Murat Bardakçı

İthal malı tekkeler

4 Aralık 2001
Bugün çok yanlış olarak 'hoşgörü' kavramıyla açıklanmasına çalışılan eski İstanbul'un milliyetler mozaiği aslında imparatorluk sisteminin gereğiydi. Bu mozaik sadece dinler arasında değil, İslamiyet'te de kendisini gösterdi. İmparatorluk başkentinde tasavvuf hayatı ve dolayısıyla tekkeler önemli bir yer işgal ediyordu ve İstanbul'daki 400 küsur tekke pekçok farklı tarikata ait olduğu gibi, bu tekkelerde farklı milliyetten şeyhler ve dervişler de yaşardı.

Çok büyük bir mozaik olan eski İstanbul'da Müslüman, Hristiyan ve Musevi asırlarca beraber yaşadı, dolayısıyla cami, kilise ve havra birbiriyle çatışmadan her zaman yanyana durdu.

Bugün 'hoşgörü' kavramıyla açıklanmasına çalışılan bu beraberliğin aslında hoşgörüyle hiçbir alákası yoktu ve 'imparatorluk' kavramının bir gereğiydi.

Bu mozaik sadece dinler arasında değil, İslamiyet'te de kendisini gösterdi. İmparatorluk başkentinde tasavvuf hayatı ve dolayısıyla tekkeler önemli bir yer işgal ediyordu ve İstanbul'daki 400 küsur tekke pekçok farklı tarikata ait olduğu gibi, bu tekkelerde farklı milliyetten şeyhler ve dervişler de yaşardı.

İmparatorluğun değişik yerlerinden gelen şeyhler İstanbul'un birçok semtinde tekkeler açtılar ve hem tasavvufi hem de sosyal faaliyetlerde bulundular. Hintli, Özbek, Libyalı, pekçok tarikat ileri geleni İstanbul'da tekke kurdu bu tekkeler asırlarca faaliyet gösterdi.

Bunlardan biri, Aksaray'daki Hindiler Tekkesi'ydi ve Nakşibendi idi. Hoca İshak Buhari'nin ricası üzerine Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldı. Tekkenin binası aynı zamanda Hindistan'dan gelen müslümanların ziyaret ettikleri ve misafir kaldıkları bir yerdi. Fatih'in siláhdarı olup tekkede bir hücreye çekilen Mehmet Ağa'nın mezarı şimdi tekke girişindeki çeşmenin bitişiğindedir ve Vatan Caddesi'nin açılışı sırasında ortada kalan bugün bakımsız haldedir.

Fatih, Unkapanı ve Ayvansaray'daki Emir Buhari Tekkeleri ile Edirnekapı dışındaki Mimar Sinan'ın eseri olan Emir Buhari mescidi de bu şekilde faaliyet gösterirdi. 1443 yılında Buhara'da doğan Seyyit Ahmet Buhari, daha sonra İstanbul'a gelerek burada Şeyh Ebu'l Vefazade'ye bağlandı. 1516'da öldükten sonra adına yaptırılan tekkelere Buhara ve civarından yüzyıllarca dervişler geldi. Bu tekkelerden surdışındakinin son kalıntıları E-5 karayolunun yapımı sırasında yıkıldı, Ayvansaray'daki ise 1970'lerin sonunda çıkan bir yangında tamamen yandı.

Kadırga'da Şehit Mehmet Paşa yokuşu ve Üsküdar Sultantepesi'ndeki Özbek tekkeleri de aynı sistem doğrultusunda faaliyet gösteriyorlardı. Bu tekkeler de Nakşibendi idiler. Rusya'dan gelen dervişler tekkede kalıyorlar ve tabak çanak tamir edip bıçak bileyerek geçiniyorlardı. Dervişler İstanbul'a hacca gitmeden önce de gelirler ve aynı zamanda Halife olan padişahı cuma selámlığın sırasında bir defa olsun görmeye çalışırlardı.

1753 yılında Maraş valisi Abdullah Paşa tarafından yaptırılan Sultantepesi'ndeki Özbek Dergahı, Milli Mücadele sırasında büyük katkı yaptı, İstanbul'dan Anadolu'ya geçecek olan üst düzey görevlilerin birçoğu buradan kaçırıldı.

İstanbul'a dışarıdan gelen şeyh ailelerinin sonuncusu Beşiktaş'ta Ertuğrul Tekkesi'nin şeyhi Trablusgarplı Zafir Efendi idi. 1886 yılında İstanbul'u ziyareti sırasında huzuruna kabul edildiği İkinci Abdülhamid'in ricasıyla burada kaldı ve Abdülhamid kendisine bir tekke inşa ettirdi. Tekke, Şazeli tarikatine bağlıydı. Hemen bitişiğine inşa ettirilen hücrelere her sene Trablusgarp'tan 30 derviş gelir, Şeyhin memleketinden gelen pekçok misafir ile tanıdığı da tekke misafirhanesinde ve bitişiğindeki konakta ağırlanırdı. 1905'te şeyhin ölmesi ve 1908'de II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi sonrasında gözden düşüp unutulan tekke bu tarihten sonra faaliyetlerine son verdi.

Reşad Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Müsrifin böylesi bir daha hiç gelmedi

15. asırda Bursa'lı Molla Rüstem, ölürken 14 yaşındaki oğluna 100 yıl ömür düşünmüş ve her gününe 100 florin yani altın hesabıyla 3 milyon 600 bin altın bırakmıştı. Bu çocuk babasından sonra ancak yedi sene yaşadı ve bütün parasını yedi; yalınayak bir kebapçı çırağı oldu ve sefalet içinde bir hamam külhanında öldü. Bu parayı nasıl harcadığına bir misal zikrederler: Bir gün 100 florine bir tazı satın alır, bir bağda bir tavşan olduğunu haber verirler, haberciye 100 florin verir. Tavşanı ininden çıkaran adama da 100 florin ve bir kat esvap verir. Fakat tazı tavşanın üstüne varmaz, Molla Rüstem oğlu da bir kılıçta tazıyı ikiye biçer.
Yazının Devamını Oku

Çayı İzzet Efendi ile Zihni Bey'den öğrendik

3 Aralık 2001
Biz, bundan yaklaşık 100 sene öncesine kadar sadece kahve içerdik ve çay ile 19. asrın sonlarında tanıştık. Bu konudaki ilk yayını İzzet Efendi adında bir çay meraklısı yaptı. Ancak Türkiye'nin çay ile ilk gerçek tanışması, 1921'den sonra Ziraat Mühendisi Zihni Derin sayesinde oldu. Biz bundan çok değil 100 yıl öncesine kadar sadece kahve içer, çayın ne olduğunu bilmezdik. Avrupa'da ve komşumuz İran'da gayet iyi bilinen, hep içilen ve hakkında kitaplarla risaleler kaleme alınan çayı biz 19. asrın sonlarında tanıdık ve bu tanışma İstanbul'daki bazı dükkánların çok az miktarda çay ithal etmeye başlamasıyla oldu.

Türkçe'de çay ile ilgili ilk ciddi eseri, çaya olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle adı 'Çaycı'ya çıkn Hacı Mehmed İzzet Efendi verdi ve bugün 'Çay Risalesi' veya 'İzzet Efendi Risalesi' diye bilinen eserini kaleme aldı.

İzzet Efendi 1819'da Edirne'de doğdu. İstanbul'a gelerek devlet hizmetine girdi. Hicaz vali vekilliği, Suriye merkez mutasarrıflığı ve Basra Valiliği gibi çeşitli memuriyetlerde bulundu. En son vazifesi olan Adana valiliği görevi ise çaya olan merakından dolayı saray tarafından 'lutfen' verildi. Bu çay meraklısını tanıyıp hatıralarında ondan bahsedecek olanlar, İzzet Efendi'nim idareyle yahut valilikle hiçbir alákasının olmadığından yakınacak, 'ziyaretine gelenleri makam odasında bizzat yaktığı büyükçe semaverinden eliyle çay ikram ettiği'ni biraz tatlı biraz da şikáyetçi bir tavırla nakledeceklerdi.

1879'da, İstanbul'da 81 sayfalık bir 'Çay Risalesi' bastırdı. 1844 yılından beri çayla içiçe olduğunu ve çayı bizzat yetiştirdiğini yazıyor, çayın adının nereden geldiğinden ve hangi dillerde çayla ilgili ne gibi yayınların bulunduğundan tutun, yeşil çayın sıkça esneme ve ağız kamaşması yaptığına, 'kalbe heyecan, uzuvlara titreme, vücuda zaafiyet' verdiğine ve sütlü çay içme ádetinin nereden geldiğine kadar çay hakkında birbirinden garip konudan bahsediyordu.

