beri yüzde 10 barajını aşıp Meclis’e girebilmek için seçim ittifakı modelleri geliştirdi.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu dün, 31 Mayıs öğle saatlerinde ABD’ye adeta bir son dakika uyarısı yaparak YPG’yi silahlandırmaktan vaz geçmesini istedi.
Bunun “Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit edeceği” sözü YPG/PKK’nın Suriye’de bir Kürt bölgesi kurmak istediği imasına dayanıyordu. Çavuşoğlu ayrıca YPG’ye verilen silahların bir gün sadece Türkiye’ye değil herkese tehlike oluşturacağını da söyledi.
Çavuşoğlu bu son dakika uyarısının ABD’yi kararından döndürmeyeceğini tahmin edecek kadar dış politika deneyimine sahip bir siyasetçi.
ABD 2014 Kobani muharebesinden bu yana Suriye’deki bütün planlamasını, piyade gücü olarak PKK’nın Suriye kolu PYD’nin milis gücü YPG’yi kullanmak üzerine yapıyor.
Bu planlama, önceki ABD Başkanı Barack Obama’nın siyasetinden kaynaklandı. Bush’un Amerikan askerini Irak çöllerinde öldürtmesine karşı çıkan Obama Suriye’ye Amerikan askeri göndermek istemedi. Onun yerine sadece PKK militanları değil, IŞİD’e karşı savaşmak isteyen Türk solundan militanlar da gidip ABD Merkezi Komutanlık (CENTCOM) komutası altında Rakka önlerinde savaşıp ölmeye başladı.
CENTCOM son üç yılını bu planlamayla geçirdi. Yığınağını ona göre yaptı. Obama’yı bu kararından döndüremeyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir umut yeni Başkan Donald Trump’tan ricacı oldu. En son 16 Mayıs’a Beyaz Saray’da yüzüne söyledi, “Bir terör örgütüne karşı diğerini kullanmak yanlıştır dedi.
Aslında bunu Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e de söyledi.
Ama ikisinden de olumlu yanıt alamadı. Bunun bir nedeni, hem ABD, hem Rusya’nın önceliğinin bir an önce IŞİD’i bertaraf etmek istemesiydi, gerisi sonraki işte. Bir nedeni de Türkiye’nin Suriye karnesinin pek parlak olmamasıydı. Mültecilere kucak açması örnek değildi ama komşusundaki iç savaşın bu kadar içine girip üstelik taraf olmak kötü örnekti.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın 29 Mayıs’ta TBMM 15 Temmuz 2016 darbe girişimini araştırma komisyonuna verdiği ve Komisyon Başkanı Reşat Petek tarafından 30 Mayıs’ta kamuoyu ile paylaşılan yazılı cevaplarından öğreniyoruz.
Aslında bunu tahmin edip yazıyorduk ama artık Orgeneral Akar’ın ağzından teyidini almış olduk.
Yani aslında darbeci cunta planlamasını 16 Temmuz sabaha karşı 03.00’te harekete geçmek için yapmış ama pilotun ihbarıyla darbenin ifşa olduğunu düşünerek 15 Temmuz saat 21.00’a almışlar, bu da sonlarını getiren “bir faktör” olmuş.
Oysa Akar’ın ifadesine göre, Genelkurmay’da yapılan değerlendirme darbe girişimi ile karşı karşıya kaldıkları değilmiş.
Son zamanlarda “adam kaçırma, suikast gibi” iddialarla “birlikte değerlendirildiğinde”, MİT Müsteşarının kaçırılması ihbarının “daha büyük bir planlama olabileceğinden” şüphe duyulmuş.
Evet, FETÖ’nün devletin kurumlarına, o arada Türk Silahlı Kuvvetlerine uzunca bir süredir “yavaş yavaş ve sistematik” bir şekilde “kendisini gizlemek suretiyle sızdığı” bir gerçek olarak saptanmış.
Ama 7 Şubat 2012 (MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın sorguya alınmak istenmesi), 17-25 Aralık 2013 ve MİT Tırlarıyla Suriye’ye askeri malzeme sevkiyatının engellenmesi (19 Ocak 2014) gibi (Akar tarafından sayılan) gelişmeler karşın Fethullahçıların bir darbe ile seçilmiş hükümeti devirmeye “cüret” etmesi “kimsenin beklemediği bir durum” olarak tarif ediliyor.
Uzatmayayım, bu ayrıntıların daha fazlasını okudunuz zaten.
Doğrusu, AK Parti yönetimindeki değişiklik öyle konuşulduğu kadar dramatik olmadı. Örneğin aleyhinde çok yazılıp çizilen Hayati Yazıcı, yine siyasi işlerden sorumlu genel başkan yardımcılığı konumunda. Başbakan Binali Yıldırım için Genel Başkan Vekili makamı resmileşti. Parti sözcülüğüne basınla ilişkileri öteden beri belli bir mesafede ama herkese aynı mesafede yürüten Mahir Ünal getirildi.
Şimdi papatya falına bakma sırası bakanlarda ve yer değişikliği olduğunda bakanlık bekleyen AK Partililerde.
