Avrupa, bugün Türkiye'nin gündeminde ilk sırayı alan türban ile 18. asrın sonlarında tanışmış ve bu tanışma bir Türk erkeğinin sarığı sayesinde olmuştu: Osmanlı İmparatorluğu'nun Paris elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi'nin sarığı sayesinde.
Paris sosyetesine mensup hanımlar 1790'ların sonunda artık Ali Efendi'nin sarığına benzer şapkalar takıyor yahut saçlarını kıymetli kumaşlarla sarığı taklit ederek sarıyorlardı ve bu yeni modanın adı ‘‘türban’’ idi.
TÜRBAN, Türkiye'nin gündeminin ilk sırasındaki yerini Bülent Arınç'ın refikaları hanımefendi sayesinde yeniden aldı. Ankara'da geçen gün yaşanan bu türban hadisesi, şimdi batı basınında da yankılanıyor.
Avrupa, ‘‘türban’’ kavramıyla bundan iki asır önce, 1796 senesinde, Paris'e gönderilen Osmanlı elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi sayesinde tanışmıştı. Ali Efendi'nin başındaki devásá sarık Fransız hanımların hoşuna gidince bir anda moda oluvermiş, Paris sosyetesinde bir türban merakı başlamıştı.
İşte, Avrupa'nın türbanla tanışmasının ve o zamanlar erkeklere mahsus olan türbanın kadın giyim unsuru halini almasının kısa öyküsü:
1789'daki büyük ihtiláli yaşayan Fransa karmakarışıktı ama Avrupa'nın önemli bir gücü olmaya hálá devam ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, ezeli ve ebedi bir tehlike olarak gördüğü Rusya'ya karşı Avrupa'nın desteğini almıştı ve Fransa'dan daha fazla destek sağlamanın yollarını aramadaydı.
Bu yollardan biri, Paris'e daimi bir elçi gönderilmesiydi. Zaten Fransızlar da Londra, Berlin, Petersburg ve Viyana'da Osmanlı elçilerinin varolmasından ama İstanbul'un Paris'te bir sefaret açmamasından şikáyet ediyor ve bunu gurur meselesi yapıyorlardı.
İstanbul tarafı, işte bütün bunları değerlendirerek Paris'te de daimi bir elçilik açılmasına karar verdi ve Moralı Esseyid Ali Efendi'yi ‘‘Sefir’’ yani büyükelçi olarak Fransa'ya gönderdi.
O sırada kırk yaşlarında olan Ali Efendi daha önce Berlin'e tayin edilmiş ama her nedense gidememişti. Paris'e yollanması kararlaştırılınca hemen İstanbul'daki Fransız elçisiyle temas kurdu ve Fransa'nın ádetleriyle davranış biçimlerini bizzat elçiden öğrendi. Elçi, Paris'e gönderdiği raporlarda ‘‘Ali Efendi Fransızca öğrenmeye başladı. Ona, Fransız kadınlarından zevk alacağını da anlattım ve Paris'te ihtiyarlara ‘valide', kendi yaşında olanlara ‘kız kardeş', gençlere de ‘evlád' muamelesi edeceğini söyledi’’ diye yazıyordu.
Ali Efendi, 1796 Mart'ında bir gemiyle Fransa'ya doğru yola çıktı. Marsilya'ya gidiyordu, maiyetinde 18 kişi vardı ve mihmandarlığını bir Fransız yüzbaşı yapıyordu. Gemi on gün sonra Marsilya'ya ulaştı ve Ali Efendi ile beraberindekiler o zamanın sağlık ádetleri uyarınca beş haftalığına karantinaya alındılar!