Ancak o dönem Türkiye'sinde çayı sadece meraklıları tanırdı. Yıldız Sarayı'nın limonluğunda, Boğaziçi'nde Azeryan Efendi'nin yalısında, Büyükdere'deki Orman Mektebi'nde ve İstanbul Tıp Fakültesi'nin bahçelerinde Nebatat bahçelerinde sadece merak yüzünden çay yetiştirilirdi.

Çayı Türkiye'ye İzzet Bey gibi fantazik meraklarla değil, ilmi tarafıyla tanıtan kişi ise, ziraat mühendisi Zihni Derin'di. 1880'de Muğla'da doğdu ve Selánik Ziraat Mektebi'ni bitirdi. İlk çay yetiştirme denemelerini daha 1909'da, Selánik Ziraat Mektebi'nde yapmıştı. İmparatorluğun birçok bölgesinde çalıştı, Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında Ankara'ya geldi ve 1920'nin 1 Ekim'inde Ziraat Umum Müdürü oldu.

Çayın Türkiye'de de ekilmeye başlanması, işte bu tarihten sonradır. Kaliteli çay fideleri bulabilmek için Batum'a giden Zihni Bey, taşınması kesinlikle yasak olmasına rağmen yanında çay fideleriyle ve tohumlarla döndü. Yanında bu fideleri çoğaltmayı gayet iyi bilen üç ziraatçi de getirmişti. Bu tarihten sonra Rize'de fide dikimine ağırlık verdi. Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü'nün Başmüşaviri ve Çay Organizatörü unvanıyla 20 yıl boyunca çaycılıkla uğraştı. Oğlu Haldun Derin memuriyet hayatına 1930'lu senelerde Atatürk'ün Çankaya'sındaki özel kalemde başlayacak ve hatıralarını 'Çankaya Özel Kalemi'ni Anımsarken' isimli çok güzel ve ince iğnelemelerle dolu bir kitapta toplayacaktı.

Zihni Derin 1965'in 25 Ağustos'unda hayata veda ettiğinde onun eseri olan Türkiye'de çay ziraati artık tamamen yerleşmiş bir haldeydi.

Abdülbaki Hoca'nın Kur'an yorumu


Müşriklere verilen dört aylık mühlet

'Yeryüzünde dört ay daha dolaşın ve bilin ki siz Allah'ı áciz bir hále getiremezsiniz ve şüphe yok ki Allah, káfirleri aşağılık bir hale getirecektir. Hacc-ı ekber günü, Allah'dan ve Peygamber'inden insanlara bir ilándır bu: Şüphe yok ki Allah ve Peygamber'i, müşriklerden berîdir. Artık tövbe ederseniz bu, daha hayırlıdır size. Fakat gene yüz çevirirseniz iyice bilin ki siz hiç şüphe yok, Allah'ı Áciz bırakamazsınız ve káfir olanlara pek acıklı azapla müjde ver' (Tevbe Suresi, 2.-3. áyetler).

Dört ay hakkında ihtiláf vardır. 'Zilhicce ayının onuncu gününden Rebiüláhır ayının onuncu gününe kadar' diyenler olduğu gibi 'Zilhicce'nin yirmisinden Rebiüláhır'ın yirmisine, Şevval'den Muharrem'in sonuna, Zilkade'nin yirmisinden Rebiülevvel'in yirmisine kadar' diyenler de olmuştur. Bu sûre inince Hazreti Muhammed, Hazreti Ebu-Bekr'i Mekke'ye göndermiş, arkadan da Hazreti Ali'yi yollamış; Ali, Peygamber'in devesine binmiş olduğu halde bu yıldan sonra müşriklerin haccetmemesini, Kábe'nin çıplak tavaf edilmemesini, Kabe'ye mü'min olandan başkasının girmemesini tebliğ etmiş ve Hazreti Muhammed'le muahedesi olanlara muahede müddeti bitinceye dek dokunulmayacağını ve şartlara riayet edileceğini, aralarında böyle bir muahede bulunmayanların dört ay sonra tebliğ edilen şartlara riayet etmeleri lázım geldiğini bildirmiş ve sûrenin başından on yahut on üç ayet okumuştur.

Reşad Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Minnet borcu böyle ödenir

17. asır ortalarında Dalmaçya'da, Nadin'de, Yusuf adında fakir ve güzel bir çocuk vardı. Bir kadın, bir kış günü Yusuf'un çıplak yaklarına bir çift partal kundura giydirdi. Nadinli Yusuf pek az bir zaman sonra saray görevlilerinden biri tarafından İstanbul'a götürülüp Osmanlı Sarayı'ndaki içoğlanları arasına yerleştirildi. Yusuf zamanla yükseldi, siláhdar ve Kapdanpaşa oldu. Nadin'de iken kendisine iyilik yapan kadını unutmadı ve ona meşin bir heybe yolladı.

Heybede, kıymetli hediyelerle beraber içleri altın ile doldurulmuş o partal kunduralar


Kocakarı İLAÇLARI


Bel ağrısının devası ayı yavrusunda

Ağrıyan bel yavru ayıya iyice çiğnetilir.

Alabalık yağı çok hafif ateşte birkaç saat boyunca kaynatılıp gittikçe koyulaşması sağlanır. Soğuyunca sırtın orta tarafından kuyruksokumuna kadar çok ince bir tülbentle deriye yedire yedire yarım saat kadar sürülür. Sonra sırt ve bel pamuktan şallara sarılıp sabaha kadar bekletilir.

Dut ağacının yaprağı kaynatılıp pelte haline getirilir. İçine siyah kayatuzu iláve edilip havanda dövüldükten sonra sırta tatbik edilir.

Belkemiğin ağrıyan bölgesinin yan tarafı el ayasıyla deri kızarana kadar ovulur. Sonra kızaran bölgeye kantaron otu peltesi yapıştırılıp üzeri bezle sarılır.
Yazının Devamını Oku

Yakın tarihimizden gerçek bir Paşa tecavüzü olayı

2 Aralık 2001
‘‘Paşalar gelinlerine tecavüz ederler mi, etmezler mi?’’ tartışmasına küçük bir katkı: Ettikleri vákidir ve Şakir Paşa cinayeti bunun mükemmel bir örneğidir. Şakir Paşa, ‘‘Halikarnas Balıkçısı’’ diye bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın babasıdır. Balıkçı'nın gençliğinde uzun yıllar hapislerde yatmasının sebebi söylendiği gibi öyle siyaset yüzünden değil, babasını vurmasıdır ve cinayete gerekçe olarak da Paşa babanın İtalyan geliniyle yani Balıkçı'nın karısıyla girdiği yasak ilişki gösterilir.

Ama işin ilginç olan tarafı, Şakir Paşa ailesinde hemen herkesin sanatçı olmasıdır. Bu aileye mensup olan Cevat Şakir yazar, Fahrünisa Zeyd, Nejad Devrim ve Aliye Berger ressam, Füreya seramikçi, Şirin Devrim de tiyatrocudur.


Gündemimiz ‘‘Bir paşa gelinine tecavüz eder mi, etmez mi?’’ tartışmasına kilitlendi. Bir kesim ‘‘Eder, edebilir’’ diyor ama karşı tarafa göre ‘‘Böyle bir şey, bir Türk paşasının asla yapmayacağı bir iş!’’

Haklı olan taraf, bence ilk görüştekilerdir. Paşa da erkektir, onun da zaafları bulunabilir, kendisine hakim olamadığı bir anda gelinine de başkasına da tecavüz eder, edebilir, hatta bazı paşalar bal gibi etmişlerdir ve böyle hadiselerin bizdeki en meşhur örneği de 1914'teki Şakir Paşa cinayetidir.

DÜĞÜN PARASI CENAZEYE GİTTİ

Şakir Paşa,
Afyon'un eski bir ailesine mensuptu. Dedeleri arasında din bilginleri ve meşhur hattatlar vardı. Ağabeyi Ahmed Cevat Paşa, İkinci Abdülhamid'in sadrazamlığını yani başbakanlığını yapmıştı.

