Yani Erdoğan bugün Brüksel’e yalnızca NATO zirvesi için gidiyor olsaydı da bu tek başına önemli olacaktı.
Yalnızca AB yetkilileriyle buluşmak için gidiyor olsaydı da tek başına önemli olacaktı.
Aynı zaman diliminde, hem de Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin pek parlak olmadığı bir dönemde hem NATO, hem AB ile görüştüğü için bir diplomasi fırtınası yaşanacak denebilir.
Ve bu fırtınadan nasıl çıkıldığına, Erdoğan’ın Brüksel’den iyimser mi, karamsar mı döndüğüne bağlı olarak Türkiye’nin yalnızca batı ile olan ilişkilerinde değil, Erdoğan’ın içeride belirleyeceği stratejide de rota değişiklikleri yaşanabilir.
Nasıl mı?
Uzatmadan anlatmaya çalışayım.
Dün Meclis’te bütün muhalefet partileri bu konuyu açtı.
Onların deyişiyle “çaycıyı, çorbacıyı”, “teyzeyi ablayı” mahkeme önüne çıkaran, tutuklatan savcılar, en küçük şüphede toplu işten çıkarmalara giden hükümet, nedense henüz büyük balıklara, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin deyişiyle “yılanlara, çıyanlara” gelemedi.
Sadece muhalefet partileri değil, vatandaş da konuşuyor bunları.
Konunun yenden alevlenmesinin birkaç nedeni var.
Altı ay bizi Kasım’a getiriyor doğru… Kasım’a kadar veya Kasım’dan sonra neler göreceğimiz ise o kadar açık değil.
Erdoğan’a göre bu yol haritası 16 Nisan halkoylaması ardından Türkiye’nin siyasi ve idari sistemindeki dönüşüm için gerekli.
Erdoğan neden başka her şeyi uzun uzun izah etti de bu önemli dönüşüm programını “ayrıntılar sonra” diyerek geçiştirdi.
Siyasi kulisteki bilgilere göre bunun nedeni, bu yol haritasının henüz ince ayar aşamasına gelmemiş, tamamlanmamış olması.
Bunun nedeni de, Erdoğan’ın bu yol haritasına ince ayar yaparken içeride ve dışarıda biz dizi etkenin nasıl gelişeceğini görmek istemesi.
İçeride en önemli konu, Erdoğan’ın gerçekleştirmek istediği kadro değişikliğinin hızı ve şiddeti… Erdoğan’ın tercihi bu işi bir an önce ama sancısız, sessiz sedasız halledebilmek. Ancak bu iş o kadar kolay olmayabilir.
Çünkü önümüzde Başbakanlık kurumunun kaldırılmasından 600 kişilik Meclis’e uygun seçim yasasına dek Meclis’ten geçmesi gereken bir dizi uyum yasası var; bunların da Meclis’ten geçmesi zorunluluğu. Ve onları oylayacak olan AK Parti grubu hala Erdoğan’ın yenilemek istediği milletvekillerinden oluşacak, onlar da bunu biliyor olacak.
Erdoğan’ınsa şu sıra gönlünü hoş tutmaya çalışacağı bir ekibe değil, söylediğini sorgulamadan hızla uygulayacak bir ekibe ihtiyacı var.
Bu yalnızca AK Parti’de İkinci Erdoğan Dönemi olarak tanımlanmanın çok ötesinde anlamlar taşıyan bir gelişme.
İkinci Erdoğan Dönemi olduğu doğru, ancak referandumla gelen Anayasa değişiklerinin ilk somut uygulama adımı olan dünkü Genel Kurul, aynı zamanda Türkiye’deki sistem değişiminin ikinci aşamasının da tamamlandığını gösteriyor.
İlk adım yürütme yetkilerinin cumhurbaşkanı elinde toplanmasıydı, ikincisi de partili cumhurbaşkanı hedefinin gerçekleşmesi oldu. Sırada başbakanlığın kaldırılması ve 600 kişilik Meclis’in kurulması var, diğer uyum yasası adımlarının arasında.
Erdoğan dünkü konuşmasında bu sistem değişikliğin en önemli ayrıntılarından birisini net bir şekilde vurguladı: başbakanlığın kaldırılması ve parti başkanı olmaya izin çıkması sonucunda artık herhangi bir partinin iktidar olması için yüzde 50, artı 1 oy gerekecek.
Cumhurbaşkanı bunun koalisyon dönemlerini bitireceğini ve partilerin kendi ideolojileri ötesinde seçmen kitlesine ulaşmaya, dolayısıyla daha kapsayıcı, kucaklayıcı olmaya zorlayacağını söylüyor.
Ancak kapsayıcı ve kucaklayıcı yaklaşımı AK Parti’nin dün oylanıp kabul edilen yeni yönetim listesinde görmek, eski haline göre daha zor.
