İstanbul’un tsunamisinde karadan iki km içeride balık toplanmıştı
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Güney Asya’da yaşanan deprem ve tsunami feláketi, şimdi ‘Muhtemel bir Marmara depremi tsunami yaratır mı?’ sorusunu gündeme getirdi.
Depremlerle asırlar boyunca beşik gibi sallanan İstanbul, önceki yüzyıllarda tsunamiyi de defalarca yaşamıştı ama şehri harap eden dev dalgaların boyu, Güney Asya’daki kadar büyük olmamıştı. İşte, geçmişteki Marmara ve İstanbul depremlerinden tsunami feláketine de yolaçanlardan bazıları...
GÜNEY Asya’da yaşanan deprem ve hemen arkasından bastıran tsunami, muhtemel bir Marmara depreminden sonra bizde de benzer bir tsunaminin olup olmayacağı sorusunu gündeme getirince, Jeofizik Mühendisleri Odası bir açıklama yaptı. Açıklamada ‘Tarihsel kaynaklara göre Marmara ve Akdeniz’de tsunamiye rastlanmıştır. ...Oluşacak tsunaminin Sumatra’da ve Endonezya’da meydana gelen boyutta olmayacağı, konunun uzmanları tarafından ifade edilmektedir’ deniyordu.
Jeologların açıklamasını okuyunca, Marmara’da bir zamanlar yaşanan bu tsunamilerin kısa bir listesini vereyim dedim.
Marmara bölgesi yazılı tarihten önceki zamanlarda da sallanmıştı ama tarihçilerin kaydedip hakkında detaylı bilgi verdikleri ilk deprem bundan tam 1976 yıl önce, Miláttan Sonra 29’da oldu ve sarsıntının merkezi Gemlik Körfezi idi. İstanbul’un kayda geçen ilk depremi ise tam 1642 yıl önce, 1 Şubat 363’te yaşandı.
Şehir, aradan geçen asırlar boyunca hiç durmadan sallandı. Sarsıntıların bazısı hissedilmeyecek derecede küçüktü ama bazıları büyük oldu ve gerek Bizans, gerekse de Osmanlı zamanında hemen bütün depremler kaydedildi.
İşte, bu depremlerden tsunami feláketine de yolaçanlardan bazıları:
15 Ağustos 553: İstanbul 40 gün boyunca sallandı ve 554 yılının Temmuz ve Ağustos’unda da bir deprem fırtınası esti, Yedikule’nin etrafındaki surlar yıkıldı, daha sonra kiliselerle surların geri kalan kısmı yerle bir oldu ve Marmara’da patlayan dev dalgalar şehrin iç kısımlarına kadar ilerledi. Aynı günlerde İzmit de sarsıldı ve baştan başa yıkıldı.
Ağustos 1265: Gece başlayan sarsıntının merkezi, Marmara Adası’nın çevresiydi. Adadaki dağlardan biri yarıldı, kırılan parça denize düştü, büyük dalgalar meydana geldi ve Marmara’nın sahilleri sular altında kaldı.
17 Temmuz 1296: Sarsıntılar, Mayıs’ın üçüncü haftasında meydana gelen Ay tutulmasından sonra başladı, iki ay boyunca devam etti ve en büyük sarsıntı 17 Temmuz akşamı yaşandı. Surlar yıkıldı, birçok ev ve kilise yerle bir oldu ve şehrin bazı semtleri dev dalgaların altında kaldı.
17 Ocak 1332: Geceyarısından sonra başlayan sarsıntı evlerin yanısıra şehrin birçok büyük binasını da yerle bir etti ve bir ay kadar sürdü. 12 Şubat akşamı Marmara’da patlayan şiddetli bir fırtınanın ardından deniz kabardı ve surları yıkarak karanın iç kısımlarına doğru ilerledi.