Ağabeyiyle beraber askeri okuldan mezun olduktan sonra Erkánıharp Mektebi'ni yani o zamanın Harp Akademisi'ni de bitirerek kurmay subay oldular. Sonra vazife icabı imparatorluğun dört bir yanını dolaştılar. Bir yandan askerlik yapıyor, bir yandan da ardarda kitap çıkartıyorlardı. Zamanla her ikisi de ‘‘Paşa’’ oldu, ağabey 1891'de sadrazamlık koltuğuna oturdu ve kardeşini Atina'ya büyükelçi olarak gönderdi.

Şakir Paşa, Girit'te bulunduğu sırada Sare İsmet adında bir hanımla evlendi ve ikisi erkek dördü kız, altı çocuğu oldu. Ağabeyi Sadrazam Cevat Paşa bu arada Abdülhamid'in gözünden düşmüş, sadrazamlıktan alınmış, askeri vazifelerle İstanbul'dan uzaklaştırılmış, derken Şam'a yollanmış, İstanbul'a dönebilmesine Şam'da verem olması üzerine izin verilmiş ve 1900 senesinde henüz 49 yaşındayken hayata veda etmişti.

Ağabeyinin bu acı kaderi Şakir Paşa'yı derinden etkiledi. Sarayla bütün alákasını kesti, görevlerinden ayrıldı ve ailesiyle beraber Büyükada'daki köşküne çekildi. Vaktini artık sadece kitap yazmakla geçiriyordu.

Paşa, 1914 Haziran'ında bir gün yanına iki oğlunu, Cevat ile Suat'ı alarak Afyon'a gitti. Afyon'da vaktiyle bir çiftlik satın almış ama senelerdir görmemişti. Hem ne vaziyette olduğunu görecek, hem káhyalarla oturup hesap-kitap yapacaktı. Alacağı parayı dönüşte kızlarından birinin düğün masrafına harcamayı planlıyordu.

Ama Şakir Paşa İstanbul'a bir daha dönemedi. Aslında ‘‘İstanbul'a dönemedi’’ değil, ‘‘İstanbul'u göremedi’’ demek daha doğru olur, zira Afyon'dan Büyükada'ya Paşa'nın cenazesini getirdiler. 28 yaşındaki oğlu Cevat'la bir gece kimselerin bilmediği bir sebep yüzünden tartışmaya başlamış, tartışma kavgaya dönmüş ve Cevat siláhını çekip kurşunları babasının üzerine boşaltmıştı.

Cevat ile babasının arasının iyi olmadığı, Cevat'ın Oxford'da okuma uğruna Paşa'nın servetini harcamasına rağmen okulunu bitiremediği bilinmekteydi. Üstelik, İtalya'da hamile bıraktığı Aniesi adında bir kızı nikáhına alıp İstanbul'a getirince babası küplere binmişti.

Derken, ortalığa bir başka söylenti yayıldı: Şakir Paşa ile İtalyan gelin Aniesi arasında bir yasak ilişki vardı, Afyon'da baba ile oğul arasındaki tartışmanın sebebi buydu ve Cevat, paşa babasını bu yüzden kurşunlamıştı.

Paşa'nın oğlu Cevat 14 seneye mahkum oldu. Cezasının yarıdan fazlasını çektikten sonra afla çıktı ama 1925'te yeniden tevkif edildi. Bir gazetede çıkan yazısı yüzünden İstiklál Mahkemesi'ne verildi, bu defa üç sene kalebentliğe mahkûm edildi ve Bodrum'a sürüldü. Cezasını tamamladıktan sonra oradan bir daha ayrılmadı ve hayatının sonuna kadar Bodrum'da yaşadı.

BODRUM SÜRGÜNÜNÜN SEBEBİ

Buraya kadar yazdıklarım, sıradan bir aile faciasını andırmaktadır. Bir yanda devletine küsmüş bir Osmanlı paşası, öbür tarafta Avrupalar'da epey gezmiş haşarı ve çapkın bir oğul, orta yerde de memleketini bırakıp hiç bilmediği bir diyara gelmiş ama kayınpederiyle arasında birşeyler geçmiş İtalyan bir gelin yeralmaktaydı.

Ama hiç de sıradan değil, oldukça önemli bir aileydi Paşa'nın ailesi. Baba katili olan Cevat'ın tam ismi Cevat Şakir Kabaağaçlı idi, yani meşhur ‘‘Halikarnas Balıkçısı’’... İlk mahkumiyetinin de ikincisi gibi siyasi olduğu söylenirse de, 14 senelik cezasının sebebi babasını öldürmesiydi. Sonra talih garip bir cilve yaptı, ikinci mahkumiyetinden sonra Bodrum'a sürülmesi hem bugünün Bodrum'unu, hem de Türk Edebiyatı'nın büyük isimlerinden birini, ‘‘Halikarnas Balıkçısı’’nı yarattı.

HARİKA ÇILGINLAR AİLESİ

Şakir Paşa
ailesini sakın ola ki bu cinayet çerçevesinde değerlendirmeyin! Mensupları arasından çok sayıda sanatçının çıktığı çok önemli bir ailedir, bu aileden gelen ve yandaki sütunda yeralan isimler, modern Türk sanatının yüz akı olmuşlardır.

Bundan senelerce önce, Şakir Paşa ailesinin çok meşhur bir sanatçı mensubuyla sohbet ediyorduk. Belki şeytanın dürtmesiyle ama ciddi şekilde çekinerek ‘‘Merhum pederinizin o hadisesinde asıl sebep ne idi?’’ diye sormuştum. ‘‘Aniesi...’’ demişti sadece... İşte bu yüzden cinayetin gerisinde Paşa ile gelini arasındaki yasak ilişkinin yattığını rahatça yazıyor ama bana bunu söyleyen o kişinin zarif hatırasına hürmeten anlattıklarının ayrıntılarına girmiyorum.

Çocukları ve torunları birinci sınıf sanatçıydı


FÜREYA: Şakir Paşa'nın büyük kızı Hakkiye Hanım'ın çocuğuydu. 1910'da Büyükada'da doğdu, Fransız okulunda okudu, İstiklal Mahkemeleri'nin ünlü ismi Kılıç Ali ile evlenip Ankara'ya yerleşti ve Mustafa Kemal'in yakın çevresine girdi. Seramikle, tedavi için gittiği İsviçre'de ve oldukça geç bir yaşta tanıştı. Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısı olan Füreya'nın öyküsü, Ayşe Kulin'in geçen sene çıkan ve 50 küsur baskı yapan aynı isimli romanıyla daha da ölümsüzleşti.

CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI: Paşa'nın 1890'da doğan oğlu ve katiliydi. Sürgüne gittiği senelerde küçük bir balıkçı köyü olan Bodrum, onun sayesinde bugünkü meşhur konumuna geldi. ‘‘Halikarnas Balıkçısı’’ adıyla çok sayıda eser verdi. İlk karısı Aniesi'den sonra iki evlilik daha yapan Cevat Şakir 1973'te öldü ve Bodrum'a hákim bir tepeye defnedildi. Sağlığında Bodrum'un bir caddesine isminin verilmesine ‘‘Caddeden geçen hayvanlar üzerime pislerler’’ diyerek karşı çıkmıştı.


ALİYE BERGER: Paşa'nın en küçük kızıydı. 1903'te o da Büyükada'da doğdu ve 1974'de ayn yerde öldü. Sevgilisi Karl Berger'le 23 yıllık beraberlikten sonra evlendi ama kocası altı ay sonra bir kalp kriziyle hayata veda etti. Düştüğü bunalımdan kurtulmak için resme başlayan Aliye Berger yağlıboya, desen ve gravürün unutulmaz isimlerinden oldu. Sanatını anlatırken ‘‘Aşkla yaşadım, ne yarattımsa aşkla ve sevgiyle yarattım’’ diyordu.

FAHRÜNİSA ZEYD: Şakir Paşa'nın ortanca kızı, Halikarnas Balıkçısı'nın kızkardeşiydi. 1901'de Büyükada'daki köşkte doğdu, 1991'de Amman'da öldü. İlk evliliğini yazar İzzet Melih Devrim ile yaptı, bu evlilikten doğan iki çocuğu, Nejad ile Şirin de anneleri gibi sanatçı oldular. Daha sonra Irak Kralı Birinci Faysal'ın küçük kardeşi Prens Zeyd ile evlendi. Birçok memlekette sergiler açan Fahrünisa Zeyd, modern Türk resminin en büyük ustalarından sayılır.

