Murat Bardakçı

Biz de Ortadoğu’yu o caddede terk ettik

12 Ağustos 2001
Türkiye Mesut Yılmaz'ın ortaya attığı ‘‘ulusal güvenlik’’ tartışmasına kilitlendiği sırada Kudüs'te Yafa Caddesi'ndeki bir pizza salonuna yapılan intihar saldırısı 16 kişinin canını aldı. Bugün çoğumuz hatırlamayız ama Yafa Caddesi, Türkiye'nin gözünde bir zamanlar ‘‘hüzün yolu’’ydu. Kudüs'te dört asır boyunca devam eden Türk yönetimi, şehri ele geçiren İngiliz Generali Allenby'nin 1917'nin 9 Aralık sabahı bu caddede yaptığı zafer yürüyüşüyle son bulmuş ve Ortadoğu'daki hakimiyetimiz işte bu yürüyüşle noktalanmıştı.


Türkiye, Mesut Yılmaz'ın ortaya attığı ‘‘ulusal güvenlik’’ tartışmasına kilitlendi. Sokaktaki sıradan vatandaş bir yana, köşe yazarları bile ‘‘Askerciler’’ ile ‘‘Mesutçular’’ diye ikiye ayrıldılar ve tartışma hálá devam ediyor.

Bu hafta Mesut Bey'in Genelkurmay macerasından yola çıkıp geçmişte askerden böyle sıkı zılgıtlar yemiş politikacıların eğlendirici hikáyelerini nakledeyim dedim. Ama bunları yazmak bir türlü içimden gelmedi, barajı aşamayacağını farkeden politikacıların gündem saptırmalarına sayfamı feda etmeye gönlüm razı olmadı.

Biz ‘‘Mesut Bey'in zamanlaması uygun mu?’’, ‘‘Tartışma haklı mı?’’ yahut ‘‘Askerin cevabı neden bu kadar sert oldu?’’ gibisinden çekişmelere gömüldüğümüz sırada, sınırlarımızdan birkaçyüz kilometre ötesi kanlı bir saldırıya, Ortadoğu'ya barışın gelmesini çok sonralara atacak bir patlamaya sahne oldu: Kudüs'ün Yafa Caddesi'ndeki bir pizza salonunda patlayan bombadan ölenlerin sayısı, ben bu yazıyı yazdığım sırada çoğu çocuk olmak üzere 16'yı bulmuştu.

Bombanın kana buladığı Sbarro isimli pizza salonu, Kral George Yolu ile Yafa Caddesi'nin kesiştiği yerdeydi. Önünden geçen Yafa Caddesi daha ileride, surların başladığı yerde bulunan Yafa Kapısı'na uzanıyordu ve bu güzergáhta birçok acı hatıramız vardı.

Kudüs'ün bin küsur sene boyunca harabe halinde duran surları 16. asın ortalarında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yeniden inşa ettirilmiş, Akdeniz sahilindeki Yafa kasabasından Kudüs'e uzanan yolun surlarla birleştiği yere bir kapı yapılmış, buraya ‘‘Yafa Kapısı’’ denmişti. Kapıya Araplar ‘‘Babu'l-Halil’’ yani ‘‘Halil Kapısı’’ derler, ‘‘Halil’’ sözüyle Hazreti İbrahim'i kastederlerdi ve İbrahim'in Kudüs'e buradan girmiş olduğuna inanılırdı.

Kapı, Türkiye'nin gündemine iki defa girdi ve ilk girişi 1898'de oldu. Alman İmparatoru İkinci Wilhelm o sene İstanbul'a gelmiş, Hristiyanlar'ın koruyucu melekliğine soyunduğu için Kudüs'e kadar uzanmış ama majestelerinin arabasının Yafa Kapısı'ndan geçemeyeceğinin anlaşılması bizim teşrifatçılara derd olmuştu. Uzun uzun düşünülüp taşınıldı, nihayet bir çözüm bulundu ve Kanuni'nin yaptırmış olduğu kapı, majestelerinin arabalarının şerefine ‘‘genişletildi’’, anlayacağınız yan tarafları yıkıldı. Haber İstanbul'u günlerce meşgul etmiş, ‘‘Yıkmakla iyi mi, yoksa kötü mü ettik?’’ tartışması başlamıştı.

MÜLKİYELİLERİN TAŞRASIYDI

Yafa Kapısı
ve Yafa Caddesi gündemimize bu hadiseden 19 sene sonra yeniden girdi ama bu girişi son derece acıydı:

1914'te durup dururken dünya savaşına katılmış ve cephelerin çoğunda yenilmiştik. Çöken cepheler arasında Filistin de vardı.

İngiliz generali Edmund Allenby'nin 1917'nin 7 Kasım sabahı başlattığı saldırıya karşı koyamamış, o gün öğleden sonra çekilmeye başlamıştık. Önce Gazze'yi verdik, sonra 120 kilometre daha gerilere gittik, Suriye'de tutunmaya çalıştığımız sırada Filistin'in tamamı bir anda elimizden çıkıverdi. Tam 401 sene boyunca İstanbul'dan giden mutasarrıfların, yani vali ile kaymakam arasındaki mülki amirlerin idare ettiği Kudüs artık İngilizlerindi. GalipGeneral Allenby 9 Aralık günü Kudüs'ü resmen işgal etmiş, teslim töreni Yafa Kapısı'nda başlamış, İngiliz birlikleri Yafa Caddesi boyunca Kudüs'ün Arap ve Hristiyan halkının tezahüratı arasında ilerleyip şehrin idaresini ele almışlardı. İşte sayfada gördüğünüz ve Yafa Caddesi'nde o gün, yani 1917'nin 9 Aralık'ında çekilmiş olan bu fotoğraf, Türkiye'nin bir hüzün sembolü olacaktı.

Ben, TV'lerde intihar saldırısına uğrayan pizza salonu Sbarro'yu ve hemen önünde uzanan Yafa Caddesi'ndeki can pazarını görünce, General Allenby'nin bir nesil için hüzün sembolü olan bu geçit resmi fotoğrafını hatırladım.

Bre cahiller! Oranın adı Jaffa Road değil Yafa Caddesi

Bilmem farkında mıyız? Osmanlı'nın mirası, çöküşün üzerinden 80 küsur sene geçtikten sonra, ancak şimdi paylaşılıyor. Bugün Kafkasya'da, Balkanlar'da ve Ortadoğu'da yaşanan huzursuzlukların ve dökülen kanların sebebi bir türlü bitmeyen bu miras kavgasıdır, hatta Sudan'ın güneyindeki karmaşa bile vakti zamanında çektiğimiz ‘‘Habeş Eyaleti’’ derdinin asırlar sonrasına uzamasıdır.

Ortadoğu'da uzun seneler yaşamış bir gazeteci olarak açıkça söyleyeyim: ‘‘Türkiye, Ortadoğu'nun lideridir’’ sözü, bize mahsus boş bir láftan ibarettir, oralarda esamimiz okunmaz; adımız arada bir, o da gözler haritaya takıldığı anda şöyle bir geçer, hepsi o kadar... Bölgede bir zamanlar hákim unsur olan Türkler uzun bir dönem ‘‘Aman bize birşey bulaşmasın’’ zihniyetiyle davrandığı için mirasını reddetmiş sayılmış ve söz hakkını çoktan elinden kaçırmıştır. Şimdilerde yaşanan paylaşmada herkes vardır ama bu yüzden sadece Türkiye yoktur!

Bugün okuyup yazmış bir Fransız, Afrika'nın kuş uçmaz, kervan geçmez köşesindeki Ubangişari'yi; bir İngiliz de Hindistan'ın Amritsar'ını gayet iyi bilir, zira tarihinin verdiği kültürel sorumluluğunun farkındadır. Oralarda bir kriz çıktığında Paris ve Londra hemen devrededir ve sözlerini dinletirler.

Bundan 80 küsur sene öncesine kadar İstanbul'dan giden Mülkiye mezunlarının idare ettiği Kudüs bize artık uzak bir iklimdeymiş gibi geliyorsa, zaptiyelerimizin devriye gezdiği Yafa Caddesi basınımızda bugün ‘‘Jaffa Road’’a, şehrin meşhur Arap Çarşısı da ‘‘Downtown’’a döndüyse, oralarda söz hakkımızın bulunduğu iddiamız buruk bir şakadan öteye zaten geçemez.

İstanbul’u seven bu kitabı okusun

İstanbul'un kültür tarihi için son derece önemli olan ama 80 küsur seneden beri eski gazetelerin ve dergilerin sayfalarında kalan bir eser, nihayet kitap haline geldi: Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'in geçmişin İstanbul'unu her yönüyle anlattığı ‘‘Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı’’ adlı eseri...


İstanbul'un tarihi, kültürü ve folkloru hakkındaki en önemli kaynaklardan biri olan ama 1920'lerden beri eski gazetelerle dergilerin sayfalarında kalan bir eser, nihayet kitap haline geldi: Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey'in geçmişin İstanbul'unu her yönüyle anlattığı ‘‘Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı’’ adlı eseri...