“Sadece AK Partililerde mi? Dışarıdan isimler alınmayacak mı? MHP’li, ya da MHP’ye yakın isimler olmayacak mı?” diye soranlarınız çıkabilir. Bunlar şu anda sadece spekülasyon sayılır.
Siyasi kuliste konuşulan iki temel kabine değişikliği senaryosu var.
Birincisi, daha çok AK Parti olağanüstü genel kurulunun yapıldığı 21 Mayıs’ta zirve yapan senaryo, Erdoğan’ın bakanalar kurulunda ciddi ve köklü değişikliklere gideceği, bu değişikliklere dışişleri, içişleri, adalet, ekonomi gibi bakanlıkların dahil edilebileceği yönündeydi.
İkincisi, Erdoğan’ın bakanlar kurulu değişikliğini ağırdan alacağı, belki gerekli gördüğü kozmetik düzeyde değişiklikleri de Başbakan Yıldırım’a bırakacağı senaryosu.
Oysa daha muhtemel senaryonun bu ikisi arasında bir yerde ama daha çok ikincisine yakın kurulmakta olduğunu gösteriyor.
Çünkü siyasi hava, tıpkı AK Parti yönetiminde olduğu gibi, Bakanlar Kurulunda da şu aşamada çok köklü değişiklikler yapılmayabileceğini yönünde.
Demokratların Cumhuriyetçi Henry Kissinger'in karşısına gözleri arkada kalmadan çıkardıkları bir isimdi.
Soğuk Savaşın 1960'lar döneminde Brzezinski, Dwigth Eisenhower ve John Foster Dulles'ın "Rollback" siyasetini savunuyordu. Bu siyasete göre Sovyetler Avrupa'dan "geri püskürtülmeliydi" ancak bunu yaparken Sovyetlerle çatışmaya girmek Doğu Avrupa'yı Moskova'nın kucağına daha da fazla itebilirdi; yani açık çatışmadan kaçınmak öngörülüyordu.
Böylece Brzezinski 1970'lerin başında Amerikan yönetim ve düşünce çevrelerinde "detente" yani "yumuşama" politikasının ideologlarından biri olmaya başladı.
Brzezinski Polonya doğumluydu. Babası 1931-35 arasında Nazilerin yönetimi devralış sürecinde Almanya'da, 1936-38 arasında, yani Ribbentrop-Molotov saldırmazlık anlaşmasının hemen öncesinde Sovyetler Birliğinde ve 38'de Kanada'da görev yapmış, savaşın çıkmasıyla ABD'ye göçmüş Polonyalı bir diplomattı.
Aslında Rusya ile 22 Mayıs’ta İstanbul’da imzalanacak geniş kapsamlı anlaşmaları da sayabilirdik, ikinci sırada. Ama orada bazı sorunlar tam olarak aşılamadı sanki anlaşma yerine ortak niyet beyanı geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Rusya başbakanı Dimitri Medvedev’in görüşmeleri de yapılamadı. Yakında çıkar ortaya nedeni, gizli kalmaz.
İyi haber, Avrupa Birliği (AB) ile bağların kopmamış olmasıdır.
Erdoğan’ın 25 Mayıs’ta Brüksel’deki NATO Zirvesi sırasında hem en üst düzey AB yetkilileri, hem de önceden kesinleşmediği için açıklanmayan şekilde üç etkili Avrupa ülkesinin (Almanya, Fransa, İngiltere) liderleriyle görüşmesinin gerçek anlamı budur.
Avrupalı siyasetçiler Türkiye’yi kaybetmek istemediklerini gösterdiler, Türkiye de bir “can” daha kazandı ilişkilerin düzeltilebilmesi için.
Çünkü Türkiye AB olmazsa ölmez, doğru, bugüne kadar AB üyesi olmadan geldik. Ama geldiğimiz noktada ekonominin katma değer ve istihdam üreten yarısından fazlası AB ülkeleriyle bütünleşmiş durumda. “Ben siyaseten istediğimi yaparım, ticaret etkilenmez” dünyası değil bu dünya, eğer Rusya ve Suudi Arabistan gibi petrolünüz, gazınız yoksa. Ve Türkiye’nin Rusya ile Arap ve Afrika ülkeleriyle zaman zaman Avrasyacılar tarafından yere göğe sığdırılamayan ilişkilerinin ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar ilk hapşırıkta zatürreden yatağa düşürdüğünü yeterince gördük, bugün de görüyoruz.
Ama bir de madalyonun öbür yüzü var ki başlıkta söylediğimiz “ağır sorunlara” işte bu “iyi haber” içinden giriş yapabiliriz.
Erdoğan’ın dönüş yolunda uçakta söyledikleri kadarıyla bile, ne AB yetkilileriyle, ne Avrupalı liderlerle görüşmeleri öyle dikensiz gül bahçesi vaziyetinde olmuş.
AB Konseyi Başkanı Donald Tusk zaten görüşme biter bitmez Twitter hesabında söyledi Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediklerini ama görüşmede ağırlığın insan hakları konularında olduğunu.