NEJAD DEVRİM: Paşa'nın torunu ve Fahrünisa Zeyd ile Zeyd'in ilk eşi İzzet Melih Devrim'in oğluydu. 1923'te doğdu, Paris'te resim öğrendi ve Türkiye'nin ilk soyut ressamı kabul edildi. Son senelerinde Polonya'da yaşayan Nejat Devrim, 1995'te orada, Noy Sacz'da öldü.

ŞİRİN DEVRİM: Fahrünisa Zeyd'in kızı, Nejad Devrim'in kızkardeşi. 1926'da İstanbul'da doğdu. Çocukluk seneleri Berlin ve Bağdad'da geçti. İstanbul ve New York'ta okudu, Yale Üniversitesi'nin tiyatro bölümünü bitirdi. Türk tiyatrosunun önemli bir ismi oldu ve Amerika'da da sık sık rol aldı. Stanford, Carnegie-Mellon ve Wisconsin Üniversiteleri'nde profesörlük yapan Şirin Devrim, annesinin öyküsünü ‘‘A Turkish Tapestry’’ adıyla kitaplaştırdı ve kitap daha sonra ‘‘Şakir Paşa Ailesi-Harika Çılgınlar’’ ismiyle Türkçe olarak çıktı.
Yazının Devamını Oku

Fener bizde söndü ama Mısır’da yanıyor

1 Aralık 2001
Bir zamanlar aydınlatma vasıtası olduğu kadar şehrin süsü de sayılan fenerler bizde artık unutuldu ama fener yakma ádeti Mısır'da hálá yaşıyor. Bir zamanlar İstanbul Ramazan gecelerinde ve özellikle de bayramlarda nasıl fenerlerle donatılıyorsa, bu iş şimdi Kahire'de yapılıyor ve rengárenk káğıtlardan ve başka gözalıcı maddelerden imal edilmiş olan fenerler şehrin dört bir yanını süslüyor.

Fener hem aydınlanma, hem de şenlik ve eğlence vasıtasıdır. Karanlıkta yol bulmayı sağlarken, eski devirlerin bayramlarında ve mutlu günlerinde yapılan kutlamaların süsü olmuştur.

O zamanlarda geceleri şehir içinde bir yerden bir yere gidenlerin yanlarına mutlaka almaları gereken eşyanın başında fener gelirdi. Sokağa fenersiz olarak çıkmak, yeniçeriliğin 1826'daki kaldırılmasına kadar büyük suçlardan biri kabul edildi. Öyle ki, gece sokakta kolluk kuvvetleri tarafından yakalanan bir kişi elinde fener yoksa, üstelik bir de kesici alet taşıyorsa daha güneş doğmadan darağacına gönderilirdi.

Bu uygulama yüzünden dehşete düşen halk fener malzemesi olarak cam, muşamba veya kağıt gibisinden ne bulduysa kullanmaya başladı. Fenerlerin dört tarafı bu şeffaf malzemeyle kapatılır, üzerleri kapaklı olur, içlerine bir mum oturtulur ve sokağa bu fenerlerle çıkılırdı. Üstlerine yerleştirilen boru sayesinde hava alır ama mumun borudan içeri giren hafif rüzgárla sönmemesi için ayrıca borunun tepesine bir de kapak konurdu. Yayaların kullandıkları fenerlerin yanısıra seyir halindeki kupa, fayton, landon ve benzeri atlı arabaların da iki yanlarındaki fenerleri yakmaları zorunluydu. Sonraki asırlarda sokaklara fener yerleştirirdi. Önceleri mum veya gazla yakılan bu sokak fenerleri, Fransızların havagazı tesislerini kurmalarından sonra zaman içerisinde havagazıyla çalışır hale getirildi.

Özellikle İstanbul'a büyük tehlike yaşatan yangınlar da, ilk önce fenerlerle ilán edilirdi. Beyazıt ve Beyoğlu yakasında çıkan yangınlar Galata kulelerinden sallandırılan fenerler vasıtasıyla yangın halka ve semtlerin tulumba takımlarına duyurulur, daha sonra kulelerden şehre dağılan münadiler de yangını koşa koşa bağırarak duyururlardı.

Fenerlerin, sembolik özellikleri de vardı. Belirli binaların kapılarına da fener asmak adetti. Genelevlerin kapılarına kırmızı camlı fener asılırdı ve genelevlerin halk arasındaki bir diğer adı bu yüzden 'kırmızıfener'di. Devlet büyüklerinin konakları gibi şeyhülislamların konaklarına da fener asılması ádetti ve şeyhülislam efendi makamından azledildiği zaman, bu azil halka konağının kapısında her gece düzenli olarak yakılan fener söndürülerek duyurulurdu.

Bir zamanlar şehrin süsü olan fener ádeti bizde şimdi ortadan kayboldu ama bir başka memlekette, Mısır'da bütün canlılığıyla yaşıyor. Ramazan gecelerinde ve özellikle de bayramlarda meydanlar fenerlerle donatılıyor, rengárenk káğıtlardan ve başka gözalıcı maddelerden yapılmış olan fenerler evlerin kapısına asılıyor, çocuklar ellerinde bunlarla dolaşıyor, şehrin dört bir yanında sadece fener satan dükkánlar bulunuyor.

Kocakarı İLAÇLARI


Mayasıla sümüklüböcek

Bir kilo kadar kabuklu sümüklüböcek suda haşlanır, böcek kabuğunu bırakarak suya çıkar, bunlar zeytinyağıyla kavrularak hastaya yedirilir.

Yabani kavun suyu leblebi unu ile karıştırılarak hap yapılır, sabah akşam aç karnına üç tane alınır.

Sığırdili denilen ot kaynatılarak suyundan sabah akşam birer fincan içilir ve bu su ile yıkanılır.

Defne tohumu, deve dikeni, ısırgan ve ardıç havanda döğülerek şekerle karıştırılır, hastaya aç karnına günde bir kaşık yedirilir.

Reşad Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


İki milyon altın taşıyan eller


Lále Devri'nin büyük veziri Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, mücevher meraklısıydı. İki elini gayet kıymetli elmas, zümrüt ve yakut yüzüklerle donatırdı. Bu iki mücevherli elin taşıdığı yüzüklere 2 milyon altın kıymet biçilmişti. İbrahim Paşa, 1730'da patlayan ve Lále Devri'ni sona erdiren Patrona Halil isyanı sırasında boğdurularak idam edildi, cesedi daha sonra isyancılar tarafından parçalandı.

Ramazan MÖNÜSÜ


Çerkes Çorbası

Yağlı tavuğu suda pişirin. Sonra tüm etini didikleyin. Haşlanmış mısır buğdayı ile karıştırarak tekrar daha önce kaynadığı suyun içine koyun. İstenilen miktarda ya yeşil veya kırmızı biberi doğrayıp mısırlar pişinceye kadar kaynatın. Ateşten almaya yakın tuzunu ilave edin.
Yazının Devamını Oku

Cinlerin gizli dünyası Mayangalar’dan sorulurdu

29 Kasım 2001
Eskiden, cinlere karıştıklarına inanılan Habeş kadınlarına 'Mayangalar' denirdi. Bunlar Üsküdar'da, İnadiye tarafında hep beraber yaşarlar, İstanbul halkının tütsü, fal, kısmet açma gibi isteklerini yerine getirirlerdi. 'Eyüplü Yamalı Nuri Efendi' adında bir başka bakıcı ise, 20. asrın başlarında İstanbul'un en namlı cincisiydi. Eski zamanların İstanbul'unda, cinlere karıştıklarına inanılan Habeş kadınlarından meydana gelen bir 'meslek grubu' vardı. Bunlara 'Mayangalar' denirdi ve 'bakıcılık' yaptıklarına, yani cinlerle irtibat kurduklarına inanılırdı.

O devirlerde bakıcılara gitmek, onlardan meded ummak bir gelenek gibiydi. Şehir halkı yüzyıllar boyu bu gelenekle yetişti ve başlarına gelen her türlü felákette bakıcılardan medet umdu. Mahalle aralarında 'falanca hanımın gelinin ağızından köpükler fışkırması', 'filánca efendinin gözlerinin yerinden uğraması' gibi söylentiler işitildiğinde aile meclisleri toplanır, hangi bakıcıya gidileceğine bu meclislerde karar verilirdi. Şehirde isimleri dilden dile dolaşan bakıcılar vardı ve tarih kitaplarına, romanlara kadar girmişlerdi.

