İçerisi saman dolu meşin bir topla bugünkü futbola benzer bir biçimde oynar, bu oyuna ‘‘depük’’ derdik. Sonraları, ‘‘depük’’ün yerini ‘‘çevgán’’ aldı. At üzerinde oynanır, ağaçtan yapılmış bir topun sopalarla kale karşılığı olan mermer sütunların arasına sokulmasına çalışılırdı. İslam uleması, zamanla topu yasakladı. Gerekçe, Hazreti Muhammed'in torunu Hazreti Hüseyin'in Emevi Hanedanı'ndan Yezid'in adamları tarafından Kerbelá'da katledilmesinden sonra kesik başıyla bu şekilde oynanmasıydı.
GÜNLERDİR devam eden heyecan şimdilik sona erdi ve yüzümüz nihayet güldü: Kore'de yapılan 2002 Dünya Kupası'nda Çin'i yenip tur atladık, öbür gün de Japonya ile karşılaşacağız.
Biz, top kavramıyla aslında bundan bin küsur sene önce, daha Asya'dan buralara gelmediğimiz zamanlarda tanışmıştık. İçerisi saman dolu meşin bir topla bugünkü futbola benzer bir biçimde oynar, bu oyuna
‘‘depük’’ derdik.
‘‘Depük’’ sözü
‘‘depmek’’ yani
‘‘tepmek’’ fiilinden gelirdi.
Sonraları
‘‘depük’’ü unuttuk ve onun yerini
‘‘çevgán’’ aldı. Çevgán eski İran'a ait bir spordu ama biz de hemen benimsedik. At üzerinde oynanır, oyuncular ağaçtan yapılmış bir topa ellerindeki sopalarla vurur ve topu bugünkü kalelerin karşılığı olan mermer sütunların arasına sokmaya çalışırlardı. Asırlar sonra, bu oyun Avrupa'da
‘‘polo’’ adını alacaktı.
Derken, Anadolu'da ve Mısır'da top oynamak yasaklandı. Yasak, eski zamanların acı bir hatırasından, Kerbelá hadisesinden kaynaklanıyordu: Hazreti
Muhammed'in torunu Hazreti
Hüseyin, 680 senesinde Emevi Hanedanı'ndan
Yezid'in adamları tarafından Kerbelá'da katledilmiş, kesik başı
Yezid'e götürülmüş ve
Yezid bu kesik başla top gibi oynamıştı! İşte topa vurulması bu acı hadiseyi canlandırıyordu ve o zamanların uleması
‘‘caiz değildir’’ diye fetva vermişti.
Evliya Çelebi, meşhur
‘‘Seyahatname’’sinin dördüncü cildinde Bitlis'i anlatırken bu yasaktan sözediyor. Bitlis'te
‘‘Çevgán Meydanı’’ diye bir yer olduğunu ve burada sık sık müsabakalar yapıldığını anlatıyor, dolayısıyla da birçok kişinin
‘‘günaha girdiğini’’ söylüyor.
Seyahatname'de top oyunlarının anlatıldığı aşağıdaki kutuda yeralan bahsi, Topkapı Sarayı Kütüphanesi'nde, Bağdad Kitapları 305 numarada bulunan en eski elyazmasının tam metnini bilgisayara aktaran ve her ikisi de gayet kıymetli birer bilim adamı olan Dr.
Yücel Dağlı ile
Seyid Ali Kahraman'ın çalışmalarından aldım ve metni bugünün Türkçesi'ne nakletmekle yetindim.
İşte, bir zamanlar
‘‘günah’’ sayılan bir top oyunuyla bugün dünya şampiyonluğuna oynamamızın hoş öyküsü...
Evliya Çelebi’den, topun yasaklanma öyküsü
‘‘... Bitlis'te, Şeref Han Camii yakınında Çevgán Meydanı denilen bir yer vardır. Atlı siláhşörler bu her hafta meydanda çevgán ve cirit oynayup marifetlerini gösterirler.
Çevgán şöyle oynanır: Meydanın bir ucunda mermerden bir taş, diğer ucunda ise uzun bir sütun vardır. Her iki tarafta biner atlı toplanır, ellerine kızılcık ağacından yapılmış eğri birer topuz ve sopa ile beklerler. Ağaçtan yapılmış ve adam kellesi boyunda olan bir top getirilir, mehter çalmaya başlar ve her iki taraftan birer kişi atlarını ortaya sürüp ellerindeki sopalarla topa vurarak topu kendi taraflarındaki dikili taşların gerisine atmaya çalışırlar. Top bazan havada uçar ve bir başka atlı gelip vurarak kendi tarafına geçirmeye çalışır. Topu kendi sınırlarından içeri geçirenler oyunu kazanmış, diğerleri de kaybetmiş sayılır ve oradaki herkese çok büyük ziyafet çekerler. Oyundaki atlar bile topa alışmış vaziyettedir. Öyle ki kedi fareyi nasıl takip ederse, at da topu öyle takip eder. Ama bazı müsabakalarda oyunu seyredenlerin birbirlerine girip kan döktükleri de olur.