18 Ekim 1343: Şehir, sabahın erken saatlerinde merkezi Marmara Denizi olan bir depremle sallandı ve güneşin batmasından hemen sonra ikinci büyük sarsıntı geldi. Denizin yükselmesiyle beraber ortaya çıkan dev dalgalar Boğaz’ın iç kısımlarına kadar ilerledi ve o zamanki adı Stauros olan bugünün Beylerbeyi sular altında kaldı. Karadan içeriye iki kilometre kadar uzanan dalgalar limanlardaki tekneleri de iç kısımlara sürükledi. Suların çekilmesinden sonra her yerin çamur tabakasıyla ve ölü balıklarla kaplandığı görüldü.
14 Eylül 1509: Artık Osmanlı’ya başkentlik etmekte olan şehir, bu defa 18 gün devam eden bir áfet yaşadı. Şehrin alçakta kalan mahallelerinde çok büyük hasarlar oldu, 109 cami ile 1070 ev yıkıldı. Kara ve deniz surlarıyla Topkapı Sarayı’nı çeviren duvarlar kısmen çöktü. Galata ile Eminönü taraflarında yer yarıldı, yarıklardan kum fışkırdı ve denizin taşması üzerine Haliç’in her iki yakası da sular altında kaldı. Bu sırada gelen dev dalgalar deniz surlarının büyük kısmını yerle bir etti. İstanbul’un tarihindeki en büyük depremlerden olan bu sarsıntılar sırasında en az 13 bin kişi can verdi ve sayısı bilinmeyen çok sayıda İstanbullu da açılan yarıklara düşüp kayboldu. Topkapı Sarayı’nın birçok kısmı harap olduğu için, devrin Hükümdarı İkinci Bayezid bile, aylarca sarayın bahçesinde kurulan bir çadırda yaşayacaktı.
22 Mayıs 1766: İstanbul o gün, tarihinin en büyük deprem serilerinden birini daha yaşadı. Nisan ayında başlayan ve Mayıs’a kadar devam eden sarsıntıların en kuvvetlisi 22 Mayıs günü meydana geldi ve merkezi Marmara Denizi olan deprem, İzmit’ten Tekirdağ’a kadar uzanan bölgeyi yerle bir etti. İstanbul’da ve Boğaz’da dev dalgalar oluştu, Galata ile Eminönü tarafları sular altında kaldı, rıhtımlar koparak denize sürüklendi, deniz Boğaziçi’nin birçok semtinde karanın iç taraflarına doğru ilerledi, Marmara’daki bazı ıssız adalar yarılarına kadar batarak küçüldüler ve bu sırada Mudanya Körfezi’nde de dev dalgalar görüldü. Şehirde evler yerle bir oldu ve birçok caminin kubbesi yıkıldı. O yılın sonbaharı hiç bitmeyen sarsıntılarla geçti. 5 Eylül’de İzmir harab oldu ve áfet 1767 Kasım’ında tekrar İstanbul’a döndü, bu defa Vezirhanı ile Bayezid ve Fatih camiilerinin kubbeleri çöktü. 1766 depremi, tarihlere İstanbul’un 1509’dan sonra yaşadığı en büyük feláket olarak geçecekti.
Yeni yılın ikinci gününün sabahı böylesine tatsız bir konuyu gündeme getirmeyi istemezdim fakat tsunami konusunda artık her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca, İstanbul’da yaşanan tsunamilerin kısa bir geçmişini vermeden edemedim. Bu feláketlerin ayrıntılarını merak edenler Esin Ozansoy’un, N.N.Ambraseys ile C.F.Finkel’in ve Nuriye Pınar’ın çalışmalarına müracaat edebilirler.
Devrik padişah, hapiste 28 sene boyunca beste yapmıştı
HÜKÜMDARLARIN ve hanedan mensuplarının güzel sanatlarla, özellikle de musiki ile uğraşmaları ve bu işi profesyonel seviyede yapmaları, eski devirlerde bir gelenekti. İngiltere’den Çin’e, Hawaii’den Hindistan’a kadar birçok ülkenin hükümdarı musikiye merak salmış ve besteleri asırlar boyunca icra edilmişti.