Mayangalar, bakıcılık yapan ve sadece bu işten kazandıkları parayla geçinen 20-25 kişilik bir gruptu. Üsküdar'da, İnadiye civarında metruk bir binada hep beraber yaşarlardı. Bu Habeşi kadınlar hakkında en ayrıntılı bilgiyi Reşat Nuri Güntekin, 'Gökyüzü' adlı romanında verir:

'İstanbul'da eski bir ocaktı. Pekçok eski aile bunlara bağlıdır. Aileden yeni bir çocuk dünyaya geldi mi İnadiye'deki bu Araplar'a haber yollanır, onlardan biri eve gelerek çocuğu tütsüden geçirirdi. Böylece çocuk ömrünün sonuna kadar iyi saatte olsunlara, Mayangalara bağlanırdı. Bizim zamanımızda bu tütsücüye kırmızı krep bezine sarılı bir sarı çeyrek altınla beneksiz bir kara horoz verilirdi. Bu tütsüyü birkaç senede bir tazelemek adetti. Hele çocuk büyücek bir hastalığa tutulduğu, evlendiği, çocuğu olduğu vakit tütsüyü eksik etmeye gelmezdi. Bunlara bağlı bir kadın şayet dışarıda doğuracak olursa tütsüsü iki ay evvelden gönderilirdi. Mayangalarda bazı hastalara büyük gece davetleri yapılırdı. Zavallı Arapçıklar yeni elbiselerini giyerler, küpelerini, yüzüklerini takarlardı. Geceyarısına kadar zilsiz defler çalınır, tütsüler yakılır, iyi saatte olsunlar davet edilirdi. Kazanlarda pişirilen yemekler bütün mahalleye dağıtıldığı için bu toplantılara 'düğün' denirdi'.

Geçen asrın ilk senelerinde çok meşhur olan bir başka bakıcı ise, Eyüplü Yamalı Nuri Efendi idi. Eyüp'te bugün ismi Abdurrahman Şeref Bey Caddesi olan yolun üzerinde, Ferruh Baba Türbesi'nin bitişiğindeki 98 numaralı evde otururdu. 'İlm-i cifir' denilen ve bazı hesaplamaları temel alarak gelecekten haber veren bilginin sahibiydi. Şifa niyetine okur, gaipten bilgi aktarırdı. Yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlara karşı şerbetliydi ve isteyene şerbetleme izni verirdi. Hastaları evinde kabul eder, önde gelen aileler çağırdığında onların evine giderdi. Yüzü parça parçaydı, bu yüzden 'Yamalı' diye ad takılmıştı ve yüzünün bu hale gelmesini şöyle anlatırdı:

'Eskiden çok güzel bir adamdım. Hanımlar bana hayran bakarlardı. Ama güzelliğime sadece hanımlar değil cinler de hayranmış ki, günün birgün beni kaçırdılar. Bunlardan birinin kızını nikahlámam için ısrar ettiler, kabul etmedim. Bunun üzerine 'Biz de seni kimsenin beğenmeyeceği bir hale sokalım da gör!' diyerek yüzümü parçaladılar, bu hale getirdiler. Ama yaşadığım feláketin bana faydası oldu, bu ilmi kazandırdı. Şimdi onlarla konuşuyor, görüşüyor, yardım alıyorum'.

Nuri Efendi 1913'te öldü ve Eyüpsultan Kabristanı'na defnedildi. Tek çocuğu olan kızı uzun yıllar babasının evinde oturdu, ev onun da ölümünden sonra satıldı ve 1994'te yıkıldı.

Abdülbaki Hoca'nın Kur'an yorumu


Oruca bedel olarak fakir doyurulmaz

'Oruç, sayılı günlerdedir. İçinizden biri hastalanır, yahut yolda bulunursa orucunu yer, sonra başka günlerde, o yediği gün sayısınca oruç tutar. Ki, oruç zor gelirse her gün için bir yoksulu doyurur. Hayır için verdiği şeyi çoğaltırsa bu da kendi hayrına. Fakat bilseniz oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır (Bakara Suresi, 184. áyet). Ramazan ayı, bir aydır ki insanlara doğruyu bildiren, doğruluğa ait apaçık delillerden ibaret olan, halka bátılı ayırdeden Kur'an, bu ayda indirildi. Sizden kim bu aya erişirse orucunu tutsun. Hasta olan ve yolcu bulunan, hastalığında, yolculuğunda orucunu yer, sonra yediği günler kadar tutar. Allah sizin için kolaylık diler, güçlük değil. Bu da sayıyı tamamlamanız, Allah'ın size doğru yolu göstermesine karşılık onu ululamanız içindir, böylece de ona şükretmiş olabilirsiniz' (Bakara Suresi, 185. áyet).


Oruç tutmaya kudreti varken tutmayan kişinin, her gün bir yoksulu doyurması emri, bir rivayete göre kaldırılmıştır.

Bunu kabul edenlere göre, bu áyetin hükmünü kaldıran áyet, bu surenin 185. áyetidir ve áyette sadece hasta olanın yahut seferde bulunanın orucunu yiyebileceği bildirilmiştir. Bu, İbn-i Abbas'ın sözüdür. Hasen ve Atá'ya göre bu hüküm kaldırılmamıştır. Hamile kadına, çocuk emzirene, çok yaşlı kişiye racidir, ancak ilk ikisine şümulü sonradan kaldırılmıştır.

Bazılarına göre ise 'Yutıykuunnehu' sözünde, bir 'lá' takdir edilmiştir ve 'oruç tutmaya gücü yetmeyenler' anlamına gelir. Fakat bu söz áyetteki 'Bilseniz oruç tutmanız, sizin için daha hayırdır' sözüne aykırı olduğu için kuvvetli sayılamaz. İmam Caferu's-Sadık'a göre çok yaşlı, susuzluk illetine tutulmuş yahut bunlara benzer kişilere aittir. Gene aynı zattan: Ramazan ayında hastalanıp orucunu yiyen kişi iyileşir fakat öbür ramazan ayına kadar yediği günleri kaza etmezse, bu kişi, ramazan geçince yediği oruçları kaza etmekle beraber her gün de bir yoksulu doyurmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Siyasetçi acemi avcı avda oğlunu avladı

28 Kasım 2001
Bizde avcılıkla ilgili ilk kitabı, İttihad ve Terakki'nin meşhur isimlerinden biri olan Ahmed Rıza Bey 1877'de yayınlamıştı ve kitap 'Rehnümá-yı Sayyád' yani 'Avcının Kılavuzu' adını taşıyordu. Ahmed Rıza Bey'in babası Áyan üyesi yani senatör olan Ali Rıza Bey de av meraklısıydı ama 13 yaşındaki küçük oğlu Murad'ı bir av partisinde kaza kurşunuyla vurup öldürünce bir daha ava çıkmamıştı.

Bizde av merakı oldukça eskidir. Tarih boyunca hem spor ve eğlence, hem de yabani hayvanların zararlarını engellemek amacıyla toplu avlar yapılmış, av başta Dördüncü 'Avcı' Mehmed olmak üzere birçok hükümdarın da merakı haline gelmişti.

Tanzimat'ın ilánından sonra birçok alanda olduğu gibi Avrupai avlar da yeni merakların arasına katıldı. Avrupa'ya okumaya gönderilen Türk gençlerinin yurda döndüklerinde beraberlerinde bu tür avcılığı da getirdiler. Birkaç arkadaşın biraraya gelerek yaptıkları veya av meraklısı zenginlerin yanlarına adamlarını alarak çıktıkları av partilerine sık sık rastlanır oldu.

Bu meraklılardan biri de, İkinci Meşrutiyet'in tanınmış isimlerinden ve İttihad Terakki Cemiyeti'nin kurucularından olan Ahmed Rıza Bey'di. Ayan azası yani senatör Ali Rıza Bey'in oğlu olan ve 1857'de Vaniköy'de doğan Ahmed Rıza Bey 1884'te ziraat okumak için Paris'e gitti ama zamanın hükümdarı Abdülhamid'e karşı olan muhalefete katıldı ve senelerce Paris'te kaldı.

Avcılığa İstanbul'da iken de çok meraklıydı, bu merakı Avrupa'da daha da arttı. Aslında babası Ali Rıza Bey de av meraklısıydı ama henüz 13 yaşında olan küçük oğlu Murad'ı düzenlediği bir av partisinde kaza kurşunuyla vurup öldürünce bir daha ava çıkmamıştı.