Ama, din adamları bu top oyununa izin vermeyip yasaklamışlardır ve yasağın sebebi, Kerbelá Çölü'ndeki hadisedir:
Hazret-i
Hüseyin Kerbelá'da şehid edildikten sonra, mübarek başı onunla beraber şehid edilen diğer mübarek kişilerin başlarıyla beraber Şam'da bulunan
Yezid'e gönderilmişti.
Yezid, o sırada hamamdaydı ve haberi alınca hamamdan çıktı, atına bindi, eline bir çevgán sopası aldı ve İmam
Hüseyin Hazretleri'nin yere konulmuş olan mübarek kellelerini bu sopa ile vurarak yuvarlamaya başladı. Sonra, diğer Kerbelá şehidlerinin başlarına da aynı işi yaparak hokkabazlık eyledi.
Derken, İmam
Hüseyin'in kellesini on bin askerle beraber Mısır'a gönderdi ve
‘İşte, bağlandığınız İmam Hüseyin'in başı' dedi. İmam'ın kellesi, günler boyu buradaki Rumeli Meydanı'nda kumlar üzerinde kalıp yuvarlandı. Bu sırada
Yezid'e bağlı olan bazı Mısırlılar, İmam'ın başına ayaklarıyla vurdular. Bu işi yapanların soyundan gelerin ayakları hálá tulum gibidir.
... Mısır'da ve Anadolu'da topla oynamak, işte bu yüzden yasaktır;
‘Yezid, İmam Hüseyin'in başı ile de böyle oynamıştı' diye yasaklanmıştır. Hadise, Arap tarihlerinde açık bir şekilde yazılıdır ama bundan haberdar olmayanlar topla oynayıp hokkabazlık ederler...’’
(‘‘Seyahatname’’, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Bağdad Kitapları, numara 305, cild: 4, varak: 234.a).
ZAPTİYE
Giden gitti, bari kalanları kurtarınİSTANBUL Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin bundan iki ay önce bir baskınla sandıklara doldurulup mahzenlere tıkılan seminer kitaplığı, hafta içinde yeniden hizmete açıldı: 9 bin kayıp kitapla, daha doğrusu telefle...
Rektör
Kemal Alemdaroğlu beni bizzat aradı ve açılışa davet etti. Gittim, bazı hocaların açılış merasiminde rektöre tabasbuslarına şahit olup dehşete düştüm. Koskoca bir hanım profesör,
‘‘Rektörümüz asıl mesleği olan cerrahlıkta nasıl usta ise, bu kütüphaneyi de aynı ustalıkla tedavi etmiştir’’ gibisinden sözler ediyor,
Kemal Bey ise bu sözleri tebessümler saçarak dinliyordu.
Açılış sırasında
Alemdaroğlu'na bazı sorular sormam sırasında bir doçent ve profesör grubundan haykırışlar yükseldi.
‘‘Böyle soru nasıl sorulur?’’ gibisinden láflar ediyorlardı ve rektör tarafından
‘‘Susun, Sayın Bardakçı benim misafirimdir’’ diye çocuk gibi paylanınca ancak sustular. İrfan merkezimiz üniversite, işte bu hale gelmişti!
Onbinlerce kitabın mahzenlere atılmasının, dokuz bin adedinin kaybedilmesinin ve üniversitede şans eseri hocalık eden kimi zevat ile bazı yazarlarımızın bu kitap ve ilim cinayetine şakşakçılık etmelerinin üzerinde durmayacağım. Tarih, bu rezaleti alkışlayanları zaten yazacaktır, buna eminim.
Üniversite Kütüphanesi hadisesinin arkasındaki acı gerçek, çok daha başkadır:
İstanbul Üniversitesi'nin bünyesindeki asıl önemli kitaplık, eski merkez binada saklanan elyazmaları ve nadir eserler bölümüdür. Bu bölüm Yıldız Sarayı'nın, yani Sultan
Abdülhamid'in özel kütüphanesidir ve 25 bin civarında, çoğu tek nüsha olan birbirinden kıymetli elyazması kitapla ve eski baskı eserlerle doludur.
Daha doğrusu
‘‘dolu idi’’, zira şu anda böyle bir kütüphane artık mevcut değil! Bina, 17 Ağustos depreminde hasar gördüğü için boşaltıldı, kitaplar kolilere yerleştirildiler, hálá o kolilerin içerisindeler ve işin esası da, işte burada: Elyazması eserin kolide saklanamayacağında... Elyazmaları üstüste konuldukları takdirde sayfaları kısa zamanda birbirine yapışır ve açılmaz olur, minyatürler görülmez hale gelirler ve böyle bir hamákatin dünya tarihinde bir eşi yoktur!