1842 ile 1928 yılları arasında ömür süren Ali Rıza Bey tipik bir Osmanlı bürokratıydı. İstanbul'u her yönüyle yaşarken şehrin eski zamanlarını araştırmış, öğrendiklerini hayatının son senelerinde gazetelerde ve dergilerde yayınlamıştı. Yazdıkları, İstanbul'un sosyal hayatı hakkında birinci derecede kaynaktı.

Ama bu yazılar kitaplaşamayıp çeşitli gazete ve dergilerin sayfalarında kaldığı için tam metne ulaşılması hayli zordu. Kupür kolleksiyonumda yazıların tamamına yakın kısmının bulunmasına rağmen, indeks yokluğundan dolayı aradığımı bulabilmen için saatler gerekiyordu.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mensuplarından Dr. Ali Şükrü Çoruk, Ali Rıza Bey'in yazılarını biraraya toplayıp kitap haline getirmiş. Bu işi yaparken isabetli bir karar vermiş, üsluba ve dile dokunmamış yani metni aynen yayınlamış. Eski İstanbul'un mahalle kahvelerinden tiryaki çarşılarına, lohusa ádetlerinden hoca, vaiz ve falcı taslaklarına, esrarkeşlerinden kopuklarına, esircilerinden balıklarına ve sosyete dedikodularına kadar 400 küsur sayfalık bilgi, şimdi meraklılarının istifadesine házır ve názır duruyor.

Doğan Hızlan, geçen hafta köşesinde bu yayından sözetmiş ve kitabın gençler tarafından da anlaşılabilmesi için, ‘‘biran önce bugünün Türkçesi'ne aktarılması gerektiğini’’ yazmıştı. Ben, azîz dostumun fikrine katılmıyorum, zira eski metinlerin günümüz Türkçesi'ne nakledilmesinin lüzumuna ve kelime haznemizin giderek azalmasından dolayı da bu işin yapılabileceğine inanmıyorum. Dolayısıyla konuya meraklı olan ama metni anlamakta zorluk çekenlerin bir ellerine ‘‘Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı’’nı, öbür ellerine de iyi bir Osmanlıca-Türkçe sözlük almaları, okurken öğrenmeleri ve bu işten zevk duymaları gerekiyor.

İstanbul'un o zamanlardaki günlük hayatını, ádetlerini, álemlerini, hattá zerafetini ve serseriliğini öğrenmek istiyorsanız, ‘‘Kitabevi’’nin çıkarttığı ve bundan böyle İstanbul'la ilgili hemen her bibliyografyada yer alacak olan bu kitabı mutlaka okuyun.
Yazının Devamını Oku

Cem Sultan’ın 5 asır sonra ortaya çıkan Maltalı torunu

5 Ağustos 2001
Bu yazı, senelerden beri köklerini aramakla uğraşan Maltalı bir tarihçinin vardığı ilginç sonucun öyküsüdür: George Alexander Said-Zammit adındaki tarihçi Fatih Sultan Mehmed'in hayatı ronmanlara ve filimlere konu olan bahtsız şehzadesi Cem Sultan'ın soyundan geldiğini iddia ediyor, iddiasını asırlar öncesinden kalma noter ve arşiv belgeleriyle ispata çalışıyor ve Osmanoğlu ailesinin kendisini ‘‘tanımasını’’ istiyor.

Bu yazı ailesinin köklerini bulmaya çalışan bir kişinin, George Alexander Said-Zammit adındaki Maltalı bir arkeolog tarihçinin vardığı son derece ilginç bir sonucun öyküsüdür.

George Alexander Said-Zammit, Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Cem Sultan'ın yani 13 senelik ıztırab dolu gurbeti romanlara ve filimlere kadar konu olan bahtsız şehzadenin soyundan geldiğini söylüyor. İddiasını doğrulayabilmek için arşivlerde özellikle de 16. yüzyılın noter arşivlerinde o dönemden kalma belgeler arıyor, buldukları arasında bağlantılar kurmaya çalışıyor ve sonra bütün bu çalışmalarını kitap haline getirip kendisinin ve ailesinin Cem Sultan'ın soyundan geldiğini ve 17. göbekten torunu olduğunu ispata uğraşıyor.

Maltalı tarihçi George Alexander Said-Zammit’i bu sonuca götüren olaylar şöyle cereyan etmiş:

Fatih'in álim ve şair oğlu Şehzade Cem, İstanbul tahtına geçen ağabeyi Sultan Bayezid'le giriştiği savaşları kaybetmesinden sonra 13 sene sürecek olan bir gurbete çıktı ve hayatını 1495 Şubat'ında Napoli'de noktaladı.

Cem'in üç oğluyla iki kızı vardı.

Oğullarından Şehzade Abdullah ve kızlarından Ayşe Sultan, küçük yaşta öldüler. Büyük oğlu Oğuz Han babası sürgündeyken İstanbul'daydı ve 1483 Şubat'ında daha dokuz yaşındayken ‘‘nizám-ı álem için’’, yani devletin başına bir iş açmaması maksadıyla amcası Bayezid tarafından boğduruldu. Mısır'da yaşayan kızı Gevher Melike ise 1505'te İstanbul’da öldü.

Cem'in hayatta tek bir oğlu kalmıştı: Şehzade Murad... Babasının sürgünü sırasında Rodos'a gidip yerleşti ve Maria Concetta Doria adında bir İtalyan kadınla evlendi. Daha sonra çok garip bir iş etti, Müslümanlığı bırakıp Hristiyan oldu, vaftiz edildi, ‘‘Pierre’’ adını aldı ve Papa 6. Alexander tarafından ‘‘Prens’’ yapıldı. Dininden ve adından vazgeçmesi Avrupa'yı çok memnun etmiş olacak ki, Napoli Kralı'ndan bir başka asalet unvanı, Roma Senatosu'ndan da ‘‘vatandaşlık’’ aldı. Rodos'ta çoluk-çocuğa karıştı ve Kanuni Süleyman'ın adayı fethetmesine kadar burada ‘‘Prens’’ olarak yaşadı. Ama Rodos'un 1522 kışında Türkler'in eline geçmesinden hemen sonra, 27 Aralık günü boğduruldu. İdamında 48 yaşındaydı.

CEM, NİCOLA OLUVERDİ

İşte, Türk ve Vatikan tarihleri buraya kadar hep aynı bilgileri veriyorlar ama aralarında bundan sonra önemli bir ihtiláf çıkıyor: Türk tarihleri Cem Sultan'ın oğlu Murad'ın ‘‘Cem’’ adındaki çocuğuyla beraber idam edildiğini yazarken Malta, Rodos ve Vatikan arşivleri küçük Cem'in öldürülmediğini, Nicola ismini aldığını, Malta'ya yerleştiğini ve 1536'daki ölümüne kadar burada yaşadığını söylüyorlar.

George Said-Zammit, ailesinin işte bu Prens Pierre'in ve oğlu Nicola'nın soyundan geldiğini, Cem'in çocuklarının aile ismi olarak ‘‘Saytus’’u seçtiklerini, ‘‘Saytus’’un zamanla ‘‘Sait’’, ‘‘Sayd’’ ve nihayet ‘‘Said’’ olduğunu anlatıyor. İşin çok daha ilginç olan tarafı ise şu: Malta arşivlerinde Cem Sultan'ın oralarda‘‘Nicola Saytus’’ diye bilinen torunu küçük Cem'le ilgili belgeler bulunuyor ve bu belgelerden Nicola Saytus'un 1530'larda hayatta olduğu anlaşılıyor.

Ben, George Alexander Said-Zammit'in çabalarından Osmanoğlu ailesinin New York'ta yaşayan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi vasıtasıyla haberdar oldum. Said-Zammit'in ortaya koyduğu belgeler bana son derece ilginç geldi ve Türk tarihinin bu en bahtsız şehzadesinin hüzünlü öyküsünü sizlere de aktarayım dedim.

Böylesine acı bir hayatı Cem’den başkası yaşamadı

Cem Sultan 1459'da doğdu, zamanının en meşhur alimlerinin elinde yetişti, devlet idaresine daha çocuk yaşındayken alıştırıldı, sancak beyliği ve valilik yaptı, meşhur bir şair olarak tanındı ama Türk tarihinin en bahtsız isimlerinden biri oldu.

Babası Fatih Sultan Mehmed 1481 Mayıs'ında öldüğü zaman Cem henüz 22 yaşındaydı ve İstanbul tahtına ağabeyi Bayezid oturdu. Cem başkaldırdı ama ağabeyinin gönderdiği orduların karşısında yenildi. Mısır ve Hicaz taraflarına gitti, sonra yeniden Anadolu'ya geçip ağabeyiyle bir daha savaşa tutuştu, tekrar yenilince memleketini ebediyyen terketti ve tarihin en büyük gurbet hikáyelerinden sayılacak olan bir maceraya atıldı.