Türkçe olarak yayınlanan avla ilgili ilk kitap da Ahmed Rıza Bey'in kaleminden çıktı. 1877 yılında basılan bu risale 62 sayfaydı ve 'Rehnümá-yı Sayyád' yani 'Avcının Kılavuzu' adını taşıyordu.

Ahmed Rıza Bey, kitabında geyik, karaca, yaban domuzu, tavşan, tilki ve çakal avlamanın usulleriyle beraber tuzaklar hakkında da bilgi verir. Ayrıca av köpeklerinin soysoylarını ve cinslerini de tanıtır, av izinin nasıl alınacağını anlatır. Çeşitli av hayvanları hakkında yorum ve benzetmeler yapar, meselá kurt için 'ahmak bir bedev;ye', tilki hakkında da 'kurnaz bir meden;ye' diye yazar.

Meşrutiyet'in ilánından sonra yurda dönen Ahmed Rıza Bey, eski merakı olan av partilerine katılmaya devam etti, hatta Çengelköy sırtlarındaki çiftliğinde av meraklılarını biraraya getirip 'Beykoz Av Cemiyeti' adı altında bir de dernek kurdu. Derneğin başına o tarihte yaşı çok ilerlemiş olan meşhur bir isim, gazeteci Ahmed Midhat Efendi seçildi. Ahmed Midhat Efendi yaşlılığının yanısıra hasta olması yüzünden cemiyetin başında sadece üç yıl kalabildi ve hiçbir ava katılmadı.

Ahmed Rıza Bey, bir gün evinde bacağını kırdı ve ertesi gün bu kırık bacakla bir av partisine katıldı. Kırık daha fena bir hal alınca mecburen hastahaneye kaldırıldı ve Şişli Etfal Hastanesi'nde bir ay yatmak zorunda kaldı. Siyasi çevrelerde antipatiyle karşılanıyordu, zamanla siyasetten çekildi, maddi sıkıntıları yüzünden çok sevdiği çiftliğinden ve kütüphanesinden de vazgeçti ama avcılığı hayatının sonuna kadar bırakmadı.

Abdülbaki Hoca'nın Kur'an yorumu


Kur’an’daki Zülkarneyn İskender değildir

'Sana Zülkarneyn', sorarlar. De ki: O'na ait haberşeri de okuyalım size. Biz, gerçekten de onu yeryüzünde yerleştirip yüceltmiştik, herşeyin yoluna yordamına ait ne bilgi varsa vermiştik ona' (Kehf suresi, 83.-85. áyetler).


Zülkarneyn, iki boynuzlu anlamına gelir. Doğuyu ve batıyı fetheden bir peygamber olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi adalet sahibi bir padişah olduğunu söyleyenler de vardır.

Başında boynuza benzer bir çıkıntı bulunduğu, yahut yeryüzünün doğusuyla batısını zaptettiği için Zülkarneyn dendiği rivayet edilmiştir. 'Ana ve baba tarafından soyca yüce bulunduğundan bu adla anılmıştır' diyenler de vardır. Zülkarneyn'i İskender olarak kabul edenler yanılmışlardır. Zülkarneyn hakkında en yeni ve doğru incelemeyi, Hindistan Maarif Veziri Mevlana Ebu-l Kelam Ázád başarmıştır. Bütün tarihçilerin fikirlerini inceleyen Mevláná Ebu-l Kelam Ázád, TEvrat'ın Danyal kitabının VIII. babında Danyal'in, rüyasında iki boynuzlu bir koç görüp bunu Med ve Fars hükümetlerini birleştiren İran hükümdarı olarak yorduğunu kaydediyor. Ona göre İbranca 'lokranim' sözünün Arapça'da tam karşılığı 'Zülkarneyn'dir. Azrá'nın kitabında da İsrailoğulları'nı tutsaklıktan kurtaran bu hükümdarın adı Huruş tarzında geçer. Eş'iya'da da XLV. babda Kuruş'tan bahsedilir. XI. babda Kuruş, 'doğudan getirilecek yırtıcı kuş' diye anılır. İrmiya'da da yer yer esaretten kurtuluş anılmaktadır. Kuruş, milattan önce 559. yılda zuhur etmiştir. 544'de Babil'i almış, Yahudileri memleketlerine göndermiş, 519'da ölmüştür. Med ve Fars hükümetlerini birleştirip bir imparatorluk kurması dolayısıyla Kuruş'un heykelinde iki boynuz vardır.

Mısır'da Zevs Amon, iki boynuzlu bir koç şeklinde temsil edilen bir iláhtır. Amon, koç demektir. Zülkarneyn'e İskender denmesi belki buraya bağlıdır. Çünkü İskender, Zevs'in oğludur. Zevs, ziya şeklinde anasına yaklaşmış ve anası bu suretle gebe kalıp İskender'i doğurmuştur.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Hain Bekir’i canlı meş’ale yaptılar

1624'te Bağdad'da Bekir Subaşı adında bir adamın ihtirasları evvelá bu eyaletin, sonra da Musul ve Kerkük'le beraber bütün Irak kıt'asının İranlılar'ın eline geçmesine sebep oldu. Bekir Subaşı'nın çevirdiği entrikalar yüzünden Türkiye ile İran arasında kanlı bir harp başladı ve bu topraklar elimizden çıktı.

İran Şah'ı Abbas, eski efendisi Osmanlılar'a ihanet eden Bekir Subaşı'yı kendisine de ihanet eder endişesiyle önce işkenceye koyup hazinelerini elinden aldı. Sonra üzerine katran bulattı, bir kayığın direğine bağlattı ve kayığı ateşe verip Dicle'ye akıntısına bıraktı, oğlu Hain Mehmed'in de kafasını kestirdi.

Ramazan MÖNÜSÜ


Kadıboğan

Yarım kilo tereyağını bir kapta eritip bir yumurta ve bir fiske karbonat ile karıştırın. Yeteri kadar un ilave ederek yumuşak hamur kıvamına gelinceye kadar yoğurun. Ceviz büyüklüğünde parçalar alarak biraz yassıltıp tepsiye dizin ve fırına verin. Rengi beyazlaşınca fırından çıkartıp önceden yarım kilo şekerle hazırlanmış ve yarım limon sıkılmış şerbeti üzerine gezdirin.

Kocakarı İLAÇLARI


Geceyanığı keten lápasıyla geçer

Ebegümeci veya keten tohumu lápası yapılarak yaranın üzerine tatbik edilir.

Balmumu biraz zeytinyağının içinde ateşte eritilir, yaranın üzerine konur.

Akşamüstü herhangi bir tarafta ilk ışın yandığı zaman hemen bir miktar pamuk yakılarak 'Gece geldin, gece git' denir, yanmış pamuk yaranın üstüne bastırılır.
Yazının Devamını Oku

Hızır’ın Ayasofya’da randevu noktası

27 Kasım 2001
İstanbul'da, dara ve sıkıntıya düşenlerin Hızır'la buluşabileceklerine inanılan bazı 'makam'lar vardı. Bunların başında Ayasofya, Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa ve Üsküdar'daki Atik Valide Camileri gelirdi. Ayasofya'nın 'Hızır'ın makamı' olduğuna inanan Fatih Sultan Mehmed'in kubbenin altına top şeklinde bir kandil astırdığı da rivayet edilirdi. Hızır, dünya üzerindeki birçok uygarlıklarda ve doğmuş olan hemen bütün dinlerde vardır. Destanlara da geçmiştir ve Gılgamış, İskender gibi pekçok destanda 'Hızır' kavramından bahsedilir.

Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve en kuvvetli şekliyle de Müslümanlıkta kendini gösteren, Müslümanlar tarafından 'kurtarıcı' olarak bakılan Hızır'ın özellikleri, Doğu Hıristiyanlığı'nın vazgeçilmez büyüklerinden olan Aziz Georgios'a atfedilen güce benzer niteliktedir.

İslámiyet, Hızır kavramıyla ancak 9. yüzyılda tanıştı. Fıkıh álimleri ise kaynakların zayıf olması yüzünden Hızır konusuna hep temkinli yaklaştılar. Bu yüzden Hızır, daha ziyade tasavvufta ve folklorda güç kazandı.

Álimler arasındaki en büyük tartışma konusu, Hızır'ın peygamber mi, veli mi yoksa melek mi olduğuydu. Din uleması, Kur'an'da geçen pasajlara, hadis kitaplarına ve çeşitli kaynaklara dayanarak asırlar boyunca birbirlerinin tezlerini tezi çürütüp durdu.

