Murat Bardakçı

Ressam padişahın desen defteri

24 Kasım 2001
Sultan Abdülaziz hem Türk hem Batı müziği bestekárı olmasının yanısıra bir de ressamdı. Hükümdarın bugün Türkiye'de tek bir tablosu bulunmuyor ama onun elinden çıkma 67 adet çizimin yeraldığı bir desen defteri Polonya'da, Krakov Ulusal Müzesi'nde saklanıyor. Sanat, Osmanlı hanedanında bir aile geleneği gibiydi ve birçok padişah sanatın çeşitli dallarında üstadlık derecesine gelmişti.

Meselá Kanuni Süleyman kuyumcu, İkinci Abdülhamid büyük bir ince marangoz, İkinci Mahmud zamanının en büyük hattatlarından biri, Üçüncü Selim çok seçkin bir bestekárdı.

Bazı padişahlar ise sanatın bir değil, birkaç dalıyla uğraşırlardı. Sultan Abdülaziz bunlardan biriydi ve bestekárlığının yanısıra ressamdı. Hem Türk hem Batı müziğiyle ilgilenmişti ve bu ilgisi her iki musikide de bestekárlık edecek seviyedeydi. Türk Müziği'nin en meşhur oyun havalarından biri Sultan Abdüláziz'in imzasını taşır ve 'Valse Davet' isimli orkestra eseri nadir de konser salonlarında icra edilir.

Bugün Türkiye'deki müzelerde Abdülaziz'e ait maalesef tek bir tablo bile bulunmuyor ama hükümdarın bir desen defteri Polonya'da, Krakov Ulusal Müzesi'nde saklanıyor.

Defterde, Abdülaziz'in elinden çıkma 67 adet çizim ile üç sayfa elyazısı var. Hükümdar genellikle gemi ve deniz savaşı çizimlerinin yeraldığı defteri o senelerde İstanbul'da saray ressamlığı yapan Polonyalı sanatkár Stanislaw Chlebowski'ye vermiş. Abdüláziz çizimlerin tamamını kırmızı mürekkeple filigranlı káğıda yapmış, resimler daha sonra kartonlara yapıştırılıp albüm haline getirilmiş. 1914'e kadar Chlebowski'nin ailesinde kalan defter daha sonra başkalarının eline geçmiş, 1971'de Krakov Ulusal Müzesi tarafından satın alınmış.

Abdülaziz'in albümdeki desenleri, resim uzmanlarına göre hükümdarın savaş konusunu çok iyi bildiğini, savaşın ez kızıştığı anlarda askerleri, atları ve bütün bir bölüğü bir an için dondurabilme yeteneğine sahip olduğunu gözler önüne seriyor.

Abdülaziz 1876'da tahtından indirildikten sonra intihar süsü verilip öldürüldü. Türk resim tarihine tam olarak geçemedi ama kendisi gibi ressam olan oğlu Şehzade Abdülmecid yahut daha bilinen unvanıyla 'Halife Abdülmecid Efendi' bugün modern Türk resminin kurucularından kabul ediliyor.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Bidest kátip

'Bidest' yani 'elsiz' kátip, 19. asırda yaşadı. İki kolu dirseklerinden kesik olarak doğmuş, tahsil çağına bastığında son derece zeki olduğu anlaşılmış. Bir sanata giremeyeceği için okumuş, yazıyı da ayakları ile yazmayı öğrenmiş. Sağ ayağının baş ve ikinci parmakları arasına sıkıştırılan bir kalemle hattatlarınki gibi olmasa bile okunaklı ve güzel bir yazı yazarmış. 1838'de 14 yaşında iken İkincş Mahmud'un huzuruna çıkartmışlar, huzurda iki ayağı ile yazı yazmış, 200 altın ihsan almış ve resmi dairelerden birine tayin edilmiş. Kalemden çıkacak olan müsveddeleri ayağı ile o yazarmış. Bidest kátip, Tanzimat'ın önde gelen isimlerinden Keçecizade Fuad Paşa'nın her nedense sinirine dokunmuş ve vazifesinden atılmış idi. 1894'te, 70 yaşlarında iken vefat etti.
Yazının Devamını Oku

Sedyeler sadece hasta değil yolcu da taşırdı

23 Kasım 2001
19. yüzyılın ortalarında, Beyoğlu taraflarında 'sedye' denilen bir yolcu taşıma aracı kullanılır olmuştu. Genellikle gayrımüslimlerin rağbet ettiği sedyeler, tramvay şirketinin kurulup atlı tramvayın hizmete girmesinden sonra fiyat rekabetine dayanamadılar ve İstanbul sokaklarından silindiler.

Sedyenin sadece hasta taşımaya yaradığını zannederiz ama sedyeler eski zamanlarda yolcuları taşımakta da kullanılırdı.

Bizde 'trafik aracı' olarak nitelendirilebilecek en eski vasıta, bunlardı. İstanbul sokaklarında 1900'lerin başında boy gösteren otomobillerden önce ulaşım için atlı ve elektrikli tramvay, ondan önce kupa arabalarıyla faytonlar kullanılırdı. İşte sedyeler bu dönemde rağbet görmüşlerdi.

Sedyeler ilk olarak Avrupa'da kullanıldı. Bir dönemin İngiliz ve Fransız asilzádeleri, iki uşağa taşıttıkları bu vasıtaya çok itibar ettiler. Bugün, daha basitleştirilmiş şekillerine sadece Çin'de ve Uzak Doğu'da rastlanan sedyeler, 1850'lerde İstanbul'da ve sadece Beyoğlu yakasında kullanıldı. İki hamal ön ve arka tarafındaki uzunca ahşap sopalardan tutarak taşırlar, Beyoğlu'nda yaşayan levantenler, gayrimüslimler ve yabancı elçilik mensupları, kışın bozuk ve çamurlu olan İstanbul sokaklarında yürümemek için sedyeyi tercih ederlerdi. Ama sedyelere en fazla rağbet edenler, hanımlardı. Banker Zarifi ve Hristaki gibi zengin Beyoğlu ailelerinin kızlarının her tarafa sedye ile gittikleri söylenirdi.

Sedye hamalları mor fesli, yün kuşaklı, yumurta topuklu ve kabadayı kılıklıydılar. Tarifeleri yoktu ama neredeyse yüz adım için bir sarı lira yani bir altın istedikleri ve bahşiş de aldıkları söylenirdi. Bu vasıtalar geçimini hamallıkla sağlayan pekçok kişinin de ikinci ekmek kapısı olmuştu.

Avrupa'nın iki kapılı, ön ve iki yan pencereleri camlı, genellikle abanoz yahut maun ağacından içi renk renk nakışlarla bezeli, yaz sıcağında açmak ayakta durabilmek için tavandaki kapağı çıkabilen sedyelerinin aksine, bizdeki sedyeler dar, kasvetli ve gösterişten uzaktı. Ancak vasıtanın işlemediği yerlere ve özellikle hastaların yakındaki hastaneye ulaştırılmasında önemli rol oynarlardı. Aniden rahatsızlanan birçok hastanın hayatı sedye sayesinde kurtulmuştu.