Aynı gelenek Türk devletlerinde de mevcuttu ve Timuri Devleti’nde 1470 ile 1506 yılları arasında hüküm süren Hüseyin Baykara, musiki tarihinde önemli bir yer edinmişti. Ádet daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda da devam etti ve padişahların yanısıra şehzadelerle sultanlar arasından profesyonel müzisyenler yetişti. Üçüncü Selim’in, İkinci Mahmud’un ve Sultan Abdüláziz’in besteleri, bugün klasik repertuvarımızın en seçkin eserleri arasında yeralıyor.
Türkiye’de 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde giderek artan batılılaşma merakı, sarayın musiki zevkini de değiştirecek ve Osmanoğulları’ndan bazıları artık Batı Müziği ile ilgilenmeye başlayacaklardı. Alaturkanın yanısıra alafranga eserler de veren Sultan Abdüláziz’den itibaren Beşinci Murad’ın ve Halife Abdülmecid Efendi’nin yanısıra çok sayıda hanedan mensubu Batı formlarında besteler yaptılar.
1876’da padişah olan Beşinci Murad iktidarda sadece 93 gün kalabilmiş, o yılın 31 Ağustos’unda tahtından indirilmiş, yerini İkinci Abdülhamid almış, Çırağan ve Feriye Sarayları’nda ölümüne kadar 28 yıl boyunca hapis yaşayan sabık hükümdar, günlerini piyano çalmakla ve eserler bestelemekle geçirmişti.
Beşinci Murad’ın, mahpusluk günlerinde bestelediği bu eserlerden bazıları, önümüzdeki salı akşamı Cemal Reşid Rey Konser Salonu’nda ilk defa seslendirilecek ve Dr. Emre Aracı’nın idaresindeki İstanbul Oda Orkestrası, hükümdarın ‘Bahtiyar bir günün polkası’, ‘Şáyán Kadınefendi’ye’ ‘Grand Galop’ ve ‘Vals’ gibi eserlerini icra edecek.
Devrik hükümdarın mahpusluk nağmelerini çok merak ediyorum.
Bizim kuruşumuz, Arapça’nın ‘karş’ıdır
GENÇ nesil, dünden itibaren ‘kuruş’ kavramı ile tanıştı. Kuruşlu günlerin yeniden başlaması bana 10 kuruşa simit, 40 kuruşa ‘1001 Roman’, 60 kuruşa ‘Tom Mix’ aldığımız, üçü beş kuruşa satılan mantarları sokaklarda patlattığımız 1960’ların gamsız günlerini hatırlattı ve yeni neslin bilmediği ‘kuruş’ kavramının nereden geldiğini yazmak istedim.
Kelimenin hangi dilden olduğu tartışmalıdır, Almanca ‘groşen’den yahut İtalyanca ‘grossi’den veya Arapça’nın ‘karaşa’ kökünden geldiği söylenir. ‘Karaşa’, klasik Arapça’nın en büyük sözlüklerinden olan ‘Kamus-ı Okyanus’ta ‘Şuradan buradan nesne biriktirip biribirine zam ve ilhak eylemek (birleştirmek) mánásınadır’ diye geçer. Kelimenin Arapça’daki teláffuz biçimi olan ‘karş’ bizde zamanla ‘kuruş’ haline gelmiştir ama kalın ‘k’ demek olan ‘kaf’ harfi kelimenin başında olduğu zaman günlük Arapça’da okunmadığı için, Araplar kuruşa ‘erş’ derler.
‘Kuruş’ sadece bizde yahut Araplar’da değil birçok batı dilinde de vardır ve Macarca’da ‘garaçe’, İtalyanca’da ‘grosso’, Slav dillerinde ‘groş’, Almanca’da da ‘groşen’ diye geçer.
‘Kuruş’, doğu ve batı dünyasında işte böyle geniş bir şekilde yeralıyor ama kelimenin kökü bana kalırsa Arapça ‘karaşa’ yahut ‘karş’ sözünden geliyor ve Arapça’daki ‘Haşhaşi’nin Batı’da ‘Assasin’, ‘el-cebir’in ‘algebra’,‘Alah’ın da ‘Ole’, olması gibi ‘karaşa’ da ‘groşen’ hálini almış gibi görünüyor.