Ama Hızır'a yüklenen görevin manevi güzelliği tasavvuf geleneğinde son derece etkiliydi. Hiç kimse Hızır'ın varlığının yahut yokluğunun ne gibi bir mahsur doğuracağını düşünmedi. 'Makam-ı Hızır' kavramıyla da Hızır'a büyük bir saygı gösterildi. Bektaşiler meydana serdikleri 12 posttan biri olan 'mihmandar'ın Hızır'a ait olduğuna inandılar. Tarikat ileri gelenleri, darda kalmış insanların Hızır'la karşılaşmasını konu alan 'Hızırname'leri kaleme aldılar. Hızır kavramı, tasavvuf kültürünün yanısıra folkloru da etkiledi. İstanbul'un en meşhur evliyalarından olan Aziz Mahmut Hüdái'nin Üsküdar'daki tekkesinde Hızır ile zaman zaman buluştuğu ve Celveti tarikatındaki 'Hızır Kıyámı' zikrini ondan aldığı; Şeyhülislam Yahya Efendi'nin de dergáhının bahçesindeki bir selvinin gölgesinde zaman zaman yine Hızır'la buluştuğu rivayet edildi.

Dara ve sıkıntıya düşen İstanbulluların da Hızır'la buluşacakları bazı 'makam'lar vardı. Bunların en bilineni Ayasofya idi ve bir efsanede Ayasofya ile Hazreti Muhammed arasında bağlantı kurulmuştu. Guya peygamberin doğumu sırasında bir deprem meydana gelmiş, sarsıntısı İstanbul'a kadar uzanmış ve Ayasofya'nın kubbesi çatlamıştı. Harç bir türlü tutturulamadı ve Hızır'ın tavsiyesiyle Mekke'ye giden 300 keşiş bebeğin 'tükürüğünü' alarak İstanbul'a döndüler. Tükürük harca iláve edildi ve anca bu sayede tutturuldu.

İstanbul'un fethinden sonra mabede giren Fatih Sultan Mehmed, 'Bu kubbe Hızır'ın makamıdır' diyerek kubbenin hemen altına som altından bir top kandil astırdı. Bu kandil çok sonraları kaldırıldı ve Topkapı Sarayı'na gönderildi.

Aynı şekilde Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa ile Üsküdar'daki Atik Valide Camileri de Hızır'ın makamları olarak kabul edildiler. Hızır'ı görüp derdine deva arayacak olanlar bu camilerin kubbeleri altında 40 gün boyunca sabah namazı kılarlarsa Hızır'la mutlaka karşılaşacaklarına inanırlardı. Hızır'ı gördüğünü söyleyenlerden biri, Nakşibendi şeyhi Abdülkadir Efendi idi. Karşılaşmanın Üsküdar'daki Atik Valide Camii'nin son cemaat mahfilinde olduğunu söyledi ve bu olayın hatırasını oraya astırdığı bir levhayla ebedileştirdi.

Sıkıntıdaki kulun imdadına gelenin Hızır olup olmadığını anlamanın tek bir yolu vardı: Hızır'ın sağ elinin başparmağının kemiksiz olduğu ve bastığı yerin yeşerdiği söylenirdi. Dolayısıyla dert sahibinin Hızır olduğuna inandığı kimsenin başparmağını yoklaması ve ayağını bastığı yere bakması lázımdı.

Abdülbaki Hoca'nın Kur'an yorumu


Miracın amacı, insanları sınamaktı


'An o zamanı, hani sana demiştik ki hiç şüphe yok, rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır ve biz sana gösterdiğimiz ruyayı da, Kur'an'daki lÁnetlenmiş ağacı da ancak insanları sınamak için gösterdik ve onları korkutmadayız, fakat bu, ancak onların taşkınlıklarını arttırmada' (İsrá Suresi, 60. áyet).


Ruyadan maksat gözle görüştür ve Hazreti Muhammed'in Mekke'den Kudüs'e gitmesine, oradan da göklere ağmasına, yani Mirac'a işarettir. Mirac hakkında daha Hazreti Muhammed'in zamanında ve Mirac'ı nakleder etmez bir hayli sözler söylendiği için áyette Mirac, 'insanları sınamak için' meydana gelmiş bir olay diye tavsif edilmiştir. Bu ifade, İbn-i Abbas, Cübeyr oğlu Said, Hasen, Katáde ve Mücahid'in sözüdür, 'Hazreti Muhammed Medine'deyken Mekke'yi alacağını görmüştür, buradaki rüyadan maksat budur' da denmiştir. Bu rivayet başka bir yolla İbn-i Abbas'tan gelir.

Lánetlenmiş ağaç, cehennemin dibinden biten zakkum ağacıdır. Bu rivayet, İbn-i Abbas ve Hasen'den gelir. Ebu Cehl, 'Muhammed sizi taşları bile yakacak bir ateşle korkutmada, bir yandan da o ateşin içinden ağaç biteceğini söylemekte' demiş ve müşrikler ateş içinde ağaç olmayacağını dillerine dolayıp alaya başlamışlardı. Bu yüzden, lanetlenmiş ağaç da insanları bir sınama olmuştu. Bu rüya ve ağaç hakkında bir yorum daha vardır. Said oğlu Sehl, babasından şöyle rivayet etmiştir: Hazreti Muhammed, bir gece minberine maymunların çıktığını görmüş, pek üzülmüştü. Bu, Muhammedü'l-Bákır'la C*fer'ü-l Sádık'tan ve Yesar oğlu Said'ten de rivayet edilmiştir. Bu yoruma göre de lánetlenmiş ağaç Ümeyyeoğullarıdır. İncil'de de iyi ağaç ve kötü ağaç temsili vardır.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Sibyan mektepleri


Eski sibyan mekteplerinin gayesi basitti: Çocuklara okuma-yazma öğretmek. Dinin ádabı ve erkánıyla Mur'ın'ın okunması da buralarda öğretilirdi.

Sibyan mekteplerinde hocalık edenler, mahallenin şeref ve haysiyet sahibi kişileri arasından seçilirdi. Bir hocanın şeref ve haysiyetine uymayan yerlere gitmesi şöyle dursun, halkın arasına girip oturması, mahalle dedikodularına karışması dahi hoş görülmezdi. Sibyan mekteplerinde öğretim usulünün başında 'hece' gelirdi. Harfler çeşitli hece tekerlemeleriyle ezberletilir, buradan kelimelere geçilir, yavaş yavaş Kur'an'ın okuması öğretilirdi.

Ramazan MÖNÜSÜ


Papaz Yahnisi

Yahni, her cins balıktan yapılabilir. Balığı güzelce temizleyip yumurta tavası veya toprak bir güvece istif edin. Aralarına halka soğan, doğranmış maydanoz ve domates ile tuz ve biber koyun. İki fincan sirke ile bir buçuk fincan zeytinyağını üzerine döküp ateşe oturtun. Bir saat pişirip balık kendi suyunu çektikten sonra ateşten alın ve soğumaya bırakın. Sirke yerine limon da kullanılabilir.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı Hanedanı’nın Afganlı prensesi anlatıyor

25 Kasım 2001
Hafta içinde Afganistan'ı iyi bilen biriyle, New York'ta yaşayan bir prensesle, telefonda uzun bir Afganistan sohbeti yaptım: Prenses Zeynep Osman'la... Osmanlı Hanedanı'nın reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'nin eşi olan Prenses Zeynep Osman, eski ve asil bir Afgan ailesinden, ‘‘Tarz;’’lerden geliyor. İşte, bir Afgan prensesinin ağzından Afganistan'da bir türlü bitmek bilmeyen savaşların sebepleri, geleceği hakkında tahminler ve Afgan kadınının erkeğinden çok daha başka olmasının ayrıntıları.


Afganistan'da olup bitenlerin dünya gündeminin ilk sırasındaki yerini hálá koruduğunu görünce, oraları iyi bilen biriyle bir Afganistan sohbeti yapayım dedim.

Yerli yahut yabancı olsun, hemen her TV kanalında Afganistan hakkında neredeyse her akşam birkaç program birden yapılıyordu. ‘‘Kuzey İttifakı’’, ‘‘Kunduz kuşatması’’ yahut ‘‘General Raşid Dostum muhabbeti’’ gibisinden konular almış başını gidiyordu ve alışıldık bir uzmanla değil, daha değişik ama Afganistan'ı iyi bilen biriyle konuşmak istedim. Meselá eski ve asil bir Afgan ailesinin mensubuyla, bir prensesle...