Bu sedyelerin yanısıra, İstanbul'da at tarafından çekilen tek bir sedye vardı ve Hassa Ordusu'nın maraşalı Rauf Paşa'ya aitti. İngiltere'den getirtilen bu sedye, dört tekerleklisi araba tarzındaydı. Bacağı sakat olan Paşa işine gitmekte çok zorlandığı için bunu kullanır olmuştu. Bu atlı ve tekerlekli sedyeyi paşanın vefatından sonra padişah yaveri Osman Bey satın aldı ve ve bir süre kendisi kullandı.

Bir dönem hayli revaçta olan sedyeler, tramvay şirketinin kurulup atlı tramvayın hizmete girmesinden sonra fiyat rekabetine dayanamayarak İstanbul sokaklarından silindiler.

Kocakarı İLAÇLARI


Adale incinmesine koyun kuyruğu

Koyunun kuyruk kapağı incinen yere konur ve üzeri bezle sarılır.

Taze yumurtanın sarısı bir bez parçası üstüne sürülür, buna bir miktar ayakkabıcı çirişi iláve edilir, incinen yere tatbik olunur.

Kullanılmamış sabun yumurta akına rendelenir, ikisi birbiriyle karıştırılır, bunlara biraz rakı iláve edilir. Karışım, kullanılmamış bir bez parçasının üzerine konur, incinen yere tatbik edilir. Bu bez, kendi kendine düşünceye kadar çıkarılmaz.

Yaprak halindeki havacıva iç yağıyla eritilir, incinen yer bu yağ ile oğulur, sonra aynı yağ içine batırılmış bez ile sarılır.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Baldırıçıplak

Sözlük anlamıyla sefilin sefili, ayak takımının posası sayılan bir güruhtur. Ar ve hayá duygusu olmayan, ırz ve namus kaygusu bulunmayan, her türlü fenalık ile yoğrulmuş, saldırgan, türlü kötülükte alabildiğine cür'etli, aynı zamanda asil kuvvet karşısında korkak ve insanlığın yüz karası olanlara 'baldırıçıplak' denir. Bunlar kılık ve kıyafet bakımından da hırpani, hakikaten serseri adamlar olup bbaş açık, baldır-bacak çıplak ve yalın ayak dolaşırlardı. Yeniçerilerin azgınlık devirlerinde, baldırıçıplaklık şehir gençleri arasında rağbet bulmuştu. Nice zengin çocukları ve beyzadeler kılık ve kıyafetlerini bu hayta güruhuna benzetmişlerdi ve 'Cezayir Kesimi' denen bir kıyafetle dolaşırlardı.

Ramazan MÖNÜSÜ


Yalancı Enginar Dolması

Enginarı akşamdan birkaç limon parçasıyla beraber suya koyun. Sabah sudan alıp içini oyun. Bol taze soğanla pirinç, tuz, biber, baharat ve nane karışımı bir harç yapın ve bu harcı nar gibi kızardıktan sonra ayıklanmış olan enginarın ortasına yerleştirin. Yağı az ise harç yerleştirilmiş enginarın üzerine biraz daha yağ ilave edin ve hafif ateş üzerine yerleştirerek kaynatın. Soğuduktan sonra servis yapın.
Yazının Devamını Oku

100 yıl önceki ilk su mafyamız

22 Kasım 2001
İstanbul'da 19. asrın sonlarında bir saka yani sucu mafyası türemişti ve çeşmelere elkoyarak bedava suyu fahiş fiyattan satmaya çalıştılar. Mafyanın beli kırıldı ve bazı çeşmelere 'Sakalar buradan su alamazlar' diyen kitabeler yerleştirildi. Bu kitabelerden biri bugün Kefeliköy'de, Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa Mescidi'nin hemen bitişiğinde bulunuyor.

Hayırseverler, geçmiş asırlarda onbinlerce çeşme yaptırdılar ve bu çeşmelerin binden fazlası İstanbul'da idi.

Bugün bu çeşmelerin neredeyse tamamı kurudu ama yüzyıllarca aralıksız aktılar ve İstanbullular'a 'su meselesi' diye bir dert yaşatmadılar. Padişahlar, sultanlar, paşalar, devletin öteki büyükleri, önde gelen din adamları ve zenginler tarafından yaptırılmışlardı, çoğunun üzerinde bir kitabe bulunur, kitabede o devrin meşhur bir şairinin mısralarıyla çeşmeyi yaptıran için hayır dua edilmesi istenirdi.

Çeşmelerden akan su bedavaydı. Sadece sakalar, yani o devirlerde su tesisatı olmadığı için suyu çeşmeden kırba denilen büyük deri keselerle evlere taşıyanlar, bu hizmetlerinin karşılığında çok düşük bir ücret alırlardı. Bazı çeşmeler ise yapılış şartnameleri gereği 'saka gediği' ismi verilen bir çeşit imtiyazlara sahipti. Bu çeşmelerin kullanımı mali hükümlere bağlıydı ve bu hakkın varislere devri sözkonusu olurdu.

Ama 1870'lerin İstanbul'unda, çeşmelerin sevabına yapılış maksadının bile ayaklar altına alınabileceğini gösteren tuhaf bir olay yaşandı: Bazı sakalar, mahalle aralarında bulunan ve vakıflara ait olan kimi çeşmelerin sularına el koydular. Anadolu'dan kısa bir zaman önce İstanbul'a gelen ve geçimlerini sakalık yaparak sağlayan bu kişiler üzerine oturdukları çeşmelerin sularını istedikleri fiyattan satmaya başlamakla kalmadılar, çeşmelerden su almak isteyenlere de máni oldular. Bununla da yetinmediler, uğraşmalarına rağmen bir türlü sahiplenemedikleri bazı vakıf çeşmelerinin sularını kestiler ve 'Burada su kalmadı' diyerek halkı kendi el koydukları çeşmelerden parayla su almaya mecbur bıraktılar.

Saka mafyası suyu istediği fiyattan satadursun, bazı sakalar da çeşmelerden günde bir defadan fazla su alınmasına izin vermemeye başladılar. Ellerinde destilerle gelenlere 'Ben çeşmenin sahibi sayılırım' diyerek destileri doldurtmadılar. Ancak bu garip uygulamanın komik ve kasıtsız bir sebebi olduğu hemen anlaşıldı: İstediği parayı biriktirip memleketine dönmeye hazırlanan saka, memleketten yeni gelmiş olan hemşehrisine evlere su taşıdığı kırbayı devretmekte ama kırbayı devralan yeni saka çeşmenin kullanım hakkını da aldığını zannetmekteydi.

İşe o zamanın belediyesi olan Şehremaneti elkoydu ve saka mafyasını zor da olsa temizledi. Ama sakalardan ağzı yanan İstanbul halkı bunları suyun başından uzak tutabilmenin çarelerini aramaya başladı. Bulunan yollardan biri, bazı çeşmelerin kitabelerine sakalarla ilgili hükümler koymaktı.

Bu çeşmelerin günümüze ulaşanlarından biri Kefeliköy'de, Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa Mescidi'nin hemen bitişiğinde bulunuyor ve kitabenin hemen altında 'Bu çeşmede asla saka gediği yoktur' ibaresi yeralıyor.