İlk durağı, Rodos'tu. Adanın o zamanki hákimi olan şovalyeler Cem'i hem Avrupa'ya, hem ağabeyi Bayezid'e pazarlamaya çalıştılar, iki taraftan da binlerce altın kopardılar ama bir Türk baskını endişesiyle şehzadeyi Fransa'ya geçirdiler. Şovalyelerin reisi d'Aubusson, yüklü bir para ve ‘‘kardinal’’ unvanı karşılığında Cem'i Roma'ya götürdü ve Papa İnnocent'e sattı.

KAÇTI AMA İHANET ETMEDİ

Papa'nın hayali Cem'i yeni bir Haçlı seferinde kullanmaktı ama şehzade memleketine karşı olan bütün teklifleri reddetti. Bayezid, tahtının rakibi Cem'i kendisine iade etmesi yahut öldürmesi için Vatikan'a hazineler teklif ediyor, Papa ise altın akıtan bu musluğu açık tutabilmek için Cem'i bir kaleden ötekine naklediyordu.

Derken İnnocent öldü, yerini o zamanların İtalya'sının en kanlı ailelerinden birinden, Borjiyalardan gelen Roderica aldı ve 6. Alexandre ismiyle papalık tahtına oturdu. Cem, Alexandre zamanında da pazarlandı ve Bayezid'den her sene gene keseler dolusu altın alındı. Fransa Kralı 8. Charles, Cem'i kullanarak Kudüs'e bir Haçlı Seferi planladı, Roma'ya girdi ve Papa krala Cem'i teslime mecbur oldu. Şehzadeyi verdi ama bahtsız Cem birkaç gün sonra, 1495'in 25 Şubat'ında acılar içinde can verdi. Vatikan haraç kaynağı yaptığı şehzadeyi başkalarına yár etmemiş, Kral'a teslim etmeden hemen önce zehirlemişti...

Cem'i tam 13 yıl boyunca İstanbul'a karşı koz olarak kullanan Avrupa şehzadenin ölüsünden bile keselerle altın kazandı. Fransa'da şehir şehir gezen cenaze Bursa'ya getirilip defnedildiğinde Cem'in ölümünün üzerinden iki sene geçmiş ve Bayezid'e bir servete malolmuştu.

Hanedanın cevabı: Siz Osmanlı değil, Papalık prensisiniz

Cem Sultan'ın soyundan geldiğini söyleyen George Said-Zammit, bundan iki ay önce Osmanoğlu ailesinin yani Osmanlı Hanedanı'nın New York'ta yaşayan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'ye bir mektup yazdı ve aile tarafından ‘‘tanınma’’ istedi. Said-Zammit, mektubuna arşivlerden topladığı Cem Sultan'ın nesliyle ilgili belgeleri de iláve etmişti.

Hanedan reisi Osman Ertuğrul Efendi, Said-Zammit'in mektubuna şık bir cevap verdi. İddianın doğru olabileceğini ancak tarihçilerin yapacağı geniş bir araştırmaya ihtiyaç bulunduğunu söyledi. Said-Zammit ailesinin Osmanoğlu ailesi tarafından ‘‘tanınması’’ konusunda ise titiz davrandı ve ‘‘Sizi bir 'Osmanlı Şehzadesi' olarak kabul edemem. Zira, büyük dedeleriniz Papa Altıncı Alexander'in verdiği 'Prens' unvanını kabul ettiklerine ve bu unvanı birkaç nesil boyunca kullandıklarına göre artık 'Osmanlı' değil, 'Papalık Prensi' sayılırsınız’’ dedi.

Hafta içinde çekilen yukarıdaki fotoğrafta, Osmanlı ailesinin yaz tatili için şimdi Türkiye'de bulunan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'yi eşi Prenses Zeynep Osman ve Topkapı Sarayı'nın müdiresi Dr. Filiz Çağman ile beraber sarayın baştan aşağı yenilenen Hazine Dairesi'nde görüyorsunuz. Arkadaki büyük camekánın içinde ise, Osmanlı hükümdarlarına ait altın taht bulunuyor. Türkiye'de cumhuriyet kurulmayıp da Osmanlı idaresi devam etseydi, Şehzade Osman Ertuğrul Efendi şimdi ‘‘Dördüncü Osman’’ unvanıyla işte bu tahta oturacaktı.

Yerel tarihçiliğin en büyük üstadı öldü

Türk tarihçiliği, geçen ay çok önemli bir hocasını kaybetti: Prof. Dr. Nejat Göyünç'ü... İstanbulluydu, 76 yaşındaydı, çok düzgün bir insandı, Türkiye'de ideolojilerin çarpıştığı senelerde hiçbir akımın esiri olmayıp sadece ilimle uğraşmıştı. Bu yüzden láyık olmadığı muamelelere uğramış ve hayli çekmiş ama ilimleri kendilerinden menkul olup tantanalı unvanları sadece káğıt üzerinde várolan ve ona karşı en akıl almaz işleri edenler bile, neticede hocalığı ve ilmi karşısında başeğmek zorunda kalmışlardı.

Tarih alanındaki birçok ilki, Nejat Bey başlatmıştı. Bir ‘‘Osmanlı Araştırmaları Dergisi’’ni ilk defa o çıkartmış ve yayına her türlü zorluğa rağmen seneler boyu inadla devam etmişti. Bugün çoğu isim sahibi birer profesör olan çok sayıda öğrencisine tarihin belgesiz yazılamayacağını ve işin yolunun arşivden geçtiğini öğreten Nejat Bey'di. Ama öncülüğünü yaptığı en önemli iş, Türkiye'ye ‘‘bölge tarihçiliği’’ni öğretmesiydi. Son derece saygın bir profesör olarak noktaladığı hocalık kariyerine liselerde tarih öğretmenliğiyle başlamış, 1951'de Mardin Lisesi'ndeki hocalığı sırasında Mardin'in tarihine duyduğu merakla ‘‘16. Yüzyılda Mardin Sancağı’’ isimli eserini kaleme almış ve Türkiye öteki bölge tarihlerine işte bu eserin tarihçilere verdiği ilham sayesinde sahip olmuştu.

Eskiler, ‘‘álimin ölümü álemin ölümüdür’’ derler. Prof. Nejat Göyünç'le beraber, tarih ilminin yaratılması artık imkánsız olan bir álemi göçüp gitti.
Yazının Devamını Oku

İlk Laila tartışmasında İstanbul’u yıkmıştık

29 Temmuz 2001
Günlerdir devam eden Laila tartışmasının bir benzerini biz 18. yüzyılın ilk çeyreğinde de yaşamış, bugünlerde şeamet tellállarının kulaklara fısıldadıkları ‘‘sosyal patlama’’ya o zamanlar şahit olmuş ama çok acı bir fatura ödemiştik. İşte tarihlere ‘‘Lále devri’’ diye geçen 18 senelik bir tatlı hayatın ve hemen arkasından gelen Patrona Halil isyanının İstanbul'u harabeye çevirişinin, daha da fakirleşmemizin ve servet düşmanlığının
matbaayı tahrip etmeye kadar varmasının öyküsü...

Günlerdir bir Laila tartışmasıdır gidiyor ve krizin Laila benzeri mekánlar yüzünden tırmandığı gibisinden abuk sabuk iddialar gündemi meşgul edip duruyor.

Benim Laila gibi mekánlara muhalefetim onların varlıklarına değil, sadece isimlerinin bugünkü yazılış biçimlerine, yani ‘‘Paşa’’nın ‘‘Pacha’’, ‘‘Leyla’’nın ‘‘Laila’’ olmasına; hatta ‘‘Eskici’’nin ‘‘Eskidji’’, ‘‘Köfteci’’nin ‘‘Köftedji’’ yapılmasına... Seneler öncesinde zaten kurutulup birkaç yüz kelimeyle konuşulur hale getirilen Türkçe, şimdi birilerinin özentisi yüzünden imlásından da oluyor, garip ve zavallı bir sömürge lisanına dönüyor.

DEPREM DURDU, YANGIN ÇIKTI

Ama işin bu tarafına bakılmıyor, servetini meşru yoldan edinip vergisini verenlerin canlarının çektiği gibi eğlenmeye hakları olduğu ve Laila'ların kapanması halinde müdavimlerinin çoğunun o parayı Avrupa'daki eğlence mekánlarında harcayacakları unutuluyor. Üstelik, zerafetin ve gerçek zenginliğin süzülmüşlüğüyle sonradan edinilen paranın verdiği yapmacık şıklığın üstten-baştan dökülüşünü görmek için Laila'dan uygun bir mekánın varolmadığı da hatırlara gelmiyor. Dolayısıyla, İstanbul gibi Türkiye'deki vergi gelirinin yüzde 45'ini ödeyen bir şehirdeki eğlence hayatının tartışmaya açılmasıyla gayet lüzumsuz bir iş ediliyor.

