İstanbullular, asırlar boyunca Vatan Caddesi civarındaki harap bir binanın içindeki mezarın en meşhur sadrazamlardan birine, Baltacı Mehmed Paşa'ya ait olduğuna inandılar. Guya, 1712'de Limni'de sürgünde ölen Paşa'nın kellesi zamanın padişahını ikna edebilmek için kesilip İstanbul'a getirilmiş ve sonra buraya gömülmüştü.
İstanbul'da, Vatan Caddesi civarındaki harap bir binanın içinde bir sadrazamın, hem de tarihimizin en meşhur sadrazamlarından birinin mezarının bulunduğuna inanılır: Baltacı Mehmed Paşa'nın...
Baltacı lákaplı Mehmet Paşa, Çorum'a bağlı Osmancık kasabasında doğdu. Gençliğinde ilime merak saldı, Tunus'a ve Cezayir'e gidip kütüphanelerde çalıştı. Sonra akrabalarından Sefer Ağa adında bir saray görevlisinin vasıtasıyla saraya girdi muhafızlıktan müezzinliğe kadar her işi yaptı ve 'Baltacı' unvanını burada aldı. 1703'te Şehzade Ahmed'in tahta geçmesinde önemli rol oynadı ama Sadrazam Moralı Damad Hasan Paşa, Mehmet Efendi'yi kendisine rakip gördü ve terfi ettirmedi.
Hasan Paşa'nın sadaretten ayrılmasına kadar İstanbul'a gelmesine bile izin verilmeyen Baltacı Mehmet Efendi, daha sonra 'Paşa' oldu ve kaptan-ı deryalığa getirildi. Aynı yıl devrin sadrazamını azlettirmeyi başardı ve kendisi sadrazam oldu. 1706'da azledildi, dört yıl boyunca valilik yaptı ve 1710'da yeniden sadrazam yapıldı.
PAŞA SÜRGÜNDE ÖLDÜ
Bu defaki sadaretinde Rusya'yla ilişkileri bizzat yürüttü ama Çar Petro'nun Osmanlı Devleti'ne savaş açmasına engel olamadı. 1711'de yapılan Prut seferine kumanda etti, Rus ordusunu Prut Nehri'nin kıyısında kuşattı ve Çar ile bir barış andlaşması imzalayıp İstanbul'a döndü.
Ama hakkında türlü dedikodular çıkmıştı. Ortalıkta Çar'ın karısı yani Çariçe olan Katerina ile ilişkisinin bulunduğundan başlayıp Çar'dan rüşvet aldığına kadar uzanan türlü türlü dedikodular vardı ve andlaşmanın maddelerinin zayıf bulunmasına sebep olarak bu söylentiler gösteriliyordu.
Muhaliflerinin baskısıyla yeniden azledildi ve sıradan bir mahkum olarak Midilli'ye sürüldü. 1712'de Midilli'den Limni'ye yollandı, aynı sene burada öldü ve tasavvuf edebiyatının büyük isimlerinden olan Niyazi-i Mısrî'nin mezarının da bulunduğu hazireye defnedildi.
Ama İstanbul'da Vakıf Gureba Hastanesi'nin arkasındaki Safabostanı semtinde, Sultan İkinci Mahmud'un tuğrasını taşıyan eski ahşap karakol binasında bulunan bir mezar her nedense asırlar boyu Paşa'ya atfedildi. Paşa'nın kellesinin padişaha gösterilerek ikna edebilmek maksadıyla kesilip İstanbul'a getirildiği ve sonra burada gömüldüğü söylendi. Mezarın yeraldığı bina İkinci Mahmud zamanında tamir edilip karakol haline getirildi ama içindeki mezara dokunulmadı, üstelik üzerine bir de sanduka oturtuldu.
Şimdi özel mülk olan ve çökmek üzere bulunan binada bir marangoz atölyesi var ve atölyede tabut yapılıyor.