Peygamber’e sorulan üç soru


Abdülbaki GÖLPINARLI

'Kehf ve Rakıym ashábının hallerini delillerimiz içinde şaşılacak bir delil mi sandın?' (Kehf Suresi, 9. áyet)


Kureyş uluları, rivayete göre Medine yahudilerinin bilginlerine haber göndererek Hazreti Muhammed hakkında ne düşündüklerini sormuşlar. Yahudiler 'Muhammed'den ruhu, Asháb-ı Kehf'i ve Zülkarneyn'i sorun; ikisinden haber verir birinden veremezse peygamberdir; üçünden de haber vermez yahut üçünü de anlatmaya kalkışırsa peygamber değildir' demişler.

Müşrikler, Hazreti Peygamber'e bunu sorunca ruh hakkında 'Ve sana ruhu soruyorlar; de ki: Ruh Rabbimin ef'álindendir ve size pek az bilgiden başka bir şey de verilmemiştir' áyeti (XVII. surede, 'İsrá', 85. áyet) vahyedilmiş ve ruhun mahiyeti anlatılmamış, bu surede ise Asháb-ı Kehf ile Zülkarneyn'den etraflıca bahsedilmiştir. 'Kehf', geniş mağara anlamına gelir. 'Rakıym', o mağaranın bulunduğu vádi yahut dağdır. 'Rakıym, Asháb-ı Kehf'in bulundukları şehrin adıdır' diyenler de vardır. 'Rakıym'in, sonradan mağaranın kapısına konan ve üstünde Asháb-ı Kehf'in başından geçen olaylar kazılmış taş levha olduğu Cübeyr oğlu Said'den rivayet edilmiştir. 'Asháb-ı Kehf hakkında yazılmış bir kitaptır' diyenler de mevcuttur. 'Rakıym'in lügat mánası, 'yazılmış şey'dir. Batılı Kur'an mütercimlerine göre, Asháb-ı Kehf'in mağarası Efesus şehrindedir.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Aybalta


Hilál şeklini andıran baltaya denirdi. Sarayın muhafızı olan zülüflü baltacılar, vezirlerin yanındaki 'teberdar' denilen vazifeliler padişahın yahut vezirin geçeceği yerlerde de ellerinde birer aybalta ile beklerlerdi.

Yarı meczup bir halde olan yahut o şekilde görünen dervişler de ellerinde daima birer aybalta bulundururlardı. İşleri genellikle dilenmek olan bu dervişler bir omuzlarına posteki atar, ellerinde keşkül kásesi taşır, başlarına tarikatlerinin tácını sarar veya serpuşunu koyar, diğer elinde de balta olduğu halde dilenirlerdi. Ayaklarına köhne bir şalvar geçirmiş olurlar, saçlarını ve sakallarını uzatırlar, o sokak veya köy benim öteki senin diyerek dolaşır hatta bazı mahallelerde yahut köylerde küçük çocuklar 'Papaz geldi' zannederek dervişleri taşa tutarlardı.

Ramazan MÖNÜSÜ


Balkabağı dolması

Bütün bir kabağı parçalamadan soyun, güzelce yıkayın ve sapını çıkarın. İçinin çekirdeklerini de ayıklayıp yeniden yıkayın. Kabağa yetecek mikdarda pirinci diri olarak pişirdikten sonra pilavın içine fıstık, üzüm ve yeteri kadar tuzla şeker de iláve edip hepsini karıştırın. Kabağı doldurup kesilmiş olan sapıyla üzerini kapattıktan sonra kapak tarafı alta gelecek şekilde kazana veya iri bir tencereye koyun. Kabağın her tarafını kaplayacak kadar su koyun, yeniden yeteri kadar şeker iláve edin ve suyunu çekinceye kadar kaynatıp sofraya getirin.
Yazının Devamını Oku

Bu tabut atölyesindeki mezar Baltacı’nın mı?

21 Kasım 2001
İstanbullular, asırlar boyunca Vatan Caddesi civarındaki harap bir binanın içindeki mezarın en meşhur sadrazamlardan birine, Baltacı Mehmed Paşa'ya ait olduğuna inandılar. Guya, 1712'de Limni'de sürgünde ölen Paşa'nın kellesi zamanın padişahını ikna edebilmek için kesilip İstanbul'a getirilmiş ve sonra buraya gömülmüştü.

İstanbul'da, Vatan Caddesi civarındaki harap bir binanın içinde bir sadrazamın, hem de tarihimizin en meşhur sadrazamlarından birinin mezarının bulunduğuna inanılır: Baltacı Mehmed Paşa'nın...

Baltacı lákaplı Mehmet Paşa, Çorum'a bağlı Osmancık kasabasında doğdu. Gençliğinde ilime merak saldı, Tunus'a ve Cezayir'e gidip kütüphanelerde çalıştı. Sonra akrabalarından Sefer Ağa adında bir saray görevlisinin vasıtasıyla saraya girdi muhafızlıktan müezzinliğe kadar her işi yaptı ve 'Baltacı' unvanını burada aldı. 1703'te Şehzade Ahmed'in tahta geçmesinde önemli rol oynadı ama Sadrazam Moralı Damad Hasan Paşa, Mehmet Efendi'yi kendisine rakip gördü ve terfi ettirmedi.

Hasan Paşa'nın sadaretten ayrılmasına kadar İstanbul'a gelmesine bile izin verilmeyen Baltacı Mehmet Efendi, daha sonra 'Paşa' oldu ve kaptan-ı deryalığa getirildi. Aynı yıl devrin sadrazamını azlettirmeyi başardı ve kendisi sadrazam oldu. 1706'da azledildi, dört yıl boyunca valilik yaptı ve 1710'da yeniden sadrazam yapıldı.

PAŞA SÜRGÜNDE ÖLDÜ

Bu defaki sadaretinde Rusya'yla ilişkileri bizzat yürüttü ama Çar Petro'nun Osmanlı Devleti'ne savaş açmasına engel olamadı. 1711'de yapılan Prut seferine kumanda etti, Rus ordusunu Prut Nehri'nin kıyısında kuşattı ve Çar ile bir barış andlaşması imzalayıp İstanbul'a döndü.

Ama hakkında türlü dedikodular çıkmıştı. Ortalıkta Çar'ın karısı yani Çariçe olan Katerina ile ilişkisinin bulunduğundan başlayıp Çar'dan rüşvet aldığına kadar uzanan türlü türlü dedikodular vardı ve andlaşmanın maddelerinin zayıf bulunmasına sebep olarak bu söylentiler gösteriliyordu.

Muhaliflerinin baskısıyla yeniden azledildi ve sıradan bir mahkum olarak Midilli'ye sürüldü. 1712'de Midilli'den Limni'ye yollandı, aynı sene burada öldü ve tasavvuf edebiyatının büyük isimlerinden olan Niyazi-i Mısrî'nin mezarının da bulunduğu hazireye defnedildi.