Aslında, biz bu tartışmaların bir benzerini İstanbul'da bundan 230 sene önce de yaşamış, şimdilerde şeamet tellállatının fısıldadıkları 'sosyal patlama'nın ne demek olduğunu o zamanlar tatmış ve çok acı bir fatura ödemiştik.

İşte, o zamanlardaki Laila'ların öyküsü ve ákıbeti:

Türkiye, 1689'da yaşanan Viyana bozgunundan sonra nefesi kesilmiş haldeydi. Bozgunun üzerinden epey zaman geçmiş ama ekonomi düzeltilememiş, sınır boylarında devam eden çarpışmalar hálá bitmemişti.

1703 Ağustos'unda Sultan İkinci Mustafa tahttan indirilip yerine Üçüncü Ahmed getirildi.

Devleti ve ekonomiyi düzene sokacak tedbirlerin alınmasına çalışılmakta, sadrazamın yani o zamanın başbakanının biri gidip öteki gelmekte ama netice bir türlü elde edilememekteydi.

Mum ışığında ayı güreşi

Üstüne üstlük, 1716 ilkbaharında Avusturya'ya karşı ilán edilen savaş yine feláket getirmişti. Belgrad elimizden gitti, 1718 Temmuz'unda imzalanan Pasarofça andlaşmasıyla başta Belgrad olmak üzere bazı topraklar Avusturya ile Venedik'e terkedildi, 1719'un 25 Mayıs'ında yaşanan deprem İstanbul'un bir kısmını yerle bir etti, arkasından gelen yangınla da Gedikpaşa'dan Kumkapı'ya uzanan sahil kül oldu.

Üçüncü Ahmed ve aynı zamanda hükümdarın kızı Fatma Sultan'ın kocası olan Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa, sakin ve huzur içinde olabilmenin yolunu aradılar ve çözümü zevke, safaya dalmakta buldular.

İstanbul'da geniş bir imar ve inşaat faaliyeti başlatıldı. Şehrin dört bir yanında yeni saraylar yükseliyor, o zamanlar ismi Sádábád olan bugünün Káğıthane'sinde sıra sıra köşkler inşa ettiriliyor, bahçelerde hemen her gece binbirgece masalları yaşanıyordu.

Çengiler ve köçekler en en iç gıcıklayıcı rakslarını ederlerken İstanbul'un sosyetesi görülmedik eğlenceler buluyor, meselá yavru ayılarla güreş tutuluyor, üzerlerine mum dikilmiş kaplumbağalar bahçelere salınıyor, günlerce süren helva sohbetlerine dalınıyordu. Şair Nedim o günleri ‘‘Gidelim serv-i revánım yürü Sádábád'e’’ gibisinden mısralarla anlatırken Ebubekir Ağa ‘‘Güzel ammá ki ne áfet ne güzel’’ diyen nağmeler terennüm ediyordu. Sosyeteyi bir lále merakıdır sarmıştı, Hollanda'dan getirtilen lále soğanlarına keselerle altın ödeniyor, bahçeler bu lálelerle bezeniyordu. Tarihçi Ahmed Refik, 20. asrın başlarında bu lále merakından yola çıkarak o yılları ‘‘Lále Devri’’ diye adlandıracak ve bu söz tarihlere geçecekti.

İstanbul'da 1718'de başlayan bu tatlı hayat 12 yıl devam etti ve iş sadece eğlencede kalmadı, kültür hayatında ve sanayide hamlelere gidildi.

Cesedler öküz arabasında

1727 Temmuz'unda saraydan izin alan İbrahim Mütefferika Türkiye'de Türkçe kitap basan ilk matbaayı kurdu, ardarda dokuma ve çini fabrikaları açıldı ama ekonomi bozuldukça bozuluyordu. Halkta vergi verecek güç kalmamış, işsizlik başta İstanbul ve Anadolu olmak üzere imparatorluğun dört bir yanını sarmıştı. Eğlenceler devam ederken homurdanmalar da giderek arttı ve ve şimdilerde sözü edilen ‘‘toplumsal patlama’’ işte o zaman, 1730 Eylül'ünün son haftasında yaşandı.

Tarihe ‘‘Patrona’’ diye geçecek olan Halil adında bir hamam tellákı etrafında topladığı çok sayıda işsizle beraber İstanbul'da isyan çıkarttı. Derken yeniçeriler de isyancılara katıldılar, zindanlardaki mahkumlar salıverildi ve şehirde bir yağmadır başladı. Konaklar yağmalanıp yakılıyordu.

Matbaayı bile yıktılar

İsyanın saray kapılarına kadar dayanması üzerine Üçüncü Ahmed başta damadı İbrahim Paşa olmak üzere önde gelen bazı devlet adamlarını idam ettirdi, cenazelerini öküz arabalarına koydurup ásilere verdi. Paşa'nın cesedi sokaklarda sürüklendi, hatta ‘‘Meğer sünnetsizmiş’’ diye söylentiler bile çıktı ve isyanın daha da büyümesi padişahın tahtından indirilmesiyle sağlanabildi.

Sarayda bir odaya hapsedilen Üçüncü Ahmed'in yerini Birinci Mahmud aldı. Yeni padişah isyancıların Káğıthane'de inşa edilen ve ‘‘Sádábád Köşkleri’’ diye bilinen 120 kadar binayı yakmalarına güçlükle engel olabildi ve ‘‘Yakmamalarını, sadece yıkmalarını’’ rica etti. Káğıthane'deki yağma tam üç gün sürdü, hızlarını alamayan ásiler küçük fabrikaları ve imaláthaneleri bile yağmalayıp yıktılar, hatta matbaanın bir kısmı bile tahrip edildi. Şehirde iki ay boyunca tam bir terör hüküm sürdü ama devlet isyancılardan intikamını almakta gecikmedi: Bir tören bahanesiyle saraya çağırılan Patrona Halil ve adamları saray muhafızları tarafından parça parça edildiler.

Sosyal patlama bu şekilde bastırılmış gibi görünmüş ama neticede fakirlik ve işsizlik daha da artmış, İstanbul üç gün içinde harabeye dönmüş ve o günlerdeki zerafetine bir daha asla kavuşamamıştı.

Biz hálá ‘‘Laila gibi yerler krizi daha da arttırıyor’’ demeye devam edelim...

Lále Devri’ni Raşid yazdı, Laila Devri’ni İlber yazacak

İlim dünyası, Lále Devri'nin İstanbul'unda olup bitenleri, o günlerin dillere destan eğlencelerini devrin tarihçisi Mehmed Ráşid Efendi'nin ‘‘Vekayináme’’ isimli eserinden öğrendi. Ráşid, devletin resm; tarihçisiydi. 1714 ile 1723 arasındaki hadiseleri, tabii bu arada yaşanan çılgın eğlenceleri ve Sádábád álemlerini de kaleme aldı. Sonra Halep kadılığına tayin edildi ve eserinin 1723'ten sonrasını Küçük Çelebizáde İsmail Ásım Efendi tamamladı. Bugün 1730'daki Patrona Halil isyanının ve çapulcuların İstanbul'u yağmalamalarının ayrıntılarını İsmail Ásım Efendi'nin yazdıklarından öğreniyoruz.

Lále Devri'nden sonra zamanımızın çok önemli bir tarihçisi, Prof. Dr. İlber Ortaylı da, bugünleri geleceğe aktarmak için geçen hafta Laila'da bilimsel incelemeler yaptı. Açık söylemem gerekirse, İlber'in Laila'yı mutlaka görmesini istiyordum ama gitmeye ikna etmek için çok uğraştım. ‘‘Benim orada ne işim var? Milletin diline mi düşeyim?’’ gibisinden epey sözler ettiyse de neticede ‘‘ilim merakı’’ ağır bastı, ısrarıma karşı koyamadı ve beraberce Laila'nın yolunu tuttuk.

Kapıda ‘‘Hocam, hoşgeldiniz’’ diyen smokinli zatın kulübün koruma müdürü ve işin daha da garibi tarih mezunu olduğunu öğrenince hayli şaşırıp ‘‘Meğer ne öğrenciler yetiştiyormuşız’’ dedi. İçeride bizi masasına davet eden sabık nazırlardan Güneş Taner'le sıkı bir ‘‘Derviş dedikodusu’’na girdi, eğlenenlerin ‘‘sosyal analizini’’ yaptı, ‘‘Keşki Betüş (Betül Mardin) de burada olup zerafet hakemliği etseydi’’ diye iç geçirdi ve neticede bugünün Sádábád eğlencelerini gözleriyle görüp geleceğe nakletme fırsatını elde etti.

