Yüksek topuk giymeyen ‘Makber’ şairinin açlık mektubu
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Bilmem, farkında mısınız? Türkiye'de ‘‘büyük edebiyatçı’’ olmanın yolu artık yazdıklarınızın edebi değerinden değil, reklamınızı iyi yapabilmenizden geçer hale geldi.
Ne kadar medyatik iseniz, o derecede seçkin bir yazarsınız! Bugün bu sayfada ‘‘büyük edebiyatçı’’ olabilmenin altın kurallarını öğrenecek ve geçmişin bazı çok önemli isimlerinin şimdi Türk Edebiyatı'nın klasikleri sayılmalarına rağmen vaktiyle bu işleri hiç akıl edememiş olmalarından dolayı nasıl sıkıntı içerisinde bir ömür sürdüklerini okuyacaksınız.
Diyelim ki, roman yazmaya karar verdiniz! Yapmanız gereken iş, eğer konunuz belli ve kurgunuz da hazır ise oturup yazmaya başlamanızdır, değil mi?
Hayır! Bugünün Türkiye'sinde bir romanın bu şekilde kaleme alınması çağdışılıktır; asla satmaz ve kaynar gider...
Herşeyin başında, bir yayınevinden önce bir halkla ilişkiler yahut tanıtım şirketiyle anlaşmanız gerekir. Bu şirket sizin reklamınızı yapacaktır, zira bugünün romanları artık kalemin değil, reklamın başarısı üzerine inşa edilmektedirler!
Şirketle anlaştınız diyelim... Şimdi, gazetelerde kısa aralıklarla sizden bahsedilmesi, ‘‘Büyük yazarımız bay filán veya bayan feşmekán, dün, yeni romanı için masasının başına geçti, ilk sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekerek çalışmaya başladı’’ gibisinden son derece ‘‘edebi’’ haberlerin büyük boy fotoğraflarınızla beraber yayınlanması lázımdır. Bu iş defalarca tekrar edecek, unutulmamanıza itina gösterilecektir. Gazetelerin sizden bahsetmemesi için bir problem zaten yoktur, zira ‘‘editör’’ yahut ‘‘eleştirmen’’ olan zevát dünden hazır ve kampanyanın bir parçasıdır.
Bu arada bizzat sizin de gündemde kalabilmenin yolunu bulmanız lázımdır ve bu işin en kolayı ses getirecek şöyle esaslı bir muhalefettir. Meselá o günün en antipatik hadisesini destekler yolda bir demeç verebilir yahut rejime veya devlete hakaretler yağdırabilirsiniz! Zira bizde ‘‘entel’’liğin ana şartı devlete hakarettir, böyle yapar ve hele bir de DGM'lik olursanız, alın size çok daha büyük bir reklam! Artık katıldığınız her celse bir olay, ağzınızdan çıkan her kelime iri puntolar demektir.
Aradan epey zaman geçtiğini, romanı artık tamamladığınızı ve yayınevinin matbaaya gönderdiğini kabul edelim...
Asıl işiniz, yani tanıtımın en büyüğü daha yeni başlamaktadır ve şimdi çok daha fazla uçukluklar etmeniz şarttır! Reklamcınız sanat fotoğrafçılığının önemli bir ismine resimlerinizi çektirecektir ama öyle sıradan resimler değil: Meselá erkek iseniz kadın ayakkabıları giyip şuh bir vaziyette yatağa uzanmalı, kadın iseniz silindir şapka takıp ağzınıza bir püro yerleştirmelisiniz. Değişik yerlerde, ne bileyim, bir hamamda, berberde yahut umumhanede görünebilir, daha da uçuk ve medyatik olmak isterseniz bir caminin duvarına işerken, boş bir mezarda yatarken veya bir eşeği öperken de poz verebilirsiniz; her poz mübahtır!
Resimleriniz ve sizinle yapılmış olan mülákatlar gazete sayfalarını doldururken yayıneviniz kitabınızın ilk baskısını ‘‘üç milyar adet’’ yaptığını duyurup piyasaya verecektir. ‘‘Eleştirmen’’ unvanını takınmış olanlar gazetelerdeki köşelerine sığmamış ve sizi medhedebilmek için bir TV'den ötekine koşuşturmaya çoktan başlamışlardır bile...
Artık liste başı olmuşsunuzdur. Hele hele arada bir benim gibi birileri çıkıp da hakkınızda aykırı bir söz etti mi, keyfinize diyecek yok demektir, çünki reklamın iyisi-kötüsü yoktur!
