BİRKAÇ günden beri bir
'kazığa oturtma' tartışmasının içine girdik.
'Kazık' konusu,
Bilal Çetin'in Vatan Gazetesi'nde çıkan 28 Şubat dizisinde, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı olan Orgeneral
Çevik Bir'in gene o dönemin İçişleri Bakanı olan
Meral Akşener'e
'Söyleyin o kadına, gelirsek bakanlığın önünde avanesiyle beraber yağlı kazığa oturturuz' diye haber gönderdiği iddia edilince gündeme geldi.
Biz,
'kazık' yahut
'kazığa oturtma' denince, genellikle
'Kazıklı Voyvoda'yı hatırlarız. 1431'de doğan, şimdi Romanya'nın sınırları içerisinde bulunan Eflak bölgesine hükmeden, birkaç defa Eflak tahtına oturan, iktidar senelerinde onbinlerce kişiyi kazıklara geçirten, nihayet 1476'da Osmanlı askerleri tarafından yakalanıp öldürülen ama asırlar sonra
'vampir' kavramının ve filmlerle romanların konusu olan
Vlad Tepeş'i, yani daha yaygın olan adıyla
Kont Drakula'yı...
'Kazık' kavramını, bize işte bu
Kont Drakula öğretti. Sadece kendi halkını değil, esir aldığı askerlerimizi, hatta gönderdiğimiz elçileri bile kazıklara oturtan
Drakula'nın can alma biçimini zamanla biz de benimsedik. Kazığa oturtma, yol kesenlere ve denizde korsanlık edenlere verilen bir ceza oldu.
'Kazığa oturtmak' tabiriyle kazıklanacak kişinin sandalyeye yahut koltuğa buyur edercesine kazığa oturtulduğunu zannedersek de işin aslı başkaydı; kazıklama uzmanlık ve gayet ince maharet gerektiren bir işti, dolayısıyla itina göstererek yapılması gerekirdi. Zira kazığa geçirmekten maksat kurbanın derhal ölmesi değildi, can almanın çok daha kolay ve pratik yolları vardı ama kazığa geçirmekle hem kurbanın uzun müddet acı çekmesi, hem de halkın ibret alması isteniyordu.
Bu iş için gerekli olan en önemli malzeme uzun, bilek kalınlığında ve gayet sert bir ağaçtı. Ağaç güzelce yontulur, yuvarlak bir direk haline getirilir, üzerindeki pürüzler de alındıktan sonra iyice yağlanırdı. Derken, sıra kurbanın hazırlanmasına gelirdi. Eller ve ayaklar iyice bağlanır, zavallıcık kıpırdayamaz bir hal alınca yüzükoyun yatırılır ve operasyon başlardı.
Kazık genellikle tahmin ettiğimiz yerden değil, kuyruksokumunun tam ucundaki derinin altından girerdi. Belkemiğine paralel şekilde ama kemiğe zarar vermeden yukarıya doğru ittirilir, ama bu iş yapılırken mahkûmun ayık tutulmasına itina edilir, kazığın ucu ensenin altından görününce de operasyonun önemli kısmı tamamlanmış olurdu. İş, artık kurbanın ayağa kaldırılıp kazığın alt taraftaki ucunun yere sabitlenmesine kalmıştı. Kazık eğer kurallara uygun şekilde yerleştirildi ise mahkûm birkaç gün boyunca acı içerisinde can çekişecek, gelip geçenler de otoriyete itaatsizlik edenlerin ákıbetini görüp ibret alacaklardı...
'Kazığa oturtma'nın esasları, işte bunlardan ibaret. Gündeme durup dururken bir
'yağlı kazık' tartışması girince genellikle yanlış bildiğimiz bu
'kazıklama' işinin aslını ve tekniğini anlatmadan edemedim.
Cadı söylentisini kazıkla bitirmiştikBizde devletin yanıltıcı propaganda yapmasıyla ilgili ilk örneklerden biri, Yeniçeri ocağının İkinci Mahmud döneminde kaldırılmasından sonra bazı yeniçerilerin ‘‘hortladığı’’ yolunda çıkartılan kasıtlı söylentilerdi. Bu dedikodular sayesinde halkın, artık zaten yokolmuş bulunan Yeniçerilerden daha da nefret etmesi sağlandı.