Türk heyeti karantinadan çıkınca Fransızlar bitmeyecek gibi bir ikram yarışına başladılar. Ali Efendi Marsilya'dan Paris'e gelinceye kadar hemen yer yerde ağırlandı, şerefine davetler tertip edildi ve Türk heyeti işte böyle bir debdebe içinde Paris'e vardı. Türk elçisine ikametgáh olarak Monako Prensi'nin Paris'teki küçük sarayı tahsis edilmişti ve Ali Efendi'nin mükellef binanın duvarlarındaki çıplak kadın tablolarını hiç de yadırgamadığı konuşuluyordu.
Parisliler, Ali Efendi ile hemen o hafta tanıştılar. Türk elçisi Dışişleri'ni ziyaretinden ve Lüksemburg Sarayı'na gidip Fransa'yı idare eden Direktuvar'a itimatnamesini sunmasından hemen sonra gezmelere başlamış, sosyete onu davet edebilmek için birbiriyle yarışır olmuştu. Davetleri hiç reddetmiyordu ve hanımlara karşı gösterdiği nezaket de dillerdeydi. Halk, Ali Efendi'nin başındaki sarığına, elindeki çubuğuna, yürümesine ve etrafı selámlamasına hayrandı.
İşte, Paris'in kadın modasında o günlerde büyük bir değişiklik yaşandı, sosyete hanımları başlarına artık Ali Efendi'nin sarığına benzer şapkalar takmaya yahut saçlarını kıymetli kumaşlarla sarığı taklit ederek sarmaya başladılar. Bu yeni modanın adı, ‘‘türban’’ idi. Moda sadece saç tuvaletiyle de sınırlı kalmamış, alışılmış tuvaletlerin yerini sultan ve odalık elbiselerinin taklitleri almıştı. Türban, Moralı Esseyid Ali Efendi'nin sarığı sayesinde Avrupa'ya işte böyle girmiş ve kavram olarak da yerleşivermişti.
Ama, Ali Efendi'nin Paris macerasının sonu pek öyle hoş olmadı. Gerçi gününü gün etti, kendisiyle beraber olmak isteyen Fransız hanımlarının hiçbirini boş göndermedi ve maceraları Paris gazetelerinin birinci sayfalarını da sık sık süsledi ama diplomatlığı tam bir fiyaskoydu. Karşısında dünya diplomasi tarihinin en büyük isimlerinden olan Talleyran gibi şeytana bile küláhını ters giydiren bir dışişleri bakanı vardı ve olup bitenlerden haberdar olamadı. Hatta, daha sonraları iktidara gelen Napolyon Bonapart'ın Fransa'dan donanmayla yola çıkıp işgal maksadıyla o zamanlar Osmanlı toprağı olan Mısır'a gittiğini bile işitmedi.
Dolayısıyla, mesleğinde son derece başarısız olan Ali Efendi'nin Paris'te daha fazla kalması gereksizdi ve 1802 Temmuz'unda azledilip İstanbul'a çağırıldı. Daha düşük vazifelere tayin edildi ve nihayet 1808 Temmuz'unda kellesini İkinci Mahmud'un fermanıyla celládın satırına uzattı.
Moralı Esseyid Ali Efendi'nin üzerinde Avrupa'nın ‘‘türban’’ olarak bildiği sarığını taşıdığı kellesi gövdesinden ayrı olarak şimdi İstanbul'da, Mahmud Paşa Mezarlığı'nda defnedilmiş bulunuyor.
Eski türban daha güzeldi
Ben türban tartışmasına hiç karışmadım ama türbana sadece estetik kaygıyla karşı çıktım. Türk kadınının başı eskiden de örtülüydü, bu örtünme çeşitli şekillerde olurdu fakat bize mahsustu. Burada, Türk kadınının geçmiş zamanlarda kullandığı baş örtülerinden ve baş süslerinden bazılarını görüyorsunuz. Bu çizimleri, Reşad Ekrem'in ‘‘Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü’’nden aldım. Şekillerine bir bakın, ‘‘sıkmabaş’’ zamanını hatırlayın ve canınız çekerse bunlarla ‘‘türban’’ dediğimiz örtünün estetik bakımından mukayesesini de yapıverin.