Yazdıklarınızın okunup okunmaması ise hiç mühim değildir; önemli olan kitabınızın satmasıdır.Ha tencere-tava satmışsınız, ha kitap... ‘‘Eser’’inizin salondaki sehpanın üzerine eşin-dostun görebileceği şekilde konması yahut sokakta yürürken elde veya koltuğun altında görünmesi káfidir.
İşte, bizde ‘‘büyük yazar’’ olmanın şartı, şimdi maalesef bu yollardan geçiyor!
Yandaki kutuda, Türk Edebiyatı'nın 20. yüzyılın başındaki bazı önemli isimlerinin hayat gaileleriyle ilgili bazı mektuplarını okuyacaksınız. Bu isimlerin özellikle ilk ikisi, ‘‘Makber’’in sahibi Abdülhak Hámid ile ‘‘Merdiven’’in şairi Ahmed Haşim, edebiyatımızın klasikleri arasında yer alırlar.
Ama bu yazarların hiçbiri eserlerinin reklamını yapmamış, hamamlarda yahut yatak odalarında fotoğraf çektirmemişlerdir. Böylesine ucuzluklar akıllarına bile gelmemiştir, mesleklerine saygılı olup merdivenleri ‘‘ağır ağır’’ çıkmışlardır ve işte bu sayede hálá ayakta ve hafızalardadırlar...
Ortaya ‘‘zamanımızın yazarları da kendilerinden öncekiler gibi peş parasız yaşasınlar, sefalet çektikçe yükselsinler’’ gibisinden saçma bir fikir atmıyor ama edebiyatın bir ‘‘edeb’’ işi olduğunu hatırlamamızı istiyorum, o kadar...
‘Merdiven’in şairi de sefalet mektubu yazmıştı
AHMED HAŞİM / ‘BANA ÇOCUK AYLIĞI VERİYORLAR’
1887 ile 1933 yılları arasında yaşayan Haşim, Türk Edebiyatı'nın en seçkin şairlerindendi. ‘‘Merdiven’’, ‘‘O Belde’’, ‘‘Şafakta’’ gibi şiirlerinin dillerde dolaştığı günlerde ‘‘Düyun-ı Umumiye’’de, yani ‘‘Genel Borçlar İdaresi’’ndesıradan bir memurdu. Dil imtihanlarında birinci olmasına rağmen beklediği aylığın bir türlü bağlanmamış olmasından dolayı dertliydi ve 1922'nin 25 Ekim'inde, zamanın büyüklerinden birine bu derdini yazıyordu:
‘‘...Zat-ı alilerine karşı yerine getirileceği sözü verilmiş olan vaadin tutulmadığını bildirmek üzere bu mektubu yazmaya cesaret ediyorum. ...Acizlerine tahsis edilen asli maaş, 1500 kuruştur. ...Fransızca yarışmada birinci ve Türkçe yarışmada da birinci olarak çıkmama rağmen, bundan böyle maaş olarak altı bin kuruş alacağım. Genel Borçlar İdaresi beni, şimdiye kadar benim derecemdekilerin láyık olduğu maaşla değil, çocuklara uygun bir maaşla çalıştırıyor. Bugüne kadar günlük ücretle çalışan bir Rus'u, imtihansız olarak en yüksek maaşla istihdam ettiler... Osmanlı idaresi, bir Rus'a tanıdığı hakkı, bir Türk'e tanımıyor...’’
ABDÜLHAK HAMİD / ‘SENATÖR OLDUM AMA PARAM YOK’
‘‘Her yer karanlık, pür nûr o mevkî’’ mısralarının yer aldığı meşhur iiri, yani ‘‘Makber’’i kaleme almış olan ve Türk Edebiyatı'nda ‘‘Şair-i azam’’ diye tanınan Hamid elçiliklerde ve birçok yüksek görevlerde bulunmuş ama iki yakası bir türlü biraraya gelememişti. 1913'te Brüksel elçiliğindeki vazifesinden azledilip Istanbul'a çağrılmışsa da açıkta bırakılmamış ve senatör yapılmıştı ama gene de beş parasızdı. 1914'ün 20 Mayıs'ında o günlerin güçlü bir politikacısına gönderdiği mektubunda ‘‘Maaşım yetmiyor, açım, aman bana bir başka iş’’ demekteydi: ‘‘...Siz bu devlet ve milleti müthiş bir iletten kurtardınız... Tanıyan, tanımayan, büyük, küçük herkes başarılarınıza hayrandır. ... Eğer toplumumuz bu şairin vücudu lüzumsuz değilse, dehanızla ve kurtarıcılığınızla, Abdülhak Hamid'i de kurtarmak isteyeceğinizden eminim. ...Senato'ya tayin edildim. Fakat aldığım aylıkla hem hayatımı devam ettirmek, hem de borçlarımı ödememin mümkün olamayacağını görüyorum. Yani borcumu verecek olsam karnımı doyuramayacağım, karmını doyuracak olsam da borçlarımı ödeyemeyeceğim. Kısacası, berbad bir haldeyim. ...Dolayısıyla ya bir sefarete gönderilmeyi, veya bir diğer göreve getirilmeyi yahut mal; kuruluşlardan birine tayin edilmeyi, bunlar da olmazsa aydan aya ödenmek üzere dört-beş yüz lira borçlanmam yoluyla olsun imdadıma yetişmenizi istirham ediyorum...