KAZIK geçmişte sadece idam değil, vampirleri ebediyyen ortadan kaldırma vasıtası olarak da kullanılırdı.
Türk folklorunda
'karakoncolos', 'gulyabani', 'çarşambakarısı' gibi hortlak kavramlarının varolmasına rağmen, cadı ve vampir inancı yoktu. Cadılardan ve vampirlerden Orta Avrupa'da, özellikle de Balkanlar'da bahsedilirdi. Böyle bir söylenti Türkiye'de ilk ve son defa 1833 senesinde çıkmış ve devlet Balkanlar'daki Turnovo kasabasında görüldüğü söylenen iki vampiri karınlarına kazık sokturarak ortadan kaldırtmıştı.
Türkiye, bu vampir ve kazık hikáyesini, Turnovo kadısı
Ahmet Şükrü Efendi'nin devletin o zamanki resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'nin 1833'ün 6 Ekim günkü sayısında yayınlanan mektubundan öğrendi.
Mektubunda olayı bütün ayrıntılarıyla anlatan kadı
Ahmet Şükrü Efendi, şöyle yazmıştı:
'Turnovo'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlere girerek yüklüklerde duran yorganları, şilteleri, yastıkları ve bohçaları didikleyip açıyorlar. Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor.
Son zamanlarda birkaç erkekle kadının üstüne saldırdılar. Zavallılara ne olduğunu sorduğumuz zaman 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!'
dediler ama birşey görmemişlerdi. Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi ve birçok aile, evini başka yerlere taşımak zorunda kaldı.
Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola
isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağırıldı ve kendisiyle meseleyi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola,
beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve tahtayı parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Meğer resimli tahtanın üzerine dönük durduğu mezarda cadı olurmuş!
Niko'nun
tesbit ettiği mezarlar, vaktiyle Yeniçeri Ocağı'na mensup olan iki yeniçeriye, Ali Alemdar
ve Abdi Alemdar
adındaki iki eşkıyaya aitti. Her iki mezarı da açtık ve korkunç bir manzarayla karşılaştık. Cesedler yarım misli büyümüş, kılları, parmakları ve tırnakları üçer, dörder kat uzamıştı.
Mezarların başında bekleşenler de bu manzarayı gördüler. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından istifade etmiş ve cellát eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.
Cadıcı Nikola,
bunların sonsuza kadar yokedilmeleri için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin de kaynar suya atılarak haşlanması gerektiğini söyledi. Cesedlerin mezarlarından çıkarttıktan sona karınlarına birer kazık sapladık, yüreklerini de yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladık. Nikola,
daha sonra cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Bu işin şeriata uygun olduğuna karar verilince cesedler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız bu cadı belásından kurtulmuş oldu!..' (Reşad Ekrem'den).
Sevr’i öğrenmek için bu kitapları okuyun
BUNDAN iki hafta önce yazdığım Sevr Anlaşması ile ilgili yazımdan sonra, anlaşmanın tam metninin nereden bulunabileceğini soran çok sayıda e-mail aldım.
Sevr'in Türkçe tam metni üç defa yayınlandı: İlk yayın 1920 senesinde, anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra Konya'da yapıldı.
'Sevr. Devlet-i Aliye ile Sulh Muahedesi. 10 Ağustos 1920' isimli Osmanlıca yayının temini, bugün artık çok zordur.
İkinci yayını, eski başbakanlardan
Prof. Nihat Erim yaptı.
Erim'in 1953'te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından basılan kitabının adı
'Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri: Osmanlı İmparatorluğu Anlaşmaları' idi.
Sevr'in en mükemmel Türkçe yayını ise,
Prof. Seha Meray ile büyükelçi
Osman Olcay'ın hazırladığı eserdir. 1977'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yayını olarak çıkan kitabın adı
'Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri'dir. Bu eserin yine
Osman Olcay tarafından hazırlanan, 1981'de yine Ankara Siyasal'dan çıkan ve Sevr görüşmelerindeki tutanakların tercümelerinden meydana gelen
'Sevr Andlaşması'na Doğru' isimli kitapla beraber okunması gerekir.