Fotoğrafta, Prof. Dr. İlber Ortaylı' Güneş Taner'in refikaları Beyza Taner'le beraber Laila'da görüyorsunuz. Lale Devri'nde Ráşid'inin yaptığını yapıyor, yani zamanımızın Sádábád eğlenceleri hakkındaki bilgi ve belge topluyorlar.
Yazının Devamını Oku

İlk teknokrat hükümeti sadece 99 gün sürmüştü

22 Temmuz 2001
Önce şunu açıkça söyleyeyim: Bendeniz, Serdar Turgut'un başlattığı teknokratlar hükümeti teklifini destekleyenlerdenim ama bu tartışma sırasında yapılan bir tarih hatayı düzeltmek istiyorum. Türkiye'nin ilk teknokrat kabinesini 1971'de Nihat Erim değil, o tarihten seneler önce, 1912'nin 22 Temmuz'unda Gazi Ahmed Muhtar Paşa kurmuştu. Hükümette üç eski başbakan vardı, Ahmed Muhtar Paşa oğlu Mahmud Muhtar Paşa'yı da bakan yapmıştı ve hükümet tarihlere bu yüzden ‘‘Baba-Oğul Kabinesi’’ diye geçti. Ama geleneklerimiz gereği kabineyi devirmek için elimizden geleni yaptık, Gazi Ahmed Muhtar Paşa sadece üç ay dayanabildi ve sonrası tam bir feláket oldu: Rumeli ile Libya peşpeşe elimizden çıktı.

Serdar Turgut'un başlattığı ‘‘teknokratlar hükümeti’’ tartışması, ortalığı tozu dumana kattı. Başta başbakan olmak üzere çok sayıda devletlumuz böyle bir hükumetin ara rejim demek olduğunu söyleyip veryansınettiler ve işi teknokratlar hükümetini destekleyenleri neredeyse demokrasi düşmanı ilán etmeye kadar getirdiler.

Bendeniz, destekliyorum

Önce, şunu açıkça söyleyeyim: Bendeniz de Serdar'ın teklifini yani Türkiye'nin bir müddet için teknokratlar tarafından idare edilmesini destekleyenlerdenim. Memleketi bu hale getirenlerin şimdiye kadar yaptıklarının gelecekte yapacaklarının da teminatı olduğunu farkeden herkes zannedersen benim gibi düşünür ve herşey yoluna girene kadar devletin işten anlayanlar tarafından idare edilmesinin çok doğru bir karar olduğuna inanır.

Serdar'ın başlattığı bu teknokratlar hükümeti tartışması gündeme 12 Mart günlerini ve Nihat Erim kabinelerini getirdi. Türkiye'nin ilk teknokrat hükümetinin 12 Mart sonrasında Nihat Erim tarafından kurulduğu yazılıp çizildi ama işin doğrusu öyle değildi: Teknokratlardan meydana gelen ve milli uzlaşma maksadıyla kurulan ilk hükümet 1971 değil 1912 tarihini taşıyordu ama büyük ümidlerle kurulan bu hükümeti ádetimiz gereği yaşatmamış, üç ay içerisinde halledivermiştik.

İşte, tarihlere ‘‘Büyük Kabine’’ yahut ‘‘Baba-Oğul Kabinesi’’ diye geçen bu hükümetin öyküsü:

Türkiye'de 1908 Temmuz'unda İkinci Meşrutiyet ilán edilmiş, memleket káğıt üzerinde de olsa hürriyete ve demokrasiye kavuşmuştu.

Derken meşhur 31 Mart isyanı patladı, 1909'un 27 Nisan'ında Abdülhamid tahtından indirildi, yerine Sultan Reşad geçti ve İttihad ve Terakki memlekete yavaş yavaş hakim olmaya başladı.

İstanbul'daki belirsizlik imparatorluğun dört bir yanına sıçradı. Arnavutluk isyan etti, Girit Yunanistan'a sadakatini açıkladı ve Balkanlar'da bağımsızlık hareketleri daha da arttı.

Bütün bu tatsızlıklar içerisinde 1911'e gelindi ve o senenin Ekim'inde İtalya birdenbire Libya'yı işgal ediverdi. Artık sık sık hükümetler değişmekte, sadrazamlar yani başbakanlar birbirini takip etmekteydi. Tevfik Paşa'nın yerini Hüseyin Hilmi Paşa aldı, o gidince yerine Hakkı Paşa getirildi, istifasından sonra Abdülhamid'in meşhur Said Paşa'sı sekizinci defa sadrazam yapıldı. Said Paşa, İttihadçılar'ın desteğine sahipti ama İttihadçılar ordunun tamamına hakim değildiler ve bazı paşaların huzursuz olduğu söylenmekteydi. Cepheden neredeyse her gün bir başka yenilginin haberi geliyor, hayat gittikçe pahalılaşıyor ve hemen her an darbe bekleniyordu.

Oğlunu da bakan yaptı

İşlerin içinden çıkılmaz hale geldiğini gören Said Paşa, 1912'nin 16 Temmuz'unda istifa etti. Bu, İttihad ve Terakki'nin de idareden gitmesi demekti ve artık tek yol hem memlekette uzlaşmayı sağlayacak, hem de işi bilenlerden meydana gelecek bir hükümetin kurulmasıydı.

Sultan Reşad, etrafındakilerin de telkinleriyle sadrazamlığa kahramanlığıyla tanınmış ve her kesimden saygı gören bir askeri, senato başkanı olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa'yı getirdi ve Paşa 1912'nin 22 Temmuz'unda 14 kişilik hükümetini kurdu. Hükümette üç eski sadrazam vardı. Paşa, Denizcilik Bakanlığı’na da oğlu Mahmud Muhtar Paşa'yı getirmişti.

Hükümette eski başbakanların da bulunduğunu gören halk, bu yeni kabineye kuruluşunun daha ilk gününde ‘‘Büyük Kabine’’ adını verdiyse de de, başbakanın oğlunun da kabinede yer alması üzerine bu isim hemen ‘‘Baba-oğul hükümeti’’ne döndü. Bütün bu hafif alaycı bakışlara ve istihzalara rağmen, hükümetin gene de derdlere deva olacağına inanılıyordu.

Ama öyle olmadı. Önce, kabinede temsil edilmeyen partiler hükümeti yıpratmak için ellerinden geleni yaptılar, derken kabinedeki eski başbakanlar birbirlerine girdi. İstanbul'daki bütün bu didişmeler sırasında üstüne üstlük bir de Balkan savaşı patladı, Rumeli olduğu gibi elimizden çıktı ve bu arada Libya da elimizden gitti. Trablus ve Bingazi'de uzun zamandan beri devam eden İtalyan işgaline karşı artık hiçbir şey yapamaz hale gelmiş olan hükümet Libya'yı İtalyanlar'a vermekten başka çare bulamadı.

Sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa için artık istifadan başka çare kalmamıştı ve 1912'nin 29 Ekim'inde istifa etti: Büyük ümidlerle kurulan Türkiye'nin ‘‘Büyük Kabine’’si, işbaşında sadece üç ay sekiz gün kalabilmişti.

Hükümetin yıkılmasından neler olduğunu merak edenler için söyleyeyim: İttihadçılar bir ay sonra Babıali'yi basıp işbaşına geldiler, İttihad ve Terakki Partisi devletin tek sahibi oldu, arkasından durup dururken Birinci Dünya Savaşı'na girdik, sonrası ise málum...

Mısırlı papaz üflerken basıldı

Mısır, bugünlerde Türkiye'nin gündemini bundan birkaç sene önce aylarca meşgul eden bir seks skandalının, yatakta basılan Aczimendi 'şeyhi' Müslüm Gündüz hadisesinin bir benzerini yaşıyor.

Ama, arada küçük bir fark var; din farkı: Mısır'daki olayın kahramanı Müslüman değil Hıristiyan, üstelik sıradan bir Hıristiyan da değil, Kıpti kilisesinin yüksek rütbeli bir mensubu, bir piskopos. Skandalın sebebi ise, piskoposun çocuğu olmayan çok sayıda kadına ‘‘çocuk sahibi olacakları’’ garantisiyle bir güzel tecavüz ettiğinin ortaya çıkması...

İsa aşkına bir nefes

Piskoposun adı Adil Sadullah Gabriel, kilisedeki ‘‘dini’’ ismi ise, Barsum el Mahruki... Kahire'nin güneyindeki Asyut şehrinde bulunan büyük Kıpti kilisesinin başında. Kıptiler, malum, Mısır'da nüfusun yüzde yirmiye yakını meydana getiren Ortodoks Hıristiyan halkı...

İşte bu Barsum el Mahrukî adındaki bu piskopos, kendisini senelerden beri çocuk sahibi olamayan kadınları anne yapmaya vakfetmiştir. ‘‘Aman aziz peder derdime derman ol!’’ diye gelen kadınları akşamları kilisenin arka tarafındaki odasına alır, ‘‘Burada olacakları sakın haaa kocana söyleme, yoksa çarpılırsın’’ der, içlerine ‘‘İsa'nın kutsal ruhunu üfüreceğini’’ söyleyip yatağa yatırır ve üfürür.