MEVLÁNZADE RIFAT
1869 ile 1930 arasında yaşadı. İkinci Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinin en tanınmış ve en muhalif gazetecilerindendi. Senelerini sürgünlerde geçirdi. Romanya'nın Köstence şehrinden İstanbul'daki bir devlet büyüğüne 1922'nin 9 Nisan'ında gönderdiği bu mektubunda, ne istediğini açıkça yazıyordu:
‘‘Muhterem efendim hazretleri, Bu aralık mali müzayakadan fena halde muzdaribim. Buradan hareket niyetindeyim. İnsaniyetinize ve yüce şahsiyetinize karşı olan samimi bağlılığım dolayısıyla yardımınızı rica ediyor ve hayal kırıklığına uğramayacağımı zanneyliyorum. En samimi hürmetlerimin kabulünü rica eylerim efendim hazretleri. Her emrinize hazır olan Mevlánzade Rıfat’’.
Ey, Reşad Ekrem’in ‘kadîm’ dostları! Neredesiniz?
Bundan iki hafta önce Orhan Pamuk'un intihallerinden sözettim, Fuad Carım'ın ‘‘Kanuni Devrinde İstanbul’’ isimli kitabının nasıl ‘‘Beyaz Kale’’ olduğunu yazdım.
Hiç mübaláğasız söylüyorum, bu yazımın yayınlanmasından sonra yüzlerce e-mail aldım ve hiçbiri yazdıklarıma karşı değildi. Aykırı söz, tek bir yerden geldi: Boğaz tepelerindeki bir ‘‘monden’’ üniversiteden. ‘‘Yeni Türk Türk Edebiyatı’’ hocası olduğu söylenen bir hanımın orada-burada ‘‘Modern edebiyatta bu gibi alıntılar normaldir, o -yani bendeniz- bu işleri bilmez’’ gibisinden sözler edip intihal teşvikçiliği yaptığını işittim. Ama ‘‘Edebiyat bir zevk ve kültür işidir, aylık almak için edebiyat allámeliğine soyunanlarla, eski Türkçe bir kitabı okumaktan bile aciz bir edebiyat tarihçisiyle, doçent olmalarına rağmen profesör titri takınıp TV'lere çıkanlarla ve hele hele ‘‘Türk Teceddüd Edebiyatı’’ kavramını ‘‘Türk Tabasbus Edebiyatı’’ haline getirenlerle bu işleri tartışmaya değmez’’ deyip üzerinde durmadım; ama gerekirse dururum.
‘‘İntihalci’’ olduğunu söylediğim yazara karşı senelerden beri medhiye üzerine medhiye düzen, işleri-güçleri kendi kliklerine mensup medyatik‘‘yazar’’lar hakkında kasideler döşenmek ve jürilerde birbirlerine páye vermekten ibaret olan ‘‘eleştirmen’’lerimiz, zülf-i yáre dokunduğundan olacak, yayınladığım intihal belgeleri hakkında tek kelime etmediler, çıtları bile çıkmadı.‘‘Pamuk hakkında ilk yazıyı sen yaz, Reşad Ekrem'den dolayı öncelik senin olsun’’ diyen bir başka eleştirmenimizin, benim yazımdan iki gün sonra Pamuk'un bir romanının Kürtçe edisyonundaki önsözü pohpohlaması da açıkcası, beni hayli üzdü ve düşündürdü.
Şimdi bütün bu zeváta soruyorum:
Kalemlerinizi ne yaptınız, nereye sakladınız efendiler?