YAŞMAK
Genellikle 19. asrın sonlarına doğru kadınların sokakta yüzlerinin etrafına tutturdukları, beyaz tülbendden yapılmış, yarı şeffaf ve iki parçalı bir örtüydü. Yaşmağın önce üst, sonra da alt parçası bağlanırdı. Bağlama sırasında alt yaşmak ikiye katlanır, burnun üstünden ve gözlerin altından yüzün alt kısmına gerilerek arkada ense üzerinden tutturulurdu. Sonra, yine iki kat edilmiş üst yaşmakla kaşların üstünden alın ve baş sarılır, baş tamamen beyazlara bürünmüş görünürdü. Şeffaf olmaları dolayısıyla erkeklerde merak ve heyecan uyandırır, eski yazarların deyimiyle 'kumaşın gerisinden tatlı hayal renkler, hayal çizgiler, burun ucu, penbe yanaklar, kırmızı dudaklar, çene, boyun ve gerdan farkedilirdi'. Türk edebiyatının büyük isimlerinden Ahmed Rasim'in yaşmaktan bahsederken '...hafif tülden yapılmış bir fanusu andırırdı. Yaşmak takmasını her kadın beceremezdi ve bu iş için zevk sahibi olmak gerekirdi' diye yazması da işte böyle bir hayalin neticesiydi.
HOTOZ
Kadınların kendi saçlarından yahut yemeni veya diğer kumaşlar ile yaptıkları baş süsüydü. Kumaş ve mücevherlerle kabartılmış saçın üzerine renkli yemenilerin yerleştirilmesiyle yapılırdı. ‘‘Hotoz’’ kelimesi ‘‘kotaz’’ yahut ‘‘kaytaz’’ sözünden gelirdi ve Türkistan taraflarına mahsus uzun kıllı bir cins öküzün kuyruğundan yapılan, tuğlara ve atların gerdanlarına süs olarak takılan püsküle bu isim verilirdi. Kadın sokağa çıkarken başına koyacağı örtüyü hotozon üstünden bağlar ve hotoz düğümlenme biçimlerine göre ‘‘felek tabancası hotoz’’,'Zeyrek yokuşu hotoz', 'duduburnu hotoz', 'saraylı hotozu', 'kürdi hotoz', 'gelin sorgucu hotoz', 'çimdik hotoz', 'kayık hotoz', 'küpkapağı hotoz', 'tandır hotoz' gibi isimler alırdı.
FELEK TABANCASI
Hotozun ön tarafında çarkıfelek şeklinde bir fiyong bulunur ve bu fiyong eski tabancaların mermi taşıyan topuna benzediği için bu hotoz çeşidine 'felek tabancası' denirdi.
TANDIRBAŞ
Orta ve doğu Anadolu'da kullanılan bir kadın baş tuvaletiydi. Geniş tablalı bir kadın fesinin üstüne şal sarılır ve bu serpuşun üstüne işlemeli örtü atılarak üst tarafından bir kuşakla bağlanırdı.
SALMA YEMENİ
Saçlar örülür, bir veya birkaç tutamı sırt üzerine bırakılır, yemeni ortadan katlanarak üçgen şekline getirilir ve bu üçgenin uzun yanı alnın üzerine konarak köşeler saç örgüleri üstüne salınırdı.
KUNDAK YEMENİ: Saçlar başın üstünde ve arka tarafından yemeni içinde sımsıkı toplanır, yalnız alında ve şakaklarda biraz kákül ve perçem görününr, ensede de yemeni içine alınmış saçların bitimi kalırdı.
TEPELİK: Yassı bir tas biçiminde gümüşten, bazen de altından yapılmış bir başlıktı. Etrafına ve alına gelecek yerlerine altın ve gümüş paralar dizilerek süslenir, üzerine zümrüt, mercan ve Seylán taşları da konabilirdi.