Piskopos el Mahrukî, bu arada kutsal ruhla teknolojik bağlantı da kurmuş ve yatak odasına yerleştirdiği bir kamerayla üfürme seanslarının tamamına bir güzel kaydetmiştir.

Hamile kalan kadınlar kendilerinin ‘‘Hazreti Meryem’’, kalamayanlar ise ‘‘günahkár’’ olduklarına hükmetmektedirler. Ama son zamanlarda kilisenin papaz odasında birşeyler olduğuna dair dedikodular çıkar, polis geçen ay kiliseyi basıp sıkı bir arama yapar ve bir dolap dolusu video kaset bulunur. Başrolde hep piskopos hazretleri vardır ve düzinelerle hanıma üfürmededir...

Filimlerin bazı kareleri El Nabaa gazetesinin eline geçer ve gazete bunları tam sayfa yayınlar. Hristiyan Mısırlılar yayını protesto ederlerse de gazete karaborsaya düşer ve tek bir nüshası 20 dolardan müşteri bulur.

Artık, Mısır Kıptileri'nin Patriği Üçüncü Şenuda Hazretleri'ne Piskopos Barsum el Mahrukî'yi kiliseden ihractan başka çare kalmamıştır. Öyle yapar, polis de bunun üzerine piskoposu Asyut'tan Kahire'ye getirip tutuklar. Mısır, şimdi hem üfürme seanslarının rezaletini, hem de El Nabaa gazetesinin bu fotoğrafları yayınlamasının basın etiğine uyup uymadığını tartışıyor. Gazetenin genel yayın müdürü Memduh Mahran ‘‘Bu haberi yayınlamayıp da neyi yayınlayacaktık? Basın böyle olaylara sayfalarında yer vermeyecekse varolmasının ne hikmeti kalır ki? Bizi suçlayanlar önce gidip bazı papazları ve şeyhleri ahláka davet etsinler’’ diyor.
Yazının Devamını Oku

Tam 134 yıllık sır vagon ve sahibinin hamam kaçamağı

15 Temmuz 2001
Rahmi Koç'un bu hafta açılan yeni müzesindeki bir obje, Sultan Abdüláziz'in Avrupa seyahatinde kullandığı 'saltanat vagonu', bana bir buçuk asırdan beri devam eden ama sisler arasında duran bir söylentiyi hatırlattı: Sultan Abdüláziz ile Fransa İmparatoriçesi Eugenie arasındaki aşk dedikodularını... Rahmi Koç hayaline nihayet kavuştu, senelerdir topladığı sanayi áletlerinin hepsini biraraya getirdi ve Türkiye'nin ilk Sanayi Müzesi'ni kurdu.

Geçen salı gecesi yapılan açılışına davetli olduğum müzeyi gezerken ne yalan söyleyeyim, ‘‘Burası Türkiye için biraz fazla lüks’’ demekten kendimi alamadım. Seneler boyu Avrupa'daki birçok özel müzeyi gezmiştim, içlerinde hakikaten ‘‘müze’’ kavramının bile üzerinde bulunanları vardı ama ufacık köylerdeki ve kasabalardaki tek katlı evlerin bile ‘‘dünya çapında bir müze’’ olarak tanıtılmalarından rahatsız olur, ‘‘Bizim zenginlerimiz de kendi iş alanlarıyla ilgili eski eserleri toplayıp niçin bir müze haline getirmezler acaba?’’ diye hayıflanırdım.

Burada neler var neler

Rahmi Bey, işte bunu yaptı. Müzesi sadece objelerinin çeşitliliği ve zenginliği açısından değil, teşhir bakımından da Türkiye'nin standardlarının çok çok üzerindeydi. Ve ben, açıkçası müzenin bu kadar zengin ve bu derece şık olabileceğini ümid etmiyordum. Her yer dünyanın dört bir köşesini ancak kapı kapı dolaşmakla temin edilebilecek binlerce áletle doluydu, bir salona gıcır gıcır duran ve hálá çalışan eski bir zeytinyağı fabrikası kurulmuştu, diğer bir salonda pırıl pırıl kolleksiyonluk otomobiller sıralanıyordu. Bir başka yerde çocukluğumuzun mutlu günlerinin tramvayı vardı, tramvayın hemen ilerisinde de nerede bulunduğunu, daha doğrusu hálá varolup olmadığını senelerdir merak ettiğim bir vagon duruyordu: Sultan Abdüláziz'in saltanat vagonu...

Vagonu görünce sahibi olan Sultan Abdülaziz'i, hükümdarın Avrupa seyahatini ve daha sonra İstanbul'da ve Paris'te dilden dile dolaşan bir dedikoduyu, Fransa İmporatoriçesi Eugenie (okunuşu: Öjeni) ile Abdüláziz arasındaki aşk söylentilerini hatırladım ve sizlere de nakledeyim dedim.

Türkiye'den savaşlar dışında ayrılıp yabancı memleketleri ziyaret eden ilk ve son hükümdar, Abdüláziz'di. Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon tarafından Paris'teki milletlerarası serginin açılışına davet edilen Abdüláziz, 1867 yazında İstanbul'dan Fransa'nın Toulon limanına kadar gemiyle gitti, buradan Paris'e bu vagonla seyahat etti. Sonra Londra'ya geçti, dönüşü Belçika üzerinden yine bu vagonla oldu, kendisine ‘‘iyi yolculuklar’’ demeye gelen Belçika ve Prusya krallarıyla Avusturya-Macaristan İmparatoru'nu da vagonunda ağırladı.

Hamamda sabaha kadar

Vagon, Abdülaziz'den sonra kullanılmadı, kaderine terkedildi, bir depodan ötekine gitti ve bu yolculuğu tam 134 sene devam etti. Türkiye'nin önde gelen sanat tarihi hocalarından Prof. Nurhan Atasoy vagonu 1998'de Devlet Demiryolları'nın bir deposunda hurda halinde bulup Rahmi Koç'u haberdar etti ve ‘‘Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’’ tarafından satın alınan vagon baştan aşağı elden geçirildi, eski haline en yakın şekle getirilip müzeye kondu.

Abdüláziz, Paris'te ilk görüşte aklını başından alan bir hanımla tanışmıştı: Fransa'nın güzelliğiyle ve zekásıyla meşhur imparatoriçesiyle, yani Üçüncü Napoleon'un karısı Eugenie ile... Söylenenlere göre Paris'te gözü başka birşeyi görmemiş, dönüşte bile aklı-fikri hep Eugenie'de kalmıştı.

Eugenie'yi yeniden görebilmek, hükümdara iki sene sonra yeniden nasip oldu. İmparatoriçe, Süveyş Kanalı'nın açılık merasimine davetliydi, Mısır'a gemiyle gidecekti ve giderken İstanbul'a da uğramıştı.

Dedikodular, işte bu ziyaretin hemen ilk gününde başladı. Hükümdar, Paris'te kendisine evsahipliği yapmış olan imparatoriçe için önceden Beylerbeyi Sarayı'nı hazırlatmış ve hazırlıkların başında bizzat bulunmuş, Eugenie'yi daha karaya ayak basmadan denizde karşılamış ve peşpeşe hediyelere boğmuştu. Abdüláziz'in Eugenie'ye gecelik entarisi yaptırması için binlerce altın değerinde bir de şal verdiği bütün şehrin dilindeydi.

Eugenie, İstanbul'da bir hafta kaldı ve şehrin hemen her tarafını dolaştı. Beylerbeyi'ne öğleden sonraları yorgun argın döndüğünde hemen sarayın hamamına gidiyor ve kendisini hükümdarın ‘‘nátırlık’’ etmesi yani bir çeşit telláklık yapması için gönderdiği Arzıniyaz Kalfa'nın ellerine teslim ediyordu.

İstanbul, o hafta bir başka dedikoduyla çalkalandı: Abdüláziz, Eugenie'nin nedimelerini ve yaverini birer bahaneyle imparatoriçenin yanından uzaklaştırmış, sonra Dolmabahçe'den saltanat kayığına binip Beylerbeyi'ne geçmiş, rıhtımdam koşar adımlarla doğruca hamama gitmiş ve hamamda gün ağarıncaya kadar Eugenie'yle beraber kalmıştı.

Áşığının oğlunu merak etti

Sonra, araya peşpeşe feláketler girdi. Abdüláziz tahtından indirilip öldürüldü, Eugenie kocası Üçüncü Napoleon'la beraber hayatının sonunda bile noktalanmayacak olan bir sürgüne gitti ve Osmanlı hükümdarıyla Fransız İmparatoriçesinin arasında olup bitenlerin söylentisi yüz küsur sene boyunca hep konuşulup durdu. Eugenie'nin ilk ziyaretinden tam 42 sene sonra artık beli bükülmüş ve çok yaşlı bir hanım olarak yeniden geldiği İstanbul'daki hüznü ve Abdüláziz'in oğlunu görmek istemesi, söylenenlerin doğruluğuna işaret sayıldı.

