Amerikalılar’ın, özellikle de Lynndie Rana England adındaki 22 yaşındaki kadın askerin Bağdat’taki Ebu Garip Hapishanesi’ndeki marifetleri, Majesteleri İngiltere Kraliçesi’ne bağlı Lancashire Alayı’ndaki askerlerin Iraklı esirlerin kafalarına torba geçirip üzerlerine işemeleri rezaletini gölgede bıraktı ve İngilizler’in yaptıkları Amerikalılar’ın ettiklerinin yanında ikinci planda kaldı. Ama, Lancashire Alayı’nın rezaleti bizi Amerikalılar’ın işkencelerinden daha fazla ilgilendirmeliydi, zira bu alay ile çok daha öncelerden gayet iyi tanışıyorduk ve onlara geçmişte 2-1 mağlup olmuştuk. Lancashire’e bağlı birlikleri Çanakkale’de perişan etmiş, Süveyş Kanalı’nda ve Irak çöllerinde ise onlar bizi yenmişlerdi.
DÜNYA, bir haftadır Amerikan ve İngiliz askerlerinin Bağdat’taki Ebu Garip Hapishanesi’ne kapattıkları Iraklı esirlere yaptıkları işkenceleri midesi bulanarak, hatta insanlığından nefret ederek tartışıyor.
Amerikalılar’ın, özellikle de Lynndie Rana England adındaki 22 yaşındaki kadın askerin marifetlerini artık hepimiz öğrendik ama İngiliz Lancashire Alayı’nın askerlerinin Ebu Garip’teki Iraklılar’ın kafalarına torba geçirip üzerlerine şakır şakır işemeleri rezaletinin üzerinde pek durmadık.
İngiliz askerlerin yaptıkları bizi Amerikalılar’ın işkencelerinden daha fazla ilgilendirmeliydi, zira ‘Lancashire Alayı’ ile çok daha öncelerden gayet iyi tanışıyorduk ama bu alayın neyin nesi olduğunu ve bir zamanlar başımıza ne dertler açtığını maalesef çoktan unutmuştuk.
İşte, İngiliz Daily Mirror Gazetesi’nin ortaya çıkarttığı bu ‘ıslak’ işkence görüntülerinin yaratıcısı olan Lancashire Alayı’nın kısa öyküsü ve bu alay ile geçmişte yaşadığımız maceralar...
İngiltere’nin en seçkin savaşçı birliklerinden sayılan Lancashire Alayı’nın temelleri 17. yüzyılın sonlarında, İngiltere ile Fransa arasında seneler boyu devam eden savaşlar sırasında atıldı. 1689’da ‘Castleton Alayı’ adıyla kurulan birliğin ismi sonraki senelerde defalarca değiştirildi. Birlik, İngiliz İmparatorluğu’na bağlı topraklarda iki asır boyunca ülkeden ülkeye, kıt’adan kıt’aya dolaşıp durdu ve hiç durmadan savaştı. İngiltere 18. yüzyılın başlarında İspanya’daki kuşatmalarda, Cebelitarık’ı işgalinde, İskoçya’daki ayaklanmaların sindirilmesinde, Fransa ile girişilen savaşlarda, Kanada’daki ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi çabalarında ve hatta Amerika’nın bağımsızlık savaşının bastırılmasında hep bu alayı kullandı.
Derken 1782’ye gelindi, seferberlik durumunda kolaylık sağlanması ve gönüllülerin orduya daha rahat şekilde katılabilmeleri için alaylara bulundukları bölgelerin isimleri verildi. Senelerden beri dünyanın dört bir yanında dolaşan ama asıl karargáhı İngiltere’nin batısında, İrlanda Denizi sahilinde ve Yorkshire’nın hemen yanında bulunan geçmişin Castleton Alayı, 1782’nin 31 Ağustos günü ‘Lancashire Alayı’ adını aldı.
NAPOLYON’A KARŞI SAVAŞTILAR
Birliğin ismi değişmişti fakat fonksiyonu aynıydı: İngiltere’nin menfaatleri için dünyanın neresinde olursa olsun savaşmak... Lancashire Alayı Fransa’da, Batı Hind Adaları’nda, Hollanda’da, Güney Afrika’da, Portekiz’de yapılan savaşlarda ve Napolyon Bonapart’a karşı başlatılan askeri mücadelede yine en baştaydı ve 19. yüzyılda Ortadoğu’ya, hatta Afrika’ya, Çin’e, Hindistan’a ve Afganistan’a kadar uzandı.
Biz, Lancashire Alayı ile 1854’te ‘dost’ olarak tanıştık ama alay daha sonraları cephelerde hep ‘düşman’ olarak karşımıza çıktı. Bazen yendik, bazen de yenildik.
Alay, 1854’te Kırım Savaşı’na katıldığı zaman müttefikimizdi ve ‘Sivastopol önünde yatar gemiler’ diye başlayan türkülere kadar konu olan meşhur kuşatmada da bizimle beraberdi. Ama aradan yine seneler geçecek, Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na girecek ve Lancashire Alayı artık düşmanımız olacaktı.
Türk Ordusu, Lancashire’ın askerleriyle üç cephede karşı karşıya geldi: Mısır’da, Irak’ta ve Çanakkale’de.
Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra, alaya bağlı bazı taburlar 1914’ün 25 Eylül’ünde Mısır’a, Süveyş Kanalı’nın batı sahiline gönderildi. Bahriye Nazırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın -yani bizim Hasan Cemal’in dedesinin- Kanal’ı İngilizler’den temizleyip Mısır’ı yeniden fethetmek maksadıyla 3 Şubat 1915 gecesi başlattığı hücumu ilk karşılayan birlikler Lancashire Alayı’na bağlı idi. Askerlerimizi bir güzel esir alıp çöldeki kamplara kapatmaları yetmezmiş gibi daha sonra kanalın doğu sahiline geçerek Sina Yarımadası’nda ilerlemeye başladılar. Cemal Paşa’nın Yavuz Sultan Selim’den sonra ‘Mısır’ın ikinci fatihi’ olma hayali, böylece hüsranla neticelendi.
İngiliz Genelkurmayı, alayın Süveyş’teki galibiyetinin verdiği hevesle bazı taburları Çanakkale’ye gönderdi ve 1915’in 6 Mayıs günü alaya bağlı 14 bin 224 asker Gelibolu Yarımadası’na çıktı. Ama talih Lancashire Alayı’na bu defa gülmeyecek ve Haziran ayının ilk haftası ile Ağustos ortalarında birliklerimizle giriştiği çarpışmalarda büyük zayiat veren alay diğer birliklerle beraber 8 Ocak 1916’da Çanakkale’den ayrılıp Mısır’a dönecek ve bu yenilgi Lancashire Alayı’nın tarihine ‘yenildik’ değil, ‘Gelibolu’dan başarılı bir şekilde geri çekildik’ diye yazılacaktı.
Lancashire Alayı’nın 6. taburu daha sonra Mısır’dan Irak’a sevkedildi ve birlikler, savaşın sonunda Irak’ın elimizden gitmesiyle neticelenen hemen bütün çarpışmalarda sık sık karşımıza çıktı. 1917’nin 11 Mart günü Bağdat’ı işgal eden İngiliz birlikleri arasında Lancashire Alayı’nın askerleri de vardı.
Alayın dünyanın dört bir tarafındaki ‘İngiliz çıkarlarını koruma’ vazifesi ve bizimle olan tanışıklığı işte böyle bir geçmişe dayanıyor. Sembolik şekilde de olsa Majesteleri İngiltere Kraliçesi’ne bağlı bulunan Lancashire Alayı, İngiltere’nin yüksek menfaatlerini muhafaza edebilmek maksadıyla şimdi yine Irak’ta faaliyet gösteriyor ve bu yüksek menfaatleri Iraklı esirlerin üzerine işeyerek korumaya çalışıyor.
Ercümend Batanay’la beraber tanbura da rahmet okuyalım
ERCÜMEND Batanay’ı, hafta içerisinde Cemil Bey, Mesud Cemil, İzzeddin Ökte ve Refik Fersan gibi tanburun en büyük isimlerinin yanına uğurladık.
Batanay’ın mızrabı ve yayı, artık kendisinden önceki üstadların nağmeleriyle beraber bir sonsuzluk senfonisi yaratacak ama bu emsalsiz musikiyi dinleme şansına bizler -şimdilik- sahip olamayacağız.
Bundan birkaç önce Ercümend Batanay’ın mızraplı tanbur kayıtlarının yeraldığı iki CD’lik albüm için kaleme aldığım kitapçıkta ‘Açık söylemek gerekirse, bugünün tanburu ile geleneksel tanbur arasında gerek yapım, gerekse de icra biçimi olarak çok az bir benzerlik kalmıştır. Günümüzde ‘tanbur’ olduğu iddia edilen saz, aslının deformasyona uğramış bir türevi, bir alt şubesi gibidir ve bence ‘ölü bir saz’ olma yoluna girmiştir. ...Ercümend Batanay’ın bu CD’lerdeki kayıtları maalesef böyle bir ákıbetle karşı karşıya bulunan tanburun gerçek tınısıyla gerçek icrasının geleceğe kalması bakımından büyük önem taşımaktadır ve artık unutulmak üzere olan bu şık, zarif ve san’atlı sazın, musikinin son güzel zamanlarından bugünlere ulaşabilmiş kıymetli hatıralarıdır’ demiştim.
Yazdıklarımın üzerinden maalesef sadece birkaç ay geçti ve Batanay’ın ‘gurub etmesiyle’ tanbur artık sahipsiz kaldı. Üstelik bu sahipsizlik sadece musikiye değil, günlük hayatımızın artık hemen her alanına hákimdi ve Batanay’ın vefatıyla ilgili olarak basında yeralan haberlerde ‘tanbur’ kelimesinin -sadece iki gazete dışında- ‘tambur’, yani Fransızca’nın ‘davul’u şeklinde yazılması da bunun böyle olduğunu apaçık göstermedeydi.
Ben san’atına çocukluk yıllarımdan beri hayran olduğum gayet bir yakın dostumu kaybetmenin üzüntüsünü taşıyorum ama Batanay’la beraber geleneksel müziğimizin de uğradığı büyük kaybın elemindeyim.
Birçok müzisyeni hiddetlendireceğimi biliyorum fakat söylemeden edemeyeceğim:
Türk Müziği’nde bundan böyle ‘gerçek tanbur’ yoktur ve geleneksel müziğimizin ciddi icrasıyla beraber tanbur da tarihe malolmuştur. Bu zarif enstrümanı kendilerinden menkul yorumlarla değil, asırlar öncesinden gelen icra biçimine riayet ederek çalacak yeni tanburiler çıkmadığı takdirde, tanburdan bundan böyle sadece musiki tarihi derslerinde bahsedilecektir.