Siyaset kulisinde son günlerde iki tür yorum ortaya çıkmıştı. Bazı AK Partililer daha “kapsayıcı” isimler bekliyordu. Beşir Atalay’ın, hatta Ahmet Davutoğlu’nun dahi yönetime yeniden alınacağı beklentileri fısıldanıyordu.
Bir kesim ise tersine Erdoğan’ın önündeki zorlu dönüşüm sürecini kolaylaştırmak için siyasete gözünü kendisiyle açmış ve söylediklerini sorgulamadan, süratle yapacak kadrolara ihtiyacı olduğunu söylüyordu.
Erdoğan dün 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle yaptığı konuşmada açıkça söyledi zaten, duymak isteyen kulaklara.
Bu yeniden yapılandırma işleminin başlayacak olmasını Erdoğan’ın, “Bu pazar günü yapacağımız partimizin büyük kongresinden itibaren kendi inisiyatif alanımızda gençlere hak ettikleri yerleri vermeye kararlıyız” cümlesinden anlayabiliyoruz.
Bu cümle epey bir süredir Ankara siyaset kulislerinde konuşulan bölük pörçük pek çok bilgiyi bir araya getirip anlam kazandıran bir özet aslında.
Erdoğan bu işaretle yalnızca parti kademelerinde daha genç isimlere yer verilmesini kast etmiyor; onun ötesinde bir stratejiyi duyuruyor.
Osmanlı Sultanı Vahdettin ve damadı Başbakan Ferit koltuklarını korumak uğruna Türk imparatorluğunun vatandaşlarına işgalcilerle işbirliği öneriyorlardı. Mondros Mütarekesi gereği ordu silahlarını işgalcilere teslim edecek, kışlaları, tersaneleri, liman, demiryolu, tünel ve her türlü haberleşme aracını onlara devredecekti. Padişah bütün Müslümanların Halifesi sıfatını taşıdığı halde halkın hepsi bu onursuzluğa boyun eğmek istemiyordu.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının işgale karşı başlattığı direniş kısa sürede ikili niteliği olan bir savaşa dönüştü: Yunanistan, İngiltere, Fransa, İtalya, Ermenistan ve Gürcistan işgalcileri ile onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen savaş ve Padişah’ın işgalcilere direnen ordu ve sivilleri bastırmak için üzerlerine saldığı güçlere, çetelere karşı verilen savaş.
Neticede İstiklal Savaşı ile Türk devleti sınırlarını yeniden çizerek, rejimini, başkentini değiştirerek ve yüzünü batıya dönmüş, din ve devlet işlerini ayıran yeni bir bakışla yoluna devam edebildi.
Böyle bir günde, örneğin “İki Türk generali Almanya’dan iltica talebinde bulundu” gibi bir haberi yayınlıyor olmak bir haber yöneticisi olarak beni üzüyor.
Beyaz Saray’daki görüşmenin “Baş başa” olarak nitelenen 20 dakikalık ilk bölümünden sonra ortak basın açıklamaları yapıldı.
ABD Başkanı Donald Trump, belki de kendisine verilen bilgi notunun sadece giriş bölümünü okuduğu için Türkiye’nin Kore Savaşındaki, komünizmle mücadeledeki öneminden filan bahsetti, güncel başlık kontenjanından ise PKK ve IŞİD’e karşı Türkiye’nin yanında olduklarını söyledi.
Sonra el sıkıştılar. İlk elini uzatanın Trump olması üzerine hükümet yanlısı basında siyasi-psikolojik tahliller yapıldı, bunun nasıl bir mecburiyet ve yakınlaşma göstergesi olduğu yazıldı.
Sonra heyetler arası çalışma yemeğine geçildi. Her halde diplomasi tarihinin en kalabalık çalışma yemeklerinden birisiydi, iki saatten fazla sürdü. Orada da güzel bir fotoğraf alındı: İşte Türk ve Amerikan hükümetleri, neredeyse ortak kabine toplantısı görünümünde stratejik konulara karar vermek üzere toplanmışlardı.
O baş başa görüşmede muhtemelen “tamam değil devam, nokta değil virgül” niyetinde görüşmeler yapıldı.
Zaten heyetler günlerdir, haftalardır konular üzerinde çalışıyorlardı. Her iki liderin de o ilk görüşme ardından ne söyleyeceği az çok belliydi: ilişki “derinleşerek” sürecek, terörle ortak mücadele edilecek.
O akışın dışına çıkan belki tek şey, Erdoğan’ın PYD/YPG ile ilişkinin mutabakata uygun olmadığı sözü oldu; tercüman Erdoğan’ın kullandığı “terörist” sözünü kullanmadı sanki ama o dahi Trump’ın yüzünü ekşitmeye yetti.
Zorlu görüşme yemek yerken yapılacaktı. Yemeğe Erdoğan’dan başka altı Türk yetkili katıldı. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Savunma ve Güvenlik baş danışmanı İbrahim Kalın zaten daha geçen hafta oradaydı, muhatapları masanın karşısındaydı.