Cehennemin yedi kapısı
Abdülbaki GÖLPINARLI'Ve şüphe yok ki onların hepsine de vaadedilen yer, cehennemdir; orasının yedi kapısı var, her kapıya da onlardan bir kısmı ayrılmıştır' (Hıcr Suresi, 43.-44. áyetler)
Mücáhid, İkrime ve diğerlerinin rivayetlerine göre cehennem tabakaları birbirinin üstündedir ve yedi tanedir.
En altta bulunanı, cehennemdir. Onun üstündeki tabaka lezá, onun üstündeki huteme, onun üstündeki sakar, onun üstündeki cahim, onun üstündeki sáir, onun üstündeki de háviyedir. Bu söz, Hazreti Ali'den rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise en alttaki háviyedir, en üstteki cehennemdir. İbn-i Abbas'a göre birincisi cehennem, ikincisi sáir, üçüncüsü sakar, dördüncüsü cahim, beşincisi lezá, altıncısı huteme, yedincisi háviyedir.
En üst cehenneme Tanrı'yı ve Hazreti Muhammed'i gerçek peygamber tanıdıkları halde suç işleyenler gireceklerdir ve suçları mikdarınca yanacaklardır. En alt cehennem ise münafıklara mahsustur.
Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER
Balıksırtı gidişEski tulumbacı deyimlerindendir. Tulumbacılar yangına giderken veya dönerken sandığı taşıyan dört omuzdaştan kısa veya orta boylu olan iki kişi sandığın ön koltuğunun altına girerler, uzun boylular arkadaki kolları tutarlardı. Dolayısıyla sandık sandık hafifçe öne meyilli olarak giderdi.
Bazı tulumbacı resileri bu kaideyi bozarak kısa boyluları sağ veya sol kollara verir, öbür tarafa uzun boylular geçer, o zaman da sandık sağa veya sola meylederek giderdi. Bu gidiş, seyredene ayrı bir zevk verir ve sandığın bir tarafa meylederek gitmesine 'balıksırtı' denirdi.
Hat üstadı Ali Bey, Allah'ın 99 adından biri olan 'El-Kerim' sözünü, bu levhada 'celi diváni' hatla yazmış. Prof. Alparslan, 'celi diváni' yazıyı hattın son büyük üstadlarından olan ve hayata 1964'de veda eden Halim Özyazıcı'dan meşkettiğini söylüyor.
15. asrın sonlarında, İkinci Bayezid zamanında ortaya çıkmaya başlayan 'divani' yazı, görünüşündeki azamet ve debdebe sayesinde o zamanların hükümeti olan Divan-ı Humayun'da kullanılmıştı. Ferman, tayinname ve sınırname gibi önemli belgeler 'diváni' ve 'celi diváni' ile kaleme alınmış, bu stil Cumhuriyet'in ilánından sonra da devletlerarası yazışmalarda 1928'e kadar geçerliliğini korumuştu.
'Diváni' ile 'celi diváni' yazılar arasındaki fark ise şöyle: 'Celi' terimi, yazı türlerinin büyük boyda olanlarını ifadede kullanılıyor ama harflerin boyu büyürken şekillerinde de bazı değişiklikler oluyor. Harfin diváni yazıdaki uzama yeteneği celi divánide daha gözle görülebilir bir şekil alıyor ve hattata yazıyı stilize edebilme imkánı veriyor.
Ramazan MÖNÜSÜ
Sakız kabağı musakkası
Sakız kabağının üzeri bıçakla sıyrılıp dört parçaya bölünür ve her parçası kuşbaşı gibi doğranıp tencereye dizilir. Bir tavaya üç-beş kaşık yağ konur ve çentilmiş iki soğan pembeleşince kadar kavrulur. İçine iki domates doğranır ve önceden kavrulmuş kıymadan birkaç kaşık iláve edilip birkaç defa karıştırıldıktan sonra tencereye nakledilir. Tencereyi dolduracak kadar kaynamış et suyu iláve edilir, tuz ve baharat konarak pişirmeye bırakılır ve hafif ateşte bir saat kadar pişirilir.