Hasköy'e mutlaka gidin, Rahmi Bey'in müzesini baştan sona gezin; merakın, azmin ve zevkin ürünü olan bu eserin güzelliğine siz de hayran kalın. Ama bu işe bir günüzünü ayırın, zira böyle bir müzeyi gezmeyi ancak bir günde bitirebilirsiniz. Sonra rengárenk, büyükçe bir bibloyu andıran Abdülaziz'in vagonunun önünde durun ve Eugenie'den sonra sarayındaki birbirinden güzel cariyeleri bile görmeyecek hále gelmiş olan hükümdarın iç çekişlerini duymaya çalışın. Belki de birşeyler işitebilirsiniz, kimbilir?

Şehzade dans etti, Padişah ‘‘Ben boynuzlu muyum?’’ dedi

İmparator Üçüncü Napoleon, Paris'te Abdüláziz'in şerefine bir balo vermişti. Sonraları ‘‘Beşinci Murad’’ olarak tahta geçen Veliahd Murad Efendi, baloda bir Fransız prensesiyle dansediyordu. Dansın biraz ‘‘samimi’’ bir hal aldığını gören Abdüláziz yanındakilere ‘‘Söyleyin şu herife, karıyı hemen bıraksın’’ buyurdu. ‘‘Biz burada boynuzlu muyuz?’’

Üçüncü Napoleon kendini beğenmişliğiyle ve patavatsızlığıyla meşhurdu. Paris'te verdiği bir davette Abdüláziz'in Hariciye Nazırı yani Dışişleri Bakanı olan Fuad Paşa'ya ‘‘Devletiniz artık pek güçsüz, meselá donanmanız işe yaramaz halde. Ne vaziyette olduğunuzun farkında mısınız?’’ deyince, Paşa'dan güzel bir cevap aldı: Fuad Paşa ‘‘Majesteleri hata ediyorlar!’’ dedi. ‘‘Türkiye öyle kuvvetli bir devlettir ki, üç asırdan beri sizler dışarıdan bizler de içeriden yıkmaya bu kadar uğraştığımız halde hálá yerinde duruyor!’’ (Ali Kemali Aksüt'ün ‘‘Sultan Aziz'in Avrupa ve Mısır Seyahati’’ isimli eserinden).

Aşkı uğruna, 42 yıl sonra İstanbul’a yeniden geldi

Bir İspanyol kontunun kızı olan Eugenie, 1826'da Granada'da doğdu. İspanya'nın en güzel kızı olarak tanındı, gençlik yıllarını Paris'te geçirdi ve burada sonradan ‘‘İmparator Üçüncü Napoleon’’ unvanını alacak olan Louis Napoleon'la tanıştı.

1853'te ‘‘imparator’’ Louis Napoleon'la evlenip ‘‘Fransa İmparatoriçesi’’ oldu ve Paris halkının düğün hediyesi olarak verdiği 600 bin frangı yeni kurulmakta olan bir kızlar okuluna bağışlaması üzerine de, Fransızlar'ın gönlünde taht kurdu. Güzelliğiyle ve zekásıyla tanınırken siyasetle çok yakından ilgilendi, Katolik Partisi'ni destekledi ve kocasının Fransa dışında bulunması sırasında ‘‘imparator naibesi’’ olarak Fransa'yı bizzat o idare etti.

Yarım asırlık sürgün

Kocası Üçüncü Napoleon'un Alman ordularına karşı 1870'de Sedan'da yenilip esir düşmesi üzerine Paris'i terketmek ve İngiltere'ye sığınmak zorunda kaldı. Bir sene sonra serbest bırakılan kocasıyla burada yeniden biraraya geldi. Fransa'ya tekrar dönemeyen imparatoriçe, tam yarım asır boyunca sürgünde yaşadı. Kocasının 1873'teki ölümünden sonra da politikayla uğraşmaya devam etti ama İngiliz ordusuna katılıp Güney Afrika'ya savaşa giden oğlunun bir çatışmada can vermesi üzerine kendini dine verdi ve acılarını unutmak için seneler boyu diyar diyar dolaştı. 1920'de Madrid'de 94 yaşındayken öldüğünde, Fransa'ya tam 50 seneden beri gidememişti.

Eugenie, 1911 Haziran'ında yatıyla İstanbul'a bir daha geldi, zamanın hükümdarı Sultan Reşad'ı ziyaret etti ve padişahtan garip bir ricada bulundu: İstanbul'a o tarihten 42 sene önceki ilk gelişinde henüz küçük bir çocuk iken tanıdığı bir şehzadeyi, Sultan Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzettin Efendi'yi görmek istedi. Şehzade ile görüştü ve bu isteği İstanbul'un yanısıra Paris'te de oldukça manidar karşılandı. O dönemde sarayın ‘‘mábeyn başkátibi’’ yani ‘‘genel sekreteri’’ olan meşhur romancı Halid Ziya Bey (Uşaklıgil), hatıralarında bu görüşmenin sonrasından bahsederken ‘‘...Kalbini neler burktu, bunu keşfetmek mümkün değildir. Fakat dönüşünde, rıhtımdaki sandala binerken daha ziyade yaşlanmış, daha ziyade çökmüş gibiydi’’ diye yazacaktı.
Yazının Devamını Oku

Büyük Şef’in kellesini Bush’un dedesi çalmış

8 Temmuz 2001
Başbakanın sağlığıyla ilgili söylentilerden, bitip tükenmeyen IMF haberlerinden ve Telekom tartışmalarından sizlere de gına gelmiş olabileceğini düşünerek bu hafta çok uzaklardaki garip bir tartışmayı yazayım dedim. Apaçiler, Başkan ‘‘oğul’’ Bush'tan, efsanevî şefleri Geronimo'nun bundan 84 sene önce çalınan kafatasını istiyorlar. Taleplerini Bush'a yapmalarının sebebi ise, Geronimo'nun mezarını açıp kafatasını, kemiklerini ve bazı eşyalarını çalan kişinin, Başkan'ın
dedesi Senatör Prescott Bush olması. ‘‘Dede’’ Bush, mezardan çaldıklarını üyesi olduğu ‘‘ Kurukafa ve Kemikler’’ adındaki gizli klübe hediye etmiş.

Kovboy filimlerinden ve çizgi romanlardan tanıdığımız Apaçiler, yani geçmişin sert ve acımasız Kızılderili kabilesinin mensupları, bugünlerde yoğun bir faaliyet içindeler: Başkan George W. Bush'tan, Kızılderili tarihinin gelmiş geçmiş en meşhur savaşçısı Geronimo'nun bundan 84 sene önce çalınan ‘‘kurukafasını’’ istiyorlar.

HEDİYENİN BÖYLESİ

Meseleyi Amerikan Başkanı vasıtasıyla çözmek istemelerinin sebebi, bundan 84 sene öncesine dayanan bir söylenti, daha doğrusu Başkan Bush'un bu konudaki ‘‘özel durumu’’: Geronimo'nun mezarını açan, mezardaki kurukafayı, birkaç kemik parçasını, atının gemini ve eyer kayışlarını alıp üyesi olduğu gizli bir klübe hediye eden kişinin başkanın büyükbabası olduğuna inanılması... Mezar hırsızlığıyla suçlanan ve şimdi hayatta olmayan senatör Prescott Sheldon Bush sabık başkan George Bush'un özbeöz babası, şimdiki başkan George W. Bush'un ise dedesi...

‘‘Büyükbaba’’ Prescott, Bush ailesinin hemen her mensubu gibi Yale Üniversitesi'nde okumuş ve üniversitenin esrarı dillere destan klübü ‘‘Kurukafa ve Kemikler’’e üye olmuş, temelinde bir çeşit masonik dayanışma düşüncesi yatan klübün yönetiminde zamanla yükselmişti. Üniversitede bugün ‘‘Büyük Kemikadam’’ diye anılan ‘‘dede’’ Bush, Yale'den 1917'de mezun olmasından hemen sonra klübüne unutulmayacak bir hediye vermek istedi: 1918 Mayıs'ında beş arkadaşıyla beraber Geronimo'nun mezarını açtı; kafatasını, birkaç kemiğini ve mezara onunla beraber gömülmüş olan bazı eşyaları alıp klübün New Haven'deki ‘‘Mezar’’ denilen merkezine taşıdı.

Kurukafanın alın kısmında küçük bir deri parçası ve şakaklarında da bir tutam saç kalmıştı. Deriyle saç hemen o gece karbolik asit kullanılarak yakıldı, kurukafa ‘‘tertemiz’’ oldu ve sadece klübün üyeleri tarafından bilinen bu 'hediye' ‘‘Mezar’’da seneler boyu sır olarak saklandı. Prescott Sheldon Bush, 1972'de 77 yaşında öldüğünde çok zengin bir işadamı ve etkili bir senatördü ama Geronimo konusunda hiç konuşmadı, mezarı açmasının sırrını kendisiyle beraber götürdü.