Neticede, New York'ta yaşayan Prenses Zeynep Osman'la telefonda uzun bir Afganistan sohbeti yaptım. Zeynep Osman, Osmanlı Hanedanı'nın New York'ta yaşayan reisi yani Türkiye'de Osmanlı idaresi devam etseydi ‘‘Dördüncü Osman’’ yahut ‘‘Birinci Ertuğrul’’ adıyla tahta geçecek olan Şehzade Osman Ertuğrul Efendi ile evliydi. Afgan krallarının mensup oldukları Barekzay hanedanının bir dalı olan köklü ailelerinden birinden, ‘‘Tarzî’’lerden geliyordu ve Páyende Han soyundandı.

Ve, birkaç cümleyle de olsa, Prenses Zeynep Osman'ın eşi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'den sözedeyim: Sultan İkinci Abdülhamid'in oğullarından Şehzade Burhaneddin Efendi'nin çocuğudur; 1912'de İstanbul'da doğmuş, Avrupa'da okumuştur. Hanedanın Türkiye'den çıkartılığı 1924 Mart'ından buyana hep sürgündedir ve hiçbir ülkenin vatandaşı değildir. Şimdi başarılı bir iş hayatından sonra emeklilik devrini yaşamakta, her yaz eşi Prenses Zeynep Osman'la Türkiye'ye gelmekte ama gelebilmek için her seferinde New York'taki Türk Konsolosluğu'na başvurup ‘‘vatansız’’lara mahsus vize istemek ve vizeyi alabilmek için tam üç ay beklemek zorundadır.

Sayfada gördüğünüz fotoğrafların hepsi, geçen yaz aylarında çekilmiştir.


Afgan kadını çalışır, erkeği ise sadece dövüşür


Ailesi üç nesilden beri Türkiye'de yaşayan ve kendisi Türkiye'de doğup büyümüş olan Prenses Zeynep Osman, dedelerinin memleketini 30 yaşından sonra görebilmiş.

‘‘...Afganistan'a sadece bir defa, o da 1971'de, Kral Zahir Şah'ın bana verdiği özel izinle gidebildim ve üç ay kaldım. Her tarafı gezdim, Pagman'ı, Celálabad'ı, Bamyan'ı, Herat'ı, Kunduz'u, Kandehar'ı ve Belh'i gördüm.

Orada beni en çok kadınlar etkilemişti. Çalışkanlıklarına hayran kalmıştım. Kadınların çoğu, özellikle de Kabil'de olanları iş-güç sahibiydiler. Ya bir meslek edinmişlerdi, ya devlet memuru olmuşlardı yahut bir şirkete girmişlerdi. Çalışmayan kadınlar sadece yaşlı olanlarla kraliyet ailesinin mensuplarıydı.

Afgan kadını, Afgan erkeğinden daha çalışkan ve daha beceriklidir. Komünistler'in gelişinden sonra binlercesi binbir zorlukla kaçıp Amerika'ya yerleşti. Etraflarına erkeklerinden daha çabuk adapte oldular ve iş buldular. Yeni kurulacak hükümette Afgan kadınına mutlaka yer verilmesi lázım. İşin çok daha önemli olan tarafı, kadın haklarının yeni Afgan anayasasında yer almasıdır. Uluslararası güçlerin kurulacak olan yeni Afgan hükümetine bu konuda baskı yapması gerekir’’


Afganistan’ı kuzenimiz Davud’un kini mahvetti


Prenses Zeynep Osman, Afganlılar'ın memleketlerini sevdiklerini ama bu sevginin kabile bağlılığına dayandığını, temelde kabile sevgisinin yattığını söylüyor.

‘‘...Afganistan'ın etnik kabilelerden meydana gelen bir memlekettir. Her grup kendi lisanını konuşur, kendi ádetini devam ettirir. Afganlılar her ne kadar memleketlerini severlerse de, bu sevgi kabilelerine bağlılıktan gelir ve dolayısı ile temelde kabile sevgisi yatar.

1974'e kadar yönetim, en büyük grubu teşkil eden Peştunların elindeydi. Ama Peştunlar bile 23 ayrı kabileden meydana geliyorlardı ve arada bir birbirlerini de kesip biçerlerdi. Kuzeyde yaşayan Özbek, Türkmen, Tacik ve Hazaralar gibi azınlıktaki gruplar yönetimde söz sahibi olamazlardı. Afgan halkı, asırlarca işte böyle birbirleriyle savaşıp durdu.

Kral Zahir Şah, 1960'ların ortasında hükümet tarzını değiştirip ‘‘Valasi Cirga’’ ve ‘‘Mişrani Cirga’’ diye iki ayrı meclis kurdu. Birincisinde halk tarafından seçilen milletvekilleri vardı, ikincisi ise senato gibiydi. Senatörleri kral tayin ederdi. 1964'te kabul edilen yeni anayasayla azınlıkların mecliste temsil edilmelerine de başlandı, hatta Özbekler'e bile bakanlık verildi ama zamanla işler birbirine girdi’’.

Peki, Zahir Şah'ın Afganistan'ı 40 sene boyunca barış içinde idare etmesine rağmen işler sonradan neden bu hale geldi?

Prenses Zeynep'e göre, herşeyi Kral'ın amcasının oğlu Davud Han berbad etti:

‘‘...Davud Han, 1974'te Kral İtalya'da iken darbe yaptı. Darbenin sebebi, Kral'a karşı duyduğu kindi. Senelerce başbakanlık etmişti. Kral, 1960'larda hanedanın dışında kalanlara da hükümet kurma ve başbakan olma hakkı verince amcasının oğlu Davud Han iktidardan gitti, yerine halkın seçtikleri geldi.

Ama adam bunu unutamadı. Senelerce işte bu kinle yaşadı ve ilk fırsatta Kral'ı alaşağı etti. Kendisini cumhurbaşkanı oldu ama Afganistan işte o gün bugündür bir feláketten ötekine sürükleniyor. En son kazığı da Usame bin Ládin'den yedi ve Amerika'nın gazabına uğradı’’.


Sevgi Hanım’ın auditoriumu padişah valsiyle açıldı


Sultan Abdüláziz’in Türkiye’de bugüne kadar çalınmamış olan ‘Valse Davet’ isimli eseri, Sevgi Gönül’ün Koç Üniversitesi’nde inşa ettirdiği auditoriumun geçen hafta yapılan açılışındaki fon müziği oldu.


Sevgi Gönül milyonlarca dolar harcadı ve ailece kurdukları Koç Üniversitesi'nin kampüsüne İstanbul'un en modern ‘‘auditoriumu’’nu, yani konser salonunu inşa ettirdi. Auditorium, geçen hafta Cumartesi günü çok şık bir davetle açıldı ve ilk konseri Fazıl Say verdi.

Fazıl Say, auditoriumun İstanbul'un em mükemmel ses sistemine sahip konser salonu olduğunu söylemişti ve verdiği konseri dinleyen hemen herkes, bunun böyle olduğunu daha ilk nağmede farketti.

Ama davet sırasında benim dikkatimi pek kimselerin farketmediği bir başka ayrıntı çekti: Konser öncesi fonda çalınan müzik... Türkiye'de bugüne kadar bilinmeyen, geçen sene Londra'da çıkan bir CD için ilk icra edilen bir parça çalıyordu: Sultan Abdüláziz'in en güzel bestelerinden biri, ‘‘Invitation a la Valse’’ yani ‘‘Valse Davet’’ isimli eseri...

Ressam ve bestekár olan Sultan Abdüláziz hem Türk, hem de Batı müziği formlarında eserler vermişti. Bestelediği Türk Müziği parçaları sık sık icra edilir ama Batı tarzındaki parçaları pek bilinmezdi.

Davetliler arasında bulunan Neslişah Sultan o gece ziyadesiyle memnundu, zira Sultan Abdüláziz büyük dedesiydi.

Tahtında indirilip katledilen, katline intihar süsü verilen bu sanatkár büyük dedenin eseri, bestelenmesinden neredeyse 150 sene sonra, İstanbul'un en modern oditoryumunda fon müziği oluyor ve Türkiye'nin en elit tabakasının katıldığı bir merasimde ilk defa çalınıyordu, Sultan dolayısıyla memnun olmakta haklıydı.

Geçmişi geleceğe bağlamanın hüneri, işte Sevgi Hanım'ın düşündüğü böyle ince ayrıntılardan geçer.
Yazının Devamını Oku