Ama İstanbul'da Vakıf Gureba Hastanesi'nin arkasındaki Safabostanı semtinde, Sultan İkinci Mahmud'un tuğrasını taşıyan eski ahşap karakol binasında bulunan bir mezar her nedense asırlar boyu Paşa'ya atfedildi. Paşa'nın kellesinin padişaha gösterilerek ikna edebilmek maksadıyla kesilip İstanbul'a getirildiği ve sonra burada gömüldüğü söylendi. Mezarın yeraldığı bina İkinci Mahmud zamanında tamir edilip karakol haline getirildi ama içindeki mezara dokunulmadı, üstelik üzerine bir de sanduka oturtuldu.

Şimdi özel mülk olan ve çökmek üzere bulunan binada bir marangoz atölyesi var ve atölyede tabut yapılıyor.

Cehennemin yedi kapısı


Abdülbaki GÖLPINARLI

'Ve şüphe yok ki onların hepsine de vaadedilen yer, cehennemdir; orasının yedi kapısı var, her kapıya da onlardan bir kısmı ayrılmıştır' (Hıcr Suresi, 43.-44. áyetler)


Mücáhid, İkrime ve diğerlerinin rivayetlerine göre cehennem tabakaları birbirinin üstündedir ve yedi tanedir.

En altta bulunanı, cehennemdir. Onun üstündeki tabaka lezá, onun üstündeki huteme, onun üstündeki sakar, onun üstündeki cahim, onun üstündeki sáir, onun üstündeki de háviyedir. Bu söz, Hazreti Ali'den rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise en alttaki háviyedir, en üstteki cehennemdir. İbn-i Abbas'a göre birincisi cehennem, ikincisi sáir, üçüncüsü sakar, dördüncüsü cahim, beşincisi lezá, altıncısı huteme, yedincisi háviyedir.

En üst cehenneme Tanrı'yı ve Hazreti Muhammed'i gerçek peygamber tanıdıkları halde suç işleyenler gireceklerdir ve suçları mikdarınca yanacaklardır. En alt cehennem ise münafıklara mahsustur.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Balıksırtı gidiş

Eski tulumbacı deyimlerindendir. Tulumbacılar yangına giderken veya dönerken sandığı taşıyan dört omuzdaştan kısa veya orta boylu olan iki kişi sandığın ön koltuğunun altına girerler, uzun boylular arkadaki kolları tutarlardı. Dolayısıyla sandık sandık hafifçe öne meyilli olarak giderdi.

Bazı tulumbacı resileri bu kaideyi bozarak kısa boyluları sağ veya sol kollara verir, öbür tarafa uzun boylular geçer, o zaman da sandık sağa veya sola meylederek giderdi. Bu gidiş, seyredene ayrı bir zevk verir ve sandığın bir tarafa meylederek gitmesine 'balıksırtı' denirdi.


Hat üstadı Ali Bey, Allah'ın 99 adından biri olan 'El-Kerim' sözünü, bu levhada 'celi diváni' hatla yazmış. Prof. Alparslan, 'celi diváni' yazıyı hattın son büyük üstadlarından olan ve hayata 1964'de veda eden Halim Özyazıcı'dan meşkettiğini söylüyor.

15. asrın sonlarında, İkinci Bayezid zamanında ortaya çıkmaya başlayan 'divani' yazı, görünüşündeki azamet ve debdebe sayesinde o zamanların hükümeti olan Divan-ı Humayun'da kullanılmıştı. Ferman, tayinname ve sınırname gibi önemli belgeler 'diváni' ve 'celi diváni' ile kaleme alınmış, bu stil Cumhuriyet'in ilánından sonra da devletlerarası yazışmalarda 1928'e kadar geçerliliğini korumuştu.

'Diváni' ile 'celi diváni' yazılar arasındaki fark ise şöyle: 'Celi' terimi, yazı türlerinin büyük boyda olanlarını ifadede kullanılıyor ama harflerin boyu büyürken şekillerinde de bazı değişiklikler oluyor. Harfin diváni yazıdaki uzama yeteneği celi divánide daha gözle görülebilir bir şekil alıyor ve hattata yazıyı stilize edebilme imkánı veriyor.

Ramazan MÖNÜSÜ


Sakız kabağı musakkası

Sakız kabağının üzeri bıçakla sıyrılıp dört parçaya bölünür ve her parçası kuşbaşı gibi doğranıp tencereye dizilir. Bir tavaya üç-beş kaşık yağ konur ve çentilmiş iki soğan pembeleşince kadar kavrulur. İçine iki domates doğranır ve önceden kavrulmuş kıymadan birkaç kaşık iláve edilip birkaç defa karıştırıldıktan sonra tencereye nakledilir. Tencereyi dolduracak kadar kaynamış et suyu iláve edilir, tuz ve baharat konarak pişirmeye bırakılır ve hafif ateşte bir saat kadar pişirilir.
Yazının Devamını Oku

Tekkede doğan ilk kadın rallicimiz

20 Kasım 2001
Silivrikapı'da 1899'da bir tekkede dünyaya gelen Samiye Cahid Morkaya hem Tanburi Cemil Bey'in öğrencisi olan profesyonel bir müzisyen, hem de Türkiye'nin ilk kadın otomobil yarışçısıydı. Direksiyon merakı birçok Türk kadınına örnek oldu ama onu sazından etti. 1934 yılındaki yarışlarda geçirdiği kaza yüzünden bir daha müzikle
uğraşamadı.

Dünyanın ilk otomobili, trafiğe 1883 senesinde çıktı. Bu, Delamare tarafından yapılmış benzinle çalışan patlamalı motorla donatılmış bir araçtı.

Bizde otomobili şehir trafiğine ilk sokan kişi ise, Basra eşrafından Züheyrzáde Ahmed Paşaydı. 20. yüzyılın başlarında Renault-Landaulet marka otomobiliyle çıktığı gezintilerde civar halkının şaşkınlıkla karışık haset dolu bakışlarına hedef oldu. Arabayı zaman zaman kullanan iki güzel kızı ise, İstanbul'un ilk kadın şoförleriydi...

İstanbul trafiğinde bundan sonra seyrek de olsa zaman zaman çarşaflı hanımlar görülmeye başladı. Ancak bu hanımların en iddialısı, Türkiye'de düzenlenen ilk otomobil yarışlarına da katılan Samiye Cahid Hanımdı.

1899'da, İstanbul Silivrikapı'da bir tekkede dünyaya gelen Samiye Hanım Yedikule Alman Mektebi'ni bitirdi. Bu arada müziğe de merak saldı ve Tanburi Cemil Bey'den sekiz sene kemençe dersi aldı. O zamanın konservatuvarı olan Darülelhan'da 1922'de açılan bir sınavı kazandı ve kemençe öğretmeni oldu. Aynı yıl Pangaltı Amerikan Garajından da ilk ehliyetini aldı.

İlk otomobilini, 1923'te evlendiği dönemin popüler romancılarından Burhan Cahid Bey satın aldı. Cahid Bey karısının sazını sevmiyor ama otomobile olan merakından da o kadar keyif alıyordu. Her iki yılda bir otomobilini mutlaka yenileyen Samiye Hanım, bir süre sonra Turing Klüp'ün düzenlediği otomobil yarışlarına katıldı. 1930'dan itibaren yarışların tek kadın sürücüsüydü ve sonraki yıllarda kadınların da bu yarışlara katılmasına öncülük etti.