KANIT 65 YIL SONRA GELDİ

Geronimo'
nun mezarının soyulduğunu öğrenen Apaçiler, efsanevi şefin kellesini her yerde aramaya başladılar ve bir delil bulmaları için aradan tam 65 yıl geçmesi gerekti. 1983 sonbaharında Arizona'da toplanan Apaçi şefleri mezarın Prescott Bush tarafından soyulduğunun belirlendiğini duyurup kurukafanın geri alınması mücadelesini yürütmesi için San Carlos Apaçileri'nin şefi Ned Anderson'u görevlendirdiler.

Anderson, 1986 Eylül'ünde George Bush'un kardeşi Jonathan ile New York'ta buluştu ve klübün eski bir üyesi olan Başkan'ın, babasının mezardan çaldıklarını iade etmesini istedi.

Elinde kanıt olarak klübün áyin salonunda gizlice çekilmiş bir fotoğraf vardı ve bir camekán içerisinde muhafaza edilen kurukafayla kemikler resimde net bir şekilde görünüyordu. Toplantı 11 gün sonra tekrarlandı, Jonathan Bush'un yanında bu defa ‘‘Kurukafa ve Kemikler’’ klübünün avukatı da vardı ve resimdeki kurukafanın Geronimo'ya değil, kızılderili bir çocuğa ait olduğunu iddia ediyorlardı.

BUSH AİLESİ HEP SUSKUN

Bush
ailesinden hayır gelmediğini gören Apaçiler bu defa FBI'yı devreye sokmaya çalıştılar ama federal polis şikáyete pek sıcak bakmadı. Apaçiler'in ellerindeki bütün delilleri kendilerine verip şikáyetlerini geri almaları halinde iddiaları araştıracaklarını söylediler.Anderson pazarlığı reddetti, Başkan Bush'a ulaşmaya çalıştıysa da Bush görüşme taleplerini devamlı geri çevirdi.

Apaçiler, kurukafa mücadelelerine hálá devam ediyorlar. Kabile şefleri bundan iki hafta önce Arizona'daki bir otelde yeniden biraraya geldiler ve kurukafayı geri alabilmek için yeni bir faaliyet planı yaptılar. Şimdi hefedleri mezar soyguncusunun torunuyla, yani Amerika'nın çiçeği burnunda başkanı George W. Bush ile anlaşmaya varabilmek...

ÇİLESİ MEZARDA BİLE BİTMEDİ

Bizim başbakanın sağlığıyla ilgili söylentilerden, bitip tükenmek bilmeyen IMF haberlerinden ve gávur ölüsü gibi uzatılan Telekom tartışmalarından artık sizlere de gına gelmiş olabileceği düşüncesiyle bu hafta Büyük Şef Geronimo'nun hikáyesini anlatıp mezarda bile bitmeyen çilesinden sözedeyim dedim.


15 bin dolar verip gir, ileride dünyayı yönet


‘‘Skull and Bones’’ yani ‘‘Kurukafa ve Kemikler’’ isimli klüp yalnızca öğrencilerin, hem de sadece Yale Üniversitesi öğrencilerinin üye olabildiği bir gençlik klübü gibi görünür ama aslında dünyanın en gizli ve söylentiler doğruysa en etkili gruplarının başında gelir.

Klüp, 1832 Aralık'ında hepsi Yale öğrencisi olan William Russell ve 14 arkadaşı tarafından kuruldu. Üyelere ‘‘kemikadam’’ deniyordu, her biri eski Yunan ve Roma mitolojisindeki bir kahramanın adını taşıyordu, klübün temelinde ‘‘kardeşlik’’ ve ‘‘birlik’’ düşünceleri yatmadaydı ama bu birlik başka türlüydü: Üniversiteyi bitirip hayata atılan ‘‘kemikadam’’, klübün diğer üyeleriyle temasını hiçbir zaman kesmeyecekti. Üyelerden birinin sıkıntıya düşmesi halinde hemen yardıma koşulacaktı ve en önemlisi, her kemikadam sahip olduğu gücü diğer üyelerle mutlaka paylaşacaktı. Anlayacağınız, ‘‘Kurukafa ve Kemikler’’ klübü, Yale Üniversitesi'ne mahsus masonik bir örgüt gibiydi.

Amerika'nın Yale mezunu birçok önemli ismi, öğrencilik senelerinde klübe üye olmuşlardı: Kendi adını taşıyan bankanın kurucusu Morgan Stanley, Zapata Petrol'ün başkanı Richard Gow, New York Times gazetesinin meşhur genel yayın müdürü Amory Howe Bradford, Fortune dergisinin editörü ve ‘‘500'ler listesi’’nin mucidi Russel Davenport, New York Trust, Union Pasific, Boeing ve Time gruplarının başkanı Artemus Gates, ve Bush ailesinin politikaya giren bütün mensupları, hep birer ‘‘kemikadam’’ idiler. Temasları ve beraberlikleri hiç kesintiye uğramadı.

‘‘Kurukafa ve Kemikler’’, faaliyetine bugün hálá aynı gizlilik içinde devam ediyor. Üyeler klübün New Haven'da bulunan ve ‘‘Mezar’’ adı verilen penceresiz binasında her perşembe ve pazar gecesi toplanıyorlar, üniformalar giyilip geleneksel áyinler yapılıyor, Geronimo'ya ait olduğu söylenen kurukafa ve kemikler bu sırada geniş salonun ortasına getirilmiş bulunuyor. Son sınıf öğrencileri her sene küçük sınıflardan bir sonraki dönemde klübe üye olabilecek 15 aday tespit ediyor, klüp her birinden 15 bin dolar istiyor, sonra eğitime başlıyorlar.

Söylentilere bakılırsa, dünyanın gerçek yöneticileri liderliğe işte böyle bir ortam içerisinde hazırlanıyor..


Savaşçı olarak doğdu fotoğraf satarak öldü


Adı artık efsane halini alan ve Kızılderili tarihinin en önemli liderlerinden sayılan Geronimo, 1829'da, bugünün Arizona'sında doğdu. Apaçiler'in Çirikahua kabilesine mensuptu, asıl adı Goyatlay idi ve ‘‘Esneyen Adam’’ demekti.

1858'de annesi, karısı ve çocukları Apaçiler'i topraklarından sürmek isteyen Meksikalı askerlerin kurşunlarıyla gözlerinin önünde can verince önce Meksikalılarla, sonra onların yerini alan Amerikalılarla mücadeleye başladı. Kabilesinin savaşçılarıyla beraber askeri birliklere seneler boyu saldırılar yaptı, büyük zararlar verdi ve her defasında ellerinden kurtulmayı başardı.

Geronimo'nun mücadelesi 30 seneye yakın devam etti ve 1886 Mart'ında General George Crook tarafından esir edildi. Crook, Geronimo ile bir anlaşmaya vardı: Geronimo ceza görmeyecek ama buna karşılık kabilesini Florida'ya götürecekti. Büyük şef iki gün sonra General Crook'un elinden kaçmayı başardı ve askerlere saldırılarına devam ettti. O senenin Eylül'ünde tekrar yakalandı, kabilesiyle beraber önce Florida'ya, oradan Alabama'ya, nihayet Oklahoma'ya nakledildi ve Fort Sill'de bir çiftliğe kapatıldı. Vatanı olan Arizona'yı artık bir daha göremeyecekti.

Apaçi şefinin bu tarihten sonraki hayatı kaderine teslim olmuş saygıdeğer bir mahkumun hüzün içerisindeki son günleri olacaktı. İleri yaşına rağmen tekrar evlendi, yeniden çoluk-çocuğa karıştı, bu arada atalarının tabiat kuvvetlerine başeymeye dayanan eski dinini terketti ve Hristiyan olup Reformist Kilise'ye katıldı.

Bir zamanlar Amerikan ordusuna kök söktüren savaşçı, artık Amerikalılar için bulunmaz bir reklam malzemesiydi. Yüzyılın başında St. Louis'de yapılan dünya fuarında yer aldı, fuarı ziyarete gelen yüzbinlerce kişiye geleneksel giysileri içinde poz verdi ve 1905'te Başkan Theodore Roosevelt'in yemin töreninde hazır bulundu. Hayatını fotoğraflarını ve ailesiyle beraber yaptığı elişlerini satarak kazanıyordu ve bu işi yapabilmek için gerekli izni bile seneler süren bir mücadeleyle elde edebilmişti.

Geronimo, 1909'da hayata veda ettiğinde 80 yaşındaydı. Fort Sill'de kapatıldığı çiftliğin hemen dışındaki mezarlığa defnedildi, duasını bir papaz yaptı ve 1918'de mezarı açılıp kafatasıyla kemikleri çalındı. Apaçiler, kafatası mezarına dönene kadar efsanevi savaşçının ruhunun huzur bulmayacağına inanıyorlar.
Yazının Devamını Oku