Rektör
Kemal Alemdaroğlu'na hatırlatıyorum: Üniversite Kütüphanesi'nin bugün başında bulunan ve elyazmalarını muhafaza etmekle görevli olanlar o yazmaları okumaktan ácizdirler. Elyazmasının ne olduğunu bilmezler, okuyamazlar ve bu yüzden bu konulara husumetleri vardır. Husumetin kanıtı, kütüphanenin kullanılamaz hale getirilmiş olması, üniversite yönetiminin bu konuda işin başından beri yanıltılması ve üç seneden beri kapalı olan bir kütüphane hakkında rektöre
‘‘Kitaplığımız herkese hizmet etmektedir’’ şeklinde mektuplar yazdırılmasıdır. Elyazmalarının mikrofilm ücretleri,
‘‘okunmamaları için’’ kasten astronomik mebláğlara yükseltilmiş, o kütüphaneyi kullanmak zorunda olan birçok doktora öğrencisi istenen parayı veremedikleri için doktora programını terketmek zorunda kalmış, hocalar bile araştırma yapamaz hale gelmişlerdir.
Kütüphaneyi yeniden hizmete açmanın yolu
‘‘Paramız yok, binayı restore edemiyoruz’’ mantığından değil, kitapları bir başka mekánda okuyucuya sunmaktan geçer ve depremde aynı derecede zarar gören Fatih'teki Millet Kütüphanesi, bunun güzel bir örneğidir: Millet Kütüphanesi'nin
‘‘kitabı seven’’ idarecileri binlerce elyazmasını Bayezid Kütüphanesi'ne nakletmiş ve depremden birkaç ay sonra yeniden okuyucuya açmışlardır.
Kemal Bey kendisini yanıltanlardan hesap sormayı ne zaman akıl edecek bilmiyorum ama, işte işin özeti: İstanbul'un göbeğinde eşine-emsaline rastlanmamış bir ilim ve tarih cinayeti işleniyor, çoğumuz uyuyoruz ve uyumayanlarımız da şakşakçılıkla meşgul!
Yanılıyorsunuz Zülfü Bey! Bizde Ali de vardı, Ömer de
ZÜLFÜ Livaneli, son zamanlarda Osmanlı tarihine merak saldı. Geçenlerde bu konuda birkaç yazı yazdı ve bunlardan birinde
‘‘Osmanlı'nın, hanedanın kurucusu olan ‘Osman'
adının dışında hiçbir halifenin ismini kullanmadığını’’ iddia etti.
‘‘Postlarında oturdukları halifelerin isimlerini ne bir padişaha verdiler, ne de bir şehzadeye. ...Bunun 600 yıl süren bir unutkanlık olduğunu sanmak mümkün değil. Hiç olmazsa binlerce şehzadeden birine Bekir, Ömer ya da Ali ismini koyarlardı. Özellikle ve büyük bir dikkatle bundan kaçınmışlar’’ dedi ve sonra bunun
‘‘ince bir politika’’ olduğunu ileri sürdü.
Osmanlı Hanedanı'nda kullanılan isimler konusunda araştırma yapmak isteyenlerin ilk başvurmaları gereken kaynaklar ‘Sicill-i Osmani’,
Alderson'un
‘‘The Structure of Ottoman Dynasty’’si ve
‘‘Gotha Almanakları’’dır. Ama işe mutlaka bir yorumda bulunmak hevesiyle girişir ve bu kaynaklara bakmadan fikir serdetmeye kalkarsanız,
Zülfü Bey gibi büyük hataya düşersiniz.
Hanedanda
‘‘Ebubekir’’ adının kullanılmadığı doğrudur ama
İkinci Selim'in,
Üçüncü Murad'ın,
İkinci Mustafa'nın ve
Üçüncü Ahmed'in
‘‘Ali’’ isminde birer şehzadeleri vardır.
Beşinci Murad'ın torunlarından birinin ismi
Ali Vasıb'dır ve bu rahmetli şehzadeyi ben de tanıdım.
Üçüncü Murad ile
İkinci Osman'ın da
‘‘Ömer’’ adında şehzadeleri vardır. Dolayısıyla
Livaneli'nin
‘‘Hanedan özellikle ve büyük bir dikkatle bu isimleri vermekten kaçınmıştır’’ yolundaki iddiası yanlıştır.
Zülfü Livaneli, yazısında bu konularda çalışma yapılıp yapılmadığını soruyor. Cevabını vereyim: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde yardımcı doçent olan
Yılmaz Kurt'un isimler hakkında çok sayıda makalesi vardır ve özellikle 16. asır Anadolu'sunun bazı bölgelerinde kullanılan isimleri incelemiştir.
Ve bir ayrıntı daha: Halifeler sadece
Ebubekir, Ömer, Osman ve
Ali'den ibaret değildir. Bu kişiler sadece ilk dört halifedir, İslam tarihinde daha çok sayıda halife vardır, çoğunun ismi hanedanda kullanılmamıştır ama bunun sebebi
‘‘Osmanlı'nın ince bir politika gütmesi’’ değil, Arap isimlerinin ve geleneklerinin Türk günlük hayatında fazlaca etkili olmamasıdır.
Bütün bunlardan sonra, dostum
Zülfü Livaneli'den ricam, ana kaynakları elden geçirmeden tarihi konularda hüküm vermeye kalkışmamasıdır.