1932'de yapılan İstinye Köprüsü ile Zincirlikuyu arasındaki 9,5 kilometrelik parkurdaki yarışı birincilikle bitirdi. Yarışçılar arasında bulunan ve ikinci seçilen Paşazade Vehbi Bey sonuca itiraz etti ve gerekçe olarak da birinci ilán edilen yarışmacının 'kadın' olmasını gösterdi. İş öahkemeye aksetti ve Sultanahmet Sulh Hukuk Mahkemesi 'Bir kadın da otomobil yarışlarına katılabilir' kararını verince Samiye Cahid Hanım'ın birinciliği resmiyet kazandı.

Ertesi yıl yapılan yarışta da birinci olan Samiye Cahid Hanım, 1934 yarışlarında aynı parkurda kaza yaptı ve ağır yaralandı. Kullandığı Ford marka otomobil devrilince sol kolu parçalandı. Tedavisini önce o devrin meşhur doktorlarından Mim Kemal, daha sonra da İsviçre'den konferans için İstanbul'a gelmiş olan Profesör Nissen üstlendi. Uzun süren tedaviden sonra sol kolu bacağından alınan kemikle yenilendi. Ancak parmakları bir daha hiç hareket etmeyecek ve kemençesini hayatı boyunca çalamayacaktı. Geçirdiği kaza onun 'araba sevdası'nı etkilememiş, son anına kadar direksiyonu bırakmamış ama sazından olmuştu.

Samiye Morkaya 1972 Haziranı'nda 73 yaşında öldüğünde, hálá Nash marka otomobilini kullanıyordu..

Cennetle cehennem arasındaki sur


Abdülbaki GÖLPINARLI

'Cennetliklerle cehennemlikler arasında bir örtü var ve A'raf üstünde erler var ki herkesi yüzlerinden tanırlar ve cennet ehline 'Esenlik size' diye nidá ederler. Onlar henüz cennete girmemişlerdir amma girmeyi umarlar' (A'raf Suresi, 46. áyet)


A'raf, yüksek yerlere denir. Atın yelesine, horozun ibiğine 'örf' derler. A'raf'ın cennetle cehennem arasındaki sur olduğunu İbn-i Abbas, Mücahid ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

A'raf sırat köprüsüdür diyenler de vardır. A'raf'taki erlerin kimler olduğunda ihtiláf bulunmaktadır. İyilikleriyle kötülükleri eşit ve denk olanlar, müşriklerin ergenlik çağına girmeden ölen evládı, fetret devrinde yani İsa dini bozulduktan sonra Hazreti Muhammed'in peygamberliğine kadar süren devirde yaşayanlar A'raf'ta kalacaklar, sonra Tanrı bunları cennetine sokacak denmiştir. Bu söz Hasen-i Bısri'ye nakledilince elini dizine vurup 'Tanrı onları cennet ve cehennem ehlini tanıtmak için oraya koymuştur. Bunları birbirlerinden ayırd ederler, andolsun o Tanrı'ya, belki onlardan olanlar şu evde bizimle beraberdir' demişti. Bu söz, áyetin meálindeki 'Herkesi yüzlerinden tanırlar' hükmüne uygundur.

Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Destan satıcıları

İstanbul'da seyyar gazete satıcılarının öncüsü olan ayak takımından gençlerdi. Destan satıcılarına Galata Köprüsü'nün üstünde, köprünün iki başındaki meydancıklarda Yeni Cami'nin arkasında, Mahmudpaşa Yokuşu'nda, Kapalıçarşı'da ve bitpazarında rastlanırdı.

Yayık ağızla, çatlak sesle, bazıları da makamlı nağmeler yaparak ellerindeki penbe, yeşil, sarı káğıdlara basılmış destan varakpáreleri ile dolaşırlardı. Destanların en revaç bulanları bıçkınlık, kopukluk, tulumbacılık ve külhanbeylik maceralarıydı.

Ramazan MÖNÜSÜ


Piruhi

Un ve tuz suyla karıştırılıp yoğrulduktan sonra yufka yapılır ama ne ince ne de kalın olacak şekilde açılır. Üç parmak eninde kesilir ve üstüne daha önce tencerede kavrulmuş beyaz peynirle ezilmiş soğan konup kapatılır. Bu iş tamamlanıncaya kadar, geniş bir kapta su kaynatılır. İçerisine peynir ve soğan konmuş yufka suya atılıp pişirilir, delikli süzgeçle süzülüp tencereden alınır. Çukur kaplara konup üzerine sarmısaklı yoğurt gezdirilir, en üste de kızgın yağ dökülür. İstendiği takdirde yağa taze pul biberi de iláve edilebilir.
Yazının Devamını Oku

Uhud savaşı işte burada oldu

19 Kasım 2001
İslamiyet'in en önemli siláhlı mücadelelerinden olan olan Uhud Savaşı'nın nerede yapıldığını hiç merak ettiniz mi? Uhud bugün Medine'nin bir semti sayılıyor. Savaş alanının sadece bir bölümü tarihi mekán olarak boş bırakıldı, diğer yerler zaman içerisinde iskána açıldı. Bugün Uhud Dağı'nın çevresinde lüks binalar yükseliyor.

Hazreti Muhammed'in bizzat katıldığı ve İslam tarihinin ilk savaşları olan siláhlı mücadelelerin nerelerde olduğunu, bu yerlerin şimdi ne halde bulunduğunu hiç merak ettiniz mi?

Meselá meşhur Uhud Savaşı'nın yerini...

Uhud Savaşı hicretin ikinci senesinde, yani 625'te oldu. Daha önce uğradıkları Bedir bozgununda yakınlarını kaybeden Mekkeliler intikam arzusu içindeydi. Bunlardan biri olan Utbe kızı Hind 'Muhammed ile arkadaşlarından intikamımı almadıkça, onlarla savaşmadıkça içim rahatlamayacak. O ana kadar koku sürmek ve sevinmek bana haram olsun' diyordu.

Putperest Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, son kervandan elde ettikleri kárla kuvvetli bir ordu kurmaya karar verdiler. Orduya Mekke'nin dışında yaşayan öteki kabileler de katıldı 3 bin kişilik bir kuvvet hazırlandı. Savaşçıların 700'ü zırhlı, 200'ü atlıydı ve ellerinde ayrıca 3 bin de deve vardı.

Peygamberin Mekke'de yaşayan amcası Abbas, Medine'ye bir mektup göndererek Müslümanlar'ı Mekkeliler'in savaş hazırlıklarından haberdar etti. Gönderilen keşif birlikleri haberi doğrulayınca Medineliler de hazırlıklara giriştiler.

Hazreti Muhammed düşmanı şehrin dışında karşılamak yerine Medine'yi savunmak istiyordu. Ama Bedir savaşına katılan gaziler hakkında inen ve onladı medheden ayetler birçok genç savaşçıyı etkilemişti ve Mekkeliler'le meydan savaşı yapmak istiyorlardı. Peygamber gençlerin kırmadı, onların arzusuna uydu, zırhını giyerek ordusunun başına geçti ve karargáhını Medine'nin dışındaki Uhud Dağı'nın eteklerine kurdu. Mekke'nin güçlü ordusuna karşı, peygamberin emrinde sadece 700 savaşçı vardı.

Savaş 625 yılının 27 Mart sabahı karşılıklı ve teke tek döğüşlerle başladı. Hazreti Ali ve Hazreti Hamza karşılarına çıkan müşrikleri hemen öldürdüler. Derken savaş kızıştı ve küçük çaplı bir meydan muharebesine döndü.

Peygamberin amcası Hazreti Hamza kılıç salarak ilerlerken üstünlük Müslümanlardaydı. Müşrikler bir anda kaçmaya başladılar. Ellerindeki defleri çalarak Mekkeliler'e moral vermeye çalışan müşrik kadınlar da kaçıyorlardı. Müslümanlar, bu anda bir hata yaptılar ve peygamberin vermiş olduğu 'sonuna kadar savaş' emrini unutarak ganimet toplamaya giriştiler.

Düşmanın süvari birliklerinin kumandanı olan Hálid bin Velid, işte o sırada harekete geçti ve İslam ordusunu arkasından vurdu. Kaçan müşrikler de geri dönerek savaşmaya başlayınca Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Hazreti Hamza tam bu anda Hind'in kölesi Vahşi tarafından mızraklanarak şehid edildi ve Hind Hazreti Hamza'nın göğsünü yararak ciğerini yemeye başladı.

Hazreti Muhammed'e çok benzeyen Mus'ab'ın da şehid edildiğini gören Müslümanlar peygamberin şehid olduğunu zannederek dağılmaya başladılar. Bu sırada peygamberin bulunduğu yerde çok şiddetli çatışmalar oluyordu ve kuvvetli bir savunma hattı kurulmuştu. Mekkeliler bu hattı yaramayacaklarını farkedince geriye çekildiler, Hazreti Muhammed de savaşçılarıyla beraber Uhud Dağı'na çıktı. Müslümanlar 70 şehid vermişler ve şehidler ikişer ikişer defnedilmişti. Medine'nin işgali, Peygamberin ertesi gün müşrik ordusunu takip ettirmesi sayesinde önlendi.

Uhud savaşının cereyan ettiği alan bugün Medine'nin bir semti sayılıyor. Savaş alanının sadece bir bölümü tarihi mekán olarak boş bırakıldı, diğer yerler zaman içerisinde iskána açıldı. Bugün Uhud Dağı'nın çevresinde lüks binalar yükseliyor.

Savaş 625 yılının 27 Mart sabahı karşılıklı ve teke tek döğüşlerle başladı. Hazreti Ali ve Hazreti Hamza karşılarına çıkan müşrikleri hemen öldürdüler. Derken savaş kızıştı ve küçük çaplı bir meydan muharebesine döndü.

Eski talik yazı ile Allah kompozisyonu

Prof. Dr. Ali Alparslan'ın son eserlerinden olan bu 'Allah' kompozisyonu, 'eski talik' yazı ile yazılmış. 13. asırda İran taraflarında ortaya çıkan ve Türkiye'de pek kullanılmamış olan bu yazı türü, 16. asrın başlarında 'nestalik' denilen yazı biçimine döndü ve ileriki asırlarda Türkiye'de bir isim kargaşası doğdu. Türk hattatlar eski talik yazıyı bilmedikleri ve kullanmadıkları için buna bir isim veremediler ama sonradan ortaya çıkmış olan 'nestalik' yazıya yanlış olarak 'talik' dediler.

Talik yazıya isim verilmesi tartışması, hat ile uğraşanlar arasında bugün de devam ediyor. Eski talik yazıya áşina olmayan bazı hat tarihçileri 'nestalik' sözünün yanlış olduğunu iddia ederken Prof. Alparslan gibi işin tarihini değil bizzat tatbikatını yapan yani hattat olan üstadlar, talik ile nestalikin ayrı türler olduğunu anlatıyorlar. Bu durumda yapılması gereken en doğru iş, terimlerin Türkiye'de alışıldığı şekilde kullanılması: yani asıl talike 'eski talik', nestalike de 'talik' denmesi ama uluslararası yayınlarda bu terimlerin gerçek karşılıklarıyla kullanılması.

Uskumru Pilakisi

Uskumruyu ayıklayıp yıkadıktan sonra haşlayıp derisini soyun. Kılçığını çıkarın, halka halinde doğranmış soğanı zeytinyağında nar gibi kızartıp ince doğranmış maydanozla karıştırın. Kadayıf tepsisi içerisine önce soğanlı maydanozu yayın, sonra balıkları istif edin. Tepsiyi bu şekilde eldeki malzeme ile tepeleme doldurun. Balığın artan kemiklerini tuz, tarçın ve biberle karıştırıp süzdükten sonra suyunu tepsiye gezdirin. En üste çekirdekleri ayıklanmış limonu halka halka doğrayarak dizin ve tepsiyi fırına verin.

Her melek cindir ama her cin melek değildir

'An o zamanı ki hani biz meleklere secde edin Ádem'e demiştik de İblis'ten başka hepsi decde etmişti, o, cin cinsindendi ve rabbinin emrinden çıkmıştı' (Kehf Suresi, 50. áyet)

Kur'an'ın birçok áyetlerinde meleklerle beraber anılan Şeytan'ın cin taifesinden olduğu, cins bakımından melek olmadığı bildirilmektedir. Cin, Arapça'da bir şeyi duyurmayacak derecede örtmek anlamına gelir. Geceleyin hiçbirşey görülmediği için 'cennel leyl' (gece karanlığı) çöktü denir. Cennet ağaçlarla, dallarla, yapraklarla toprağı örten bahçe anlamındadır. Ana karnında olduğu için görünmiyen çocuğa 'cenin'; insanı örten, düşmandan gizleyen kalkana de 'cünne' denir ki bu sözler hep aynı köktendir.

Cin, duyguyla anlamamıza imkán bulunmayan ruhani yaratıklar demektir. Bu bakımdan melekle şeytanlar da bu yaratıklardanır. Ancak her melek cindir fakat her cin yani göze görünmeyen ruhani yaratık, melek değildir. Araplar, deliliği cinlerin yaptığını sanırlardı. 'Delilik' ve 'deli' anlamına gelen 'cinnet' ve 'mecnun' sözleri de bu knaatten doğmadır (Abdülbaki Gölpınarlı'nın 1955'de yayınlanan 'Kur'án-ı Kerim ve Meáli'nden).

Kulak ağrısının çaresi ayı ödünde

Ayı ödü ile dalak bir arada kaynatılıp pelte haline getirildikten sonra bal ile karıştırılır ve fitil yapılıp kulağa sokulur.

Kaynatılarak ezilmiş koyun ödü sarımsakla karıştırılır, ortaya çıkan yoğun mayi dört defa kulağa damlatılırsa kulak ağrısı kalmaz.

Bir tülbend parçasına bir miktar karabiber çıkılanır, çocuğu kız olan bir kadının sütü bir fincana sağılarak çıkın bu süte batırılır ve kulak deliğine konur.

İşitmeyen kulak için káfi miktarda üzerlik tohumu, çınar kozalağı ve balmumu hep bir arada ateşe atılır ve dumanıyla kulak tütsülenir (Mehmet Halit Bayrı'nın 1947'de yayınlanan 'İstanbul Folkloru'ndan).
Yazının Devamını Oku

Çankaya’nın forsundaki iki yıldız da bombalanıyor

14 Ekim 2001
Afganistan'da bombalanan bazı şehirler, bize şimdi yabancı topraklarmış gibi geliyor. Ama bu şehirlerin ikisi, Gazne ve Herat, geçmişte kurulmuş Türk devletlerine başkentlik etmişlerdir.

Afganistan'da bombalanan bazı şehirler, bize şimdi dünyanın çok uzağındaki yabancı topraklarmış gibi geliyor.  Bu şehirlerin ikisi, geçmişte kurulmuş Türk devletlerine başkentlik etmişlerdir ve bu devletler Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsunda şimdi birer yıldızla temsil edilirler.

Afganistan'a günlerdir bomba yağıyor. Kábil, Kendehar, Celálabad, Herat gibi büyük şehirler dümdüz ediliyor ve kara harekátının planları yapılıyor. Biz ise, maalesef her zamanki cehaletimize bürünmüş vaziyetteyiz ve Afganistan'ı dünyanın çok uzak bir köşesindeki bir memleketmiş gibi zannetmekle, isimlerini haber bültenlerinde işittiğimiz şehirleri yabancı iklimlerin esrarlı beldeleri zannetmekle meşgulüz.

Kısaca hatırlatayım: Hazreti Ali'nin türbesinin bulunduğuna inanılan ve günlerdir bombalanan Mezar-ı Şerif'in hemen kuzeyindeki Belh şehri, ‘‘bizden biri’’ kabul ettiğimiz çok önemli bir ismin, Mevláná'nın memleketidir. Bombalanan diğer şehirler arasında ismi sıkça geçen Herat, bizim meşhur Timur'un yani 1402'deki Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezid'i perişan eden Timurleng'in imparatorluğuna Semerkand'la beraber başkentlik etmiştir. Kábil'in güneyindeki Gazne, ilk Türk devletlerinden birini kuran Mahmud'un başşehridir, Mahmud tarihimizde ‘‘Gazneli Mahmud’’ diye geçer ve en önemlisi, hem Timuriler hem de Gazneliler devleti, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı forsunda birer yıldızla temsil edilirler.


Yazının Devamını Oku

Zenginler heykel evlat edindi

19 Ağustos 2001
Bu yazı, birilerinin, böylesine yakıcı bir krizin ortasında bile, sırf bir ideal uğruna servet sayılabilecek mebláğlar harcayıp devletin yapamadığını yapmaya çalışmalarının öyküsüdür: Zengin ve kültürlü bir grubun, dünyada eşi-benzeri olmayan antik Afrodisias kentine sahip çıkmalarının ve Afrodisias'ta devam eden kazılar için geçen hafta sonunda sessizce, kimselere duyurmadan yüzbinlerce dolar bağışlamalarının hikáyesi...

Geçen hafta sonunu kırk kişilik son derece hoş bir grupla beraber Aydın taraflarında geçirdim. Hemen hepsi lisan bilen, mevki sahibi ve gayet varlıklı insanlardı. Zengindiler, hayatlarını hoş bir şekilde geçiriyorlardı ama magazin dergilerinde resimleri çıkan, hemen her gece televole programlarında arz-ı endám eden ‘‘zenginlerden’’ değillerdi.

Bir ortak özellikleri daha vardı: son derece kültürlü idiler ve kültürel faaliyetleri desteklemeye meraklıydılar.

Ciddi çalışmalara maddi destek sağlamaktan zevk alıyorlardı, Aydın'ın iç kesimlerinde bulunan ve arkeologların senelerden beri kazdıkları antik Afrodisias şehri, bu ortak zevklerinden biriydi. Yılda birkaç defa Afrodisias'a gidiyor, kazı ekibiyle buluşuyor, ihtiyaçlarını öğrenip devletin yapamadığını yapıyor, lázım olan parayı hemen orada veriyorlardı. Bu iş için ‘‘Geyre Vakfı’’ adında bir de vakıf kurmuşlardı ve davetli olarak katıldığım geziyi işte bu vakfın başkanı Sevgi Gönül organize etmişti.

Afrodisias'ı o gün güneş tepemizdeyken, hararet gölgede 40 dereceyi bulduğu sırada gezmeye başladık ve turumuz saatler boyu sürdü. Eşi-emsali olmayan antik stadyumda dolaşırken binlerce sene öncesinin tezahüratını işitmeye çalıştık, galip gelen gençlerin defne dallarından taçlarla ödüllendirilmelerini hayal ettik. Camerata Nefesli Çalgılar Grubu'nun bizler için verdiği konserde Fisagor zamanının ezgilerini dinler gibi olduk ve sıra nihayet toprak altından yeni çıkartılan eserlerin ihalesine geldi...

HEYKELLER PODYUMDA

Ama, başka türlü bir ihaleydi bu... Koskoca bir alana düzinelerle antik heykel dizilmişti, kiminin bir ayağı yoktu, kiminin kafası gövdesinden ayrılmıştı ve tamir edilmeleri için bir servet gerekiyordu. İngiliz restoratör sırayla bir heykeli anlatıyor, sergilenebilecek hale gelmesi için kaç para gerektiğini söylüyor ve gruptakilerden biri, o heykelin bütün masrafını üstleniyordu... Ortam bir mezat salonunu andırıyordu ama bu salona seyirci alınmamış, kameralar girememişti; flaşlar patlamıyordu ve çok daha önemlisi, sonradan edinilmiş bir servetin getirdiği şımarıklıktan eser yoktu. Hiç kimse kimin ne harcadığının merakında değildi ve onbinlerce dolar verip bir heykelin restorasyonunu üstlenenler bu işten sadece ve sadece huzur duyuyorlardı.

Afrodisias'a niçin bu kadar geniş yer verdiğimi merak etmiş olabilirsiniz.

Sebebi, basit: Türkiye'de henüz herşeyin çökmediğini, birilerinin böylesine yakıcı bir krizin ortasında bile, sırf bir ideal uğruna kimselere duyurmadan servet sayılabilecek mebláğlar harcayıp devletin yapamadığını yapmaya çalışmalarını nakletmek istedim.

Ama Afrodisias'ta böyle hoşluklar yaşanırken başkaları bu antik kentin birkaçyüz kilometre ilerisindeki Uşak'ta, küçük menfaatler uğruna varolanı yıkmaya, yoketmeye uğraşıyorlar. İşin en acı tarafı, bu kişilerin arasında kültürü korumakla vazifeli müze müdürlerinin de varolması.

Türkiye'deki bu garip kültür ikileminin tam bir örneğini öğrenmek istiyorsanız yandaki yazıyı okuyun ve sonra acı acı düşünün!..

Antik alanda kepçeli cinayet

Bu, dünya arkeoloji tarihine mutlaka girmesi gereken bir hadisenin, binlerce senelik bir yerleşim merkezinin resmi raporlarda menfaat uğruna ‘‘çöplük’’ halini alıvermesinin öyküsüdür.

Uşak Müzesi'nin müdürü Kázım Akbıyıkoğlu ile iki müze uzmanı, 1992 Nisan'ında hazırladıkları bir raporla Uşak'ın Fevzi Çakmak Mahallesi'ndeki bir arazinin Tunç Çağı'ndan ve Roma döneminden kalma bir yerleşim merkezi olduğunu söyleyerek arazinin koruma altına alınmasını istediler. İzmir (2) numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu da, bu rapora dayanarak araziyi aynı yıl‘‘korunması gerekli alan’’ olarak tescil etti.

KAŞIK YERİNE KEPÇE

Aradan beş sene geçti. Arazinin sahipleri tescilli alanda inşaat yapmak istediklerini söyleyerek arazinin yeniden incelenmesini talep ettiler. Kurul, ‘‘bilimsel kazı’’ yapılmasını kararlaştırdı ve görev müze müdürü Kázım Akbıyıkoğlu'na verildi.

Bilimsel kazıların ne şekilde olacağı yönetmeliklerle belirlenmişti. Bu iş son derece dikkat isterdi ve bazı durumlarda kazı sadece bir çorba kaşığıyla yapılırdı.

Müze müdürü bütün bu kuralları bir yana bıraktı, gitti, belediyeden koskoca bir inşaat kepçesi aldı ve arkeolojik alanın altını üstüne getirdi. Etraf binlerce yıllık çanak-çömlek parçalarıyla dolmuştu.

MEĞER ÇÖPLÜKMÜŞ!

Kázım Bey
daha sonra daha da garip bir iş etti: Oturup bir rapor yazdı ve dümdüz ettiği arazinin ‘‘çöplük olduğunu’’ söyledi. Sanki daha önce aynı arazi için ‘‘Burası Tunç Çağı'ndan ve Roma döneminden kalma korunması gerekli bir höyüktür, içerisinden çıkan seramik parçaları müzemize kaldırılmıştır’’ diyen kendisi değil de bir başkasıymış gibi...

Derken iş büyüdü, müzede görevli diğer arkeologlar bu tarih kıyımını durdurmaya çalıştılar, işi savcılığa intikal ettirdiler. Savcılık şikáyeti haklı buldu ama taaa 1900'lerin başından kalma o meşhur ‘‘Memurin Muhakematı Kanunu’’na takıldı ve valilikten müze müdürü için soruşturma izni istendi.

Uşak Valisi Ayhan Çevik, geçen 16 Temmuz günü verdiği kararla herkesi şaşırttı: Vali bey ‘Soruşturmaya a gerek görmedim’’ diyordu. Savcı Cemal Çetin 27 Temmuz günü idare mahkemesine başvurdu ve valinin verdiği kararın iptalini talep etti.

ALPAY BEY NE DİYECEK?

Uşak Müzesi'nde işte böyle işler olup biterken bir başka garabet yaşandı: Kültürü korumakla görevli Kültür Bakanlığımız, alana kepçe sokan müze müdürüne tek bir söz bile etmedi ama hadiseden adaleti haberdar eden müzecileri dört bir yana sürdü. Tahribat serbest, ortaya çıkartmak ise suçtu.

Bütün bunlar, Uşak'ta yaşanan rezaletin sadece bir bölümü... Bendeniz bu işi takip etmeye, inşaat histerisinin gerisinde kimlerin bulunduğunu, bakanlığa hangi siyasi partinin il başkanının baskı yaptığını öğrenmeye karar verdim. Ama öncelikle, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü Dr. Alpay Pasinli'nin bu işin üzerine gitmesini ve en azından dávalarında haklı olan personelinin arkasında niçin durmadığını izah etmesini bekliyorum. ‘‘Tayinleri müfettiş raporlarına dayanarak yaptık’’ gibisinden bürokratik gevelemelerle değil, açıkça ve dürüstçe...

Refahyol döneminde kendisi de böyle haksızlıklarla karşılaşmış olan dostum Alpay Pasinli, Uşak Müzesi'nde olup bitenleri, sürgünün ve gadre uğramanın ne demek olduğunu en iyi anlayabilecek konumdadır. Ben, görevini yapan meslekdaşlarını cezalandırmak zorunda ‘‘bırakılan’’ Alpay Bey'in, sürgün kararlarını imzalarken çok daha başka şeyler hissetmiş ve hatırlamış olduğundan eminim.

Ve, işin en acı tarafı: Bu memleketin kültür varlıklarını artık müze müdürleri yoketmeye başladılarsa, söylenecek birşey kalmamış demektir...

3 BİN YILLIK TARİH: AFRODİSİAS

Afrodit’in şehri

Antik dönemde bazı şehirlere aşk tanrıçası Afrodit'in ismi verilir, yani şehir ‘‘Afrodisias’’ adını alır ve böylelikle tanrıçanın korumasında olduğuna inanılırdı.

Bugün Aydın'da, Geyre ilçesinin sınırları içerisinde bulunan Afrodisias, bu şehirlerden biriydi. Kuruluşu 8 bin yıl öncesine, Bronz Çağı'na kadar gidiyordu. Eski Yunan zamanında sıradan bir şehir olan Afrodisias'ın yıldızı Romalılar devrinde parladı. Bölgedeki zengin mermer yatakları sayesinde şehrin hemen tamamı bir heykel atelyesi halini aldı ve Roma İmparatorluğu'nun en gözde heykel yapım merkezi oldu.

Afrodisias'taki ilk kazıları 20. asrın başlarında, bir Fransız demiryolu mühendisi olan Paul Gaudin başlattı. Çalışmalar daha sonraki senelerde küçük çapta devam etti ama Afrodisias'ı dünyaya tanıtan kişi, New York Üniversitesi'nde arkeoloji profesörlüğü yapan bir Türk bilim adamı, Kenan Erim oldu.

Prof. Erim, 1950'lerin sonunda yayınlanan bir İngiliz dergisinde birkaç kalıntının fotoğraflarını görünce bütün mesaisini Afrodisias'a ayırdı ve antik kenti tam 29 yıl boyunca hiç durmadan, azalmayan bir hırsla kazdı. Kazıları finanse edebilmek için zenginlerin desteğini sağladı, Türkiye'de ve Amerika'da birçok vakıflar kurdurdu ve bilim çevrelerinin dikkatini Afrodisias'a çekmeyi başardı.

Kenan Erim 1990'da hayata veda ettiğinde, dünyanın önde gelen arkeoloji alimlerinden biri sayılıyordu ve hayallerini gerçeğe çevirmeyi başarmış ve Afrodisias'ı ortaya çıkarmıştı.

Antik çağlarda şehre faydası dokunan ve unutulmaz hizmetleri geçen kişilerin o şehrin merkezine gömülmesi bir gelenekti ve dostları geleneğin Prof. Erim için canlandırılmasına çalıştılar. Türk hükümeti örneğine az rastlanan bir kadirşinaslık gösterdi ve Prof. Kenan Erim, bakanlar kurulu kararıyla hayatını vakfettiği Afrodisias'a defnedildi.
